KİTABÜT-TEVHİD İMAM MATURUDİ 3 - SEYYİD MUHAMMED ŞERİF BUHARİ

İçeriğe git

Ana menü:

KİTABÜT-TEVHİD İMAM MATURUDİ 3

KİTAPLAR

TEVHİD 3.BÖLÜM- İMAM MATURİDİ



Îrade Hakkında Meseleler

Kaza Ve Kader Hakkında Mesele.

Mes´ele (Kaderiyyenin Zemedilmesi Hakkında)

Mes´ele (Günah İşliyenler, Günahları Sebebiyle İmandan Çıkarlar Mı )

Mes´sele (Büyük Günah İşleyenler Hakkında Müslümanlann İhtilâfı)

Şefaat Meselesi

Mes´ele s (İman Hakkında)

Mes´ele (İman Marifet Midir, Yoksa Kalp İle Tasdik Midir )

Mes´ele (Îrcâ : Tehir Etme Veyahut Allah´a Havale Etme)

(Îmanın Yaratılması)

Mes´ele (Îmanda İstisnayı Terketmek)

Bu Nüshada Metine Kattığım Mes´ele (Îman Ve Îslâm)


Îrade Hakkında Meseleler

îrâde meselesinin, eğer yaratıldığı sabit olursa, bu yönden fiillerin yaratılması meselesine katılmış olması mümkün olur[1]. Cenâb-ı Allah, emriyle olan şeyi irade etmiştir. Kendisi murid ve muhtardır. Yaratıl­makla vasfolunması yönünden irade sahibi olduğunu ifade etmek sabit olur. Eğer sabit olmazsa,[2] fiillerdeki irade ile galip gelme ve aldanmanın red edilmesinin murad edilmesi batıl olur. Çünkü O, dünyadaki irâdenin hakikatinin manâsıdır. Ancak, irade ile temenni, yahut emir, yahut duâ, yahut rıza, veyahut ta, onlardan basısı ile Allah´ın her şeyde vasfolun-maması caiz olan ve onun bir şeyde kesinlikle noksanlık veren hususlar­dan benzeri olanları müstesna. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Her ne kadar hak ve gerçek olan evvelkisi ise de, onları kelam ehli­nin tek olarak görmeleriyle, onlardan ayırt edilip münferid bırakılması mümkün olur[3].

Oysa ki, hergeyde irâdenin bulunmasının söylenmesinin icap etmesi, fiillerin yaratılmış olduğunun söylenmesini icap ettirir. Bununla bera­ber, bunun hakkında evvelkinde olmayan şeylerle delil getirmek müm­kündür. Her ne kadar bu husustaki sözün incelenmesinde evvelki söa hak­kındaki tetkik bulunsa da Allah-u Teâîâ «Allah kime hidâyet etmeği di­lerse, islâm´a onun göğsünü açar gönlüne genişlik verir. Her kimi de sa­pıklığa bırakmak isterse, onun kalbini öyle daraltır sıkıştırır ki, iman teklifi karşısında göğe çıkacakmış gibi (zorlukta) olur. Allah, iman et-miyenler üzerine, böyle azap bırakır»[4]. Cenâb-ı Hak bu âyet-i celîle ile kendisinin hidayet etmesiyle fiilleri sebebiyle bir kavmin hidayetini, ve bir kavmin de sapıklığa bırakılmasını dilerse onların kalbini[5] daraltıp sı­kıştırdığını[6] haber vermiştir. Yine Allah-u Teâlâ, şöyle buyurmuştur : «Âyetlerimizi yalanlayanlar, cehalet ve küfür karanlığında kalmış bir ta­kım sağırlar ve dilsizler (Kur´ân´ı dinlemezler ve Hakkı söylemezler). Al­lah, dilediği kimseyi sapıtır, dilediğini de doğru yol üzerinde bulundurur»[7]. Binâenaleyh kavmin arasını iki meşietle ayırt etmiştir. Âyet-i celîleler, Allah-u Teâlâ´nın, onların her birinden hasıl olacak hususlardan bildiği şeyle her zümre için meydana geleceği şeyi dilediğine delalet etmektedir. Bu iki âyet-i kerîmede beyan edilen dilemeyi emir ve rıza olmadığına da de­lâlet etmektedir. Cenab-î Hak´ Kur´ân-ı Kerîm´inde şöyle buyurmuştur : «Eğer dileseydik, herkese (dünyada) hidayetini verirdik...»[8]. «Eğer Allah dileseydi, hepinizi tek şeriata bağlı bir ümmet yapardı...»[9]. (De ki : Tam hüccet Allah´ındır, O, dileseydi, hepinizi birden hidayete erdirir­di.»[10]. Bu megîetin, olan şeyler için emir veyahut rıza olmasının ihtimali yoktur. Öyle ise meşîetle mutlaka kendi nezdindeki fiili murad buyurdu­ğu sabit olmuştur. Onun, «Eğer o olsaydı, şu olurdu» dediği halde onun meydana gelmiş olmasının ihtimali yoktur. Kendisi ile vaad olunmıyan şeyin olmasının gerçekleştirildiğini ifade edünıesi yalandır. Cenab-ı Al­lah, bunlardan berî ve münezzehtir. îcbar ve ikrah edilmekle te´vil edil­mesi, bir kaç yönden dolayı muhtemel olmaz.

Birincisi : Hakikaten Cenab-ı Allah, hidayetin keyfiyetini, dininin mahiyetim ve onun hakikatinin bulunduğu hususu onlara öğretmiştir. Kendisine ilân tekaddüm etmeksizin bununla, onun zıttımn murad edil­mesi muhtemel değildir. Onların katında, her ismin hakikatte zıttımn ismi olan şeye ihtimali vardır. Bu da Allah-u Teâlâ´nm onlara bunu öğretmesi ile olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

İkincisi : Gerçekten Allah-u Teâlâ´nm vahdaniyetinin, O´na ve pey­gamberlerine iman etmenin yolu içtihat ve istidlal etme yoludur. Bu da mecburiyete muhtemel olmayan bir nevidir. Eğer yaratılışta ihtimali ol­mayan şeyde mecburi ilim caiz olsaydı ihtimal yolu bulunan şey de mec­buri ilmin nefyedilmesi caiz olurdu. Böylece mevcudat hakkındaki ilim batıl olur. Bununla beraber o husus, itaat etme ve emir kabullenme îdi. Cebir ise[11], onun hepsini iskat eden Binaenaleyh bu husus tahsil edildi­ğinde «Eğer dilemiş olsaydı, sizi iman etmekten ve bir din üzere bulun­maktan menederdi» demiş gibi olurdu. Bu ise sözü yerine getirmemektir. Allah-u Teâlâ, ancak şöyle haber vermiştir : «Eğer O, dilemiş olsaydı sizi hidayet üzere toplardı.» Bir kısım insanlar kendi istek ve ihtiyarları ile iman etmişlerdir. Eğer diğer bakî kalanları cebretmiş[12]olsaydı onları bir din üzere toplaması olmazdı. Fakat Allah´ın dini ve taatmdan kaçındık­larından dolayı onları menetmiştir. Bu da çok kötüdür. Ve yine cebr[13] ve kahr yönünden nıahlûkatm hiç bir sun´u yoktur. O, ancak mahlûkatm imanı´na rücu´ eder. Her cevher kendi yaratılışı ile mümindir, Hidayete ermiştir. Hatta kendisi ile mahlûkatm çoğunun hidayeti meydana gel­miştir. Bu takdirde Onu Allah, muhakkak dilemiştir. Binâenaleyh «Eğer dileseydi» sözü ile fikir yürütmenin hiç bir manâsı yoktur. Allah-u Te­âlâ´nm «Eğer Rabb´in dileseydi, yer yüzünde kim varsa, hepsi toptan iman ederlerdi»[14]. Kavl-i Celîli de buna göre tefsir edilir. Ve yine cebr ile te´vili iptal eden hususlardan biri de Allah-u Teâlâ´nm «Eğer dilesey­di, herkese (dünyada) hidayetini verirdi, fakat benden şu söz gerçekleş­ti : Muhakkak ki, Cehennem´i bütün kâfir olan) cinlerle, insanlardan dolduracağım.»´[15] kavl-i celâlidir. Cebrin dilenmesi hak olarak zîkrolunan geyi iskat etmez. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Allah Celiecelaluh şöyle buyurmuştur : «... Allah, dilediği kimseyi sapıtır, dilediğini de doğru yol üzerinde bulundurur.»[16]. Mu´tezileler ise, Allah-u Teâlâ, hepsinin hidayet üzere kumasını diledi dediler. Allah (c.c.) dilediği şeyin, dilediği gibi olmasını vadetti; fakat olmadı. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor : «Hiç bir şey hakkında : Ben bunu, muhakkak yarın yaparım, deme. Ancak sözünü, Allah´ın dilemesine bağlıyarak (Allah di­lerse yapacağım) de--»[17]., Bu şeyin hayırlar hakkında olması hâli değil­dir. Bu ifade ise onların söylediklerine göre boş ve faidesiz bir sözdür. Çünkü Allah, muhakkak diledi. Ve yine öyle olmadığı zaman yalan söy­lemekle memur olmuş gibi olur. Çünkü O böyle olmasını emretmiştir; fa­kat böyle olmadı. Eğer O şey ger olsaydı, onu dilemezdi. Buna göre, onun zikredilmesinin onlarca hiç bir mânâsı yoktur. Kuvvet ancak Allah´tan­dır.

Allah Azze ve Celle buyuruyor ki : «... Çünkü Rabb´in, dilediğini, hemen noksansız yapar»[18], Cenab-ı Hak, dilediğini yapmakla kendi zâtını methetmiştir. Mu´tezileyegÖre; Allah-u Teâlâ, mahlûkattan meydana ge­len hayır işlerden bir şeyi murad etmemiştir ki, bütün mahlûkatm hepsi toplanıp onu saymağa kalkışsalar. Allah´ın irade ettiği şeylerden bir cüz´ünden bir cüz´ünü saymağa ulaşamazlar. Allah, dilediğini yapmamış­tır. Halbuki O´nunla kendisini methediyor. Sonra onlaruı büyük sözle­rinden biri de, «Allah´ın nezdinden öyle mecburi dileme vardır ki, eğer o, dileme olmuş olsaydı, mahlûkat onun dediği şey üzere olurdu», sözüdür. Onların Allah-u Teâlâ´nm bu kudrete sahip olduğunu veyahut mahlûkat için şu hususların zahir olmasından sonra bu işi yapacağı[19], hakkındaki dilemesinin bulunduğunu ifade [20]etmelerini kim tasdik eder Onların ileri sürdükleri hususlar şunlardır : Vaadettiğini yerine getirmemek, fiildeki acizliğidir. Yahut mahlûkata, kendilerinin hesabının ulaştığı şeyden daha çoğu murad ettiği şeyi yapmasını vadettiği hususa ne zaman kalp­ler mutmain olup inanır ki, sonra o vaadinde durmaz Bundan sonra da onun vaadine kim güvenir Veyahut onun vaıdinden ne zaman korkulur îşte mu´tezilelerin katında kimsenin kabul etmediği şekildeki ifade edi­lenlerin Allah katındaki yeri budur. Binâenaleyh aczini ve vaadini yerine getirmeyi ve hikmetin vasfı ile lâyık olmayan şeyi meydana çıkarmasını murad ettiği zaman hangi şeyi izhar eder ki onunla bu hususlar, mu´tezile mezhebinee bilinsin. Rabb´imiz azze ve celle, bu hususlardan yücedir-berî ve münezzehtir.

AllaJı Celîe Celâluhu buyuruyor ki : «Bir memleketi helak etmek istediğimiz zaman o memleketin zevke düşkün öncülerine peygamberle­rinin dili ile itaat etmelerini emrederiz. Onlar, orada boyun eğmezler, ita­at etmezler, artık o memleket üzerine hüküm gerçekleşmiştir. îşte o memleketi kökünden helak ederiz de ederiz...»24 Âllah-u Teâlâ, bu âyet-i celîle ile, kendilerinden günah ve isyan sadır olmadan önce onların fışkım ve isyanının sebebleri ile memleketi ve o memleket halkını helak etmeği murad ettiğini haber vermiştir. Cenab-ı Allah, olmasını bildiği gibi onlar­dan günah ve isyan gelmemiş olsaydı ve fakat taât olmasını murad edip, onları helak etmiş olsaydı, bu husus zulüm olmuş olurdu. Binâenaleyh on­lardan zuhur eden hususu Allah´ın murad ettiği veyahut onun bildiği sa­bit olur.

Nuh aleyhisselâmın kavmine şöyle dediğini Cenab-ı Hak, Kur´ân-ı Kerîm´indeki «Eğer Allah, sizi saptırmayı (helakinizi) murad ediyorsa, ben sizo nasihat etmek istesem de benim nasihatim size fayda vermez...»[21] kavl-i celîli ile haber vermiştir.

(Kitabın yazarı şöyle diyor":) Ben derim ki : Onu murad etmemiştir. Nuh aleyhisselâmm kelâmını beşerin anlamasının ihtimâli bulunmayan şeye sarfolundu. Kur´ân-ı Kerîm´de Mûsâ aleyhisselâmm şöyle dediği be­yan ediliyor :

Mûsâ, şöyle dua etti : Ey Rabb´imiz, Sen Firavun´a ve etrafındaki­lere dünya hayatında giyecek bir çok süs eşyası ve mallar verdin. Ey Rabb´imiz, yolundan saptırsınlar diye mi ...»[22].

Siz, Allah onlara bu hususları vermemiştir, diyorsunuz. Halbuki Al­lah onlara, hidayete kavuşmaları için onları vermiştir.

Allah-u Teâlâ, «... Onlar, öyle kimselerdir ki, Allah, kalplerini temiz­lemek istememiştir.»[23] buyuruyor. Siz ise bilakis Allah, Onu istemiştir, diyorsunuz. Allah-u Teâlâ «... Allah, kimin fitneye düşmesini dilerse, asla sen onun lehine Allah´tan hiç bir şeye sahip olamazsın»[24] buyuruyor. Halbuki siz, Allah onu murad etmedi veyahut da bu bir mihnet ve meşak­kattir, diyorsunuz. Nasıl olur ki, Resûlülîah olmamasını murad veyahut temenni etti ki kendisine «Asla sen onun leyhine Allah´tan hiç bir şeye sahip olamazsın»[25]dendi. Allah-u Teâlâ buyuruyor ki : «Bir de küfreden­ler, kendilerine ömür ve mühlet verişimizi, sakın kendileri için hayırlı sanmasın...»[26]. Onların ne malları, ne de evlâdları senin gözüne batma­sın...»[27]. Allah-u Teâlâ, vermiş olduğu şey ile onlara neyi dilediğini haber veriyor. Onlar ise Allah, dilemedi, diyorlar. Onlar gibilerine ancak yahudi ve hristiyanlara denildiği gibi denilir ki, onlara Kur´ân-ı Kerîm´de «... Pey­gamberlerin dinini siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı ...»[28] denil­miştir. Allah-u Teâlâ da onlar hakkında, «... And olsun, Cehennem´i tama­men insanlardan ve cinlerden dolduracağım...»[29] buyuruyor. Biz onlara deriz ki : Allah-u Teâlâ, bu vadettiğini yerine getirmeyi murad etti mi Yoksa vaadinde yalan söyleyip vaidini iptal tmı etti Eğer ikinci hususu ifade ederlerse büyük söz söyletaiş olup Allah´ı sefeh ve yalanı murad etmekle vasfetmiş olurlar ki, rezil ve rüsvay olma bakımından bu söz onlara kâfidir. Eğer Allah-u Teâlâ, va´dini yerine getirmeği murad etti derlerse, kendilerine denir ki : Allah va´dini yerine getirmeği murad etti, O, kendisine itaat etmelerini murad ediyor ve vadini yerine getiriyor. On­lar Allah´a itaat mı ediyorlar, yoksa isyan mı ediyorlar Eğer itaat edi­yorlar, derse; O, zulüm ve hadden tecavüz etmeyi murad etmiştir. Çünkü onun fiili zulümdür. Onun olmasını murad etmek ise, kendisinin fiili ol­ması için, zulüm fiilini murad etmektir. Allah-u Teâlâ : «... Allah, kulla­rına bir zulüm murad etmez.»[30]. Eğer isyan ederler derse, hakkı anlamış ve adaleti ifade etmişlerdir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Cenab-ı Allah buyuruyor : «O küfürde yarışanlar, sana keder ver­mesin. Çünkü onlar Allah´a asla bir zarar edebilecek değillerdir. Allah, onlara ahirette bir nasip vermemeyi diliyor, onlar için çok acıklı bir azap vardır.»[31]. Kini ki, kendisinden meydana gelenlerin hepsi hayır olursa, Al­lah ona Ahiret´te bir nasip vermeyi murad etmiştir. Cenab-ı Allah : «... Siz, geçici dünya malını istiyorsunuz. Halbuki Allah, Ahireti kazanmanızı diliyor, Allah Aziz´dir. Hükmünde hikmet sahibidir.»[32] buyuruyor. Yine Cenab-ı Hak : «Allah, din hususundaki ağır teklifleri sizden hafif­letmek ister.»[33] buyurmaktadır.

Cenâb-ı Allah, mü´minler için bunu murad etmiştir. Ve o da olmuş­tur. Kâfirler için ise evvelkini, yani kâfirlerin geçici dünya malını iste­melerini murad etmiştir ve o da olmuştur. Onlar itaatkâr oldukları halde Allah´ın kâfirler hakkında ifade edilen bu hususu murad etmesi caiz ol­maz. Öyle ise Allah-u Teâlâ onlardan meydana gelen şeyin olmasını mu­rad ettiği sabit olur. Kurtuluş ve her türlü kötülükten korunma ancak Allah´tandır.

Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur : «Fakat âlemlerin Rabb´i olan Al­lah, (sizin dürüst olmanızı) dilemeyince, siz dileyemezsiniz.»[34]. Onlar an­cak Allah´ın dilemesi ile, diledikleri zaman, Allah, dilediği zaman onların dilememeleri ve Allah dilemezse de onların dilemeleri caiz olmaz. Zira O, Allah´ın aklen çirkin ve kötü kıldığı yalanın alâmet ve işaretidir. Yar­dım ve Tevfik Allah´tandır.

Sonra müslümanlarm arasuıda «Allah´ın dilediği olur; dilemediği olmaz.» deyimi yerleşip nesilden nesile intikal etmek suretiyle bilinmiştir. Bu husus hiç bir kimsenin kalbinde mecburi olarak veya başkasının yan­lış bir telkini olmaksızın ve ihtiyarî, icbarı olarak bütün fiillerin vukubul-duğu bilinen meşiet ve iradenin vukubulduğu şeyin hilâfına bir anlayış geçmeksizin insanlar arasında yerleşmiştir. Binâenaleyh, eğer Allah´ın ol­mayacak bir şeyi dilemesi ve olmayacağını bildiği bir hususun sonradan olması caiz olmuş olsaydı îlkinin rubûbiyyet sıfatlarından olması, ikin­cisinden dah lâyık olmazdı. Her bir mevzi için de bu böyledir. Hatta eğer gerçekten bu onların nezdinde evvelkine galebe çalar denilseydi, uzak bir ihtimal sayılmazdı. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Ve yine, vaad hakkında insanlar arasında bilmen bir husus şudur ki, verdikleri sözü yerine getirmemekte korktukları zaman inşaallah (Allah dilerse) derler. Yemin ettiklerinde de yemini tutamayıp bozmaktan en­dişe duydukları vakit inşaallah derler. Binâenaleyh, bütün müslümanla-rın inanç ve akideleri, mu´tezilenin hilafı hakikat olan kötü ve çirkin dü­şünceleri ortaya atıp onları süslemek suretiyle güzel göstermelerinden önce bir idi. O tıpkı Resûl-i Ekrem Sallellahu aleyhi ve sellem´in «Her doğan İslâm fıtratı üzere doğar. Ancak onu mahlûkat arasında anası -babası yahudileştirir; hıristiyanlaştırır; mecusileştirir.»[35] buyurduğu gibi. Binâenaleyh, bu Hadis-i Şerif, zikroîunan hususlardan telbis gelinceye dek Allah-u Teâlâ´mn vahdaniyetine şahadeti icabeder. Mu´tezilenin adı geçen kötü hareketi gelmeden önce de dileme işi bütün müslümanlarm nezdinde böyle idi.

Yine, insanların örf ve âdetinde cari olan husus odur ki, dualarında kendilerine hayır ve kolaylık murad edilmesini temenni ederler. Bu ise, bir iradenin bulunduğundan onu hakikati ile kalbin mutmain olması için oluyor. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Yine, geytan´m dilediği olur, dilemediği şey de olmaz demek, insan­ların kalbini titretecek derecede büyük bir sözdür. Oysa, şu husus bilinen bir gerçektir ki, sayılamayacak kadar şerrin olması, hayrın meydana çık­ması, dilemeğin bulunmasından meydana gelmektedir. îblis´in bu husus­ları dilemesi de mevcuttur. Bunun içindir ki, bunların Allah-u Teâlâ´ya is­nat ve izafe edilmesini güzel gördükleri gibi Şeytan´a ve isyan edenlerden 1 Şeytan´ın gayrine izafe edilmesini de çirkin görmüşlerdir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra ibret, akim zaruri olarak icabettirdiği şeydedir ki o da, bu hususu icabettirir. Çünkü herkes bilir ki, gerçekten onun fiili güzel-çirkin, lezzetli-lezzetsiz ve elem verici, istenilen ve sevilen - istenmeyen, ve sevil­meyen hususlardan kendi dildiğinin gayri olarak meydana çıkar. Binaena­leyh onların fiillerinin meydana çıktığı gibi çıkması için, onların gayrinin bu fiilleri meydana getiren o irade üzerinde bir iradenin bulunduğu sabit olur. Tevfik Allah´tandır.

- Yine, başkasının hükmü ve mülkü altında bulunan bir şeyin, onun istemediği ve dilemediği halde meydana çıkarılması, o kimsenin zayıf ve mahkûm olduğuna delâlet eder. Sıfatı bu olan kimsenin de Rabb ve ilâh olması mümkün değildir. Bunun içindir ki, bu sıfatlarla yani irade etmek, istediğini yapmak, istemediğini yapmamak gibi kemal sıfatlarla Allah´ın vasfolunması lâzımdır. Tevfik Allah´tandır.

Yine, hakikaten Cenab-ı Hak, küfrün, olacağını bildiğinin gayri ola­rak ve olacağım haber verdiğinin gayri olmasmı murad etmiş olsaydı, sefih ve yalancı olmasını murad etmiş olurdu. İrâdesi böyle olan kimsenin ilâh ve rabb olması asla caiz değildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Yine, bilinen bir gerçektir ki, her kim bir işi yapar da olanın gayrini murad ederse, o kimse sonuçları bilmeyen cahil veyahut fiili abes olan kimse olur. Allah-u Teâlâ, bu iki vasıftan yücedir, berî ve münezzehtir. Görülmüyor mu ki, kim olraıyaeağmı bildiği bir şeyi yaparsa[36] o iş, ken­disinden zuhur eden abes bîr iş olur. Eğer dilediği şeyin gayri olursa onu bilmeyen cahil olur. Dünyada bilinen hata iki nevidir : Birincisi fiilin, bil­mediği takdir üzere meydana çıkması. İkincisi : Fiilin, dilemediğinin gayri olarak vukubulması. Eğer Allah-u Teâlâ, olacağın gayrini vermeği murad etmiş olsaydı, fiili hata olmuş olurdu. Allah-u Teâîâ, hatâ fiilden berî ve münezzehtir. Tevfik Allah´tandır.

Yine, dünyada carî olan hususlardandır ki, gerçekten düşmanlığını bil­diği kimseye dost olmayı murad eden kimsenin bu hareketi korku ve za­yıf olmasından meydana gelir. Binâenaleyh Allah-u Teâlâ´nm kendisine düşmanlığı ihtiyar edenlerin ve Şeytan´m dostluğunu murad etmesi caiz ol­maz. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Yine, gerçekten her fiili ihtiyarî olan kimse o, fiili dilemiştir. Ve her fiili mecburi olan kimse, o fiilini dilememiştir. Eğer Allah-u Teâlâ, kulun fiilini olduğu hal üzere olmasını dilememiş olsaydı, Allah mecbur olurdu. Bunun içindir ki, bir kimsenin gayrinin fiilinde iradesinin bulunması caiz olmaz. Çünkü onun dilediği şey üzere meydana çıkması muhtemel değildir. Binâenaleyh, buna temenni ismi verdiler. Buna göre eğer Allah´ın dileme­diği bir şeyin olması düşünülmüş olsaydı, Allah´ın iradesinin temenni ye­rine çıkması gerekirdi. Yine, eğer bize peygamberin nübüvveti, beşerin sözü ile meydana gelmiştir, diye ifade edilmiş olsa bunu temenni etmemiz bizim için masiyet olurdu. Bu her ne kadar ona isyan etmiş olmamış ise de onun âyet ve alâmet olması bakımından isyan olurdu. Allah-u Teâlâ´nm onu bilip ondan haber verdiği zaman ve olmayacağını bildiği zaman da hikmet hakkında murad etmemiş olması da onun gibidir. Buna göre Al­lah´ın, hidayete ulaşmayacağını bildiği kimsenin Allah´tan hidayet talep etmede kulun bulunmaması gerçeğin hilâfına olmuş olmaz. Tıpkı Şeytan´ın «Ey Allah´ım onu hidayete erdir», demesi vukubulmadiğı gibidir. Çünkü onun olmıyacağmı bilir. Sonra bizim onu murad etmemiz mümkün değil­dir. Olmıyacağını bildiği şeyi murad etmememiz gerektiğine göre bu hususun Allah hakkında söylenmesi caiz değildir. Çünkü onun bizim üzeri­mizde olması ancak onun halini bilmememizden dolayı olur. Kuvvet an­cak Allah´tandır.

Sonra, Resûlüîlah´a küfretmenin derece ve günah bakımından Şey-tan´a küfretmek gibi, olmasını dileyen kimseye sorarız : O kimse, sefih ve kâfir değil midir Elbette ki evet demesi gerekir. Bunun üzerine şöyle de­nir : Kim, Allah´ın Resulüne küfretmenin, mah]ûkatta.n birinin küfretme­sinin O´na ulaşamıyacağı, övülen büyük bir iş olduğunu murad eder Bu­na da mutlaka evet, der. Ve yine denir ki, kendisinden sövmek sadır ol­masının böyle vukubulmasını kim diler; çünkü O´nun daha büyük bir kim­seden veya daha küçük ve bunlara benziyenlerden olmaması mümkün de­ğildir. Binâenaleyh kâfirden sadır olur demesi mutlaka lâzımgelir. Bu hususta da bulunduğu yönden zemme muhtemel olmayan vecihten küfür fiilinin irade edilmesi hususunda cevaz vardır. Tevfik Allah´tandır.

Sonra mu´tezilenin dayanağı olan asıl şudur ki, gerçekten Allah-u Te­âlâ´nm irâdesi onun yaratmasından başka bir şey değildir. Ka´bî´nin tefsir ettiğine göre, irâdenin te´vil edilmesi de, Allah´ın fiilinde mecbur olma­masından gayri değildir. Bu manâyı, tüm olarak kulların fiiline verdiler. Binâenaleyh, bu manâ bulunduğu halde ve aynı manâyı umumiyetle kul­ların fiiline verildikten sonra onların iradeyi inkâr etmelerinin hiç bir ma­nâsı yoktur. Tevfik Allah´tandır.

Bize göre ise, asıl olan odur ki, biz AlTah-u Teâlâ´nm iradesinden so­rulduğumuz zaman, denir ki : Allah-u Teâlâ´nm kâfirlerin fiilleri bulun dukları hal üzere iki vecih üzere mütalâa edilir :

Birincisi : Allah-u Teâlâ´nın iradesi hususunda bilindiği gibi mecburi­yet olmamak ve serbest olmakla ifade etmek.

İkincisi : Soranın muradı ve maksadı anlaşılmadığı veyahut, o husus­ta inadlaşmayı kasd etmesinden korkulduğunda, serbest olmanın mene-dilmesi ki o, husus, şöyle ifade edilir : Gerçekten maişetin, yani dilemenin´[37] bilinen hususlarda bir çok manâları vardır :

1 - Temenni etme. Bu her şey hakkında, Allah-u Teâlâ´dan nefye-clilmiştir. Cenab-ı Hakk´a temenni izafe edilmez.

2 - Emir ve duâ : Bu da, her faili zemmolundu. Fîil hakkında Al-îah-u Teâlâ´dan sadır olması nefy edilir.

3 - o´na rıza gösterip, onu kabul etmek : Zemmolunan her fiil hak­kında, bu husus yine Allah´tan nefyedilir.

4 - O´nun, galebe çalmağı nefyetmek ve fiilin, Allah´ın takdir edip murad ettiği gibi meydana çıkmasıyla te´vil edilmesi. îşte onun ifade etti­ği de budur. Onunla manâsı üzerine icma´ edilmiştir. Kim ki, kendi manâ­sını verdikten onu inkâr ederse, o kimse meşieti, kendisinden murad edi­lenin gayri üzerine takdir etmiştir. Bizce ise o lâzımdır. Çünkü Allah her-şeyin yaratıcısıdır. Yarattığı şey hakkında onun irade ve dilemekle vasf o-lunması ve onun yaptığına zorlanmadığı, mecbur kılminadığı sabit olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra, bu babdaM Kâ´bî´nin yanlış anlayışını izah edeceğiz. O, insan­ların «Allah´ın dilediği şey olur, dilemediği şey de olmaz.» sözünü ele alarak kendi kendine soru sordu. Bu sorusuna Allah-u Teâlâ´nm «... Her-şeyi yaratan O´dur.»[38] kavl-i celîlinin te´vilindeki hususla cevap verdi. Ve sövmeyi dilemesinde Allah methedilmez dedi. Biz bu hususu beyan ettik. Allah-u Teâlâ´nm irâdesinde sövmenin hakikatini haber verdiği şeyde ya­lancı olması gerekir. Bu husus ise, söven kimsede sövme fiilinin olmasını murad etmesi, çirkin ve sövmek[39] değildir. Bu hususa iki yönden hasıl olan ilim delâlet eder ki, birinci yönden cehalet ve hatadır. İkincide ise hikmet ve doğruluktur. Dilemeği ise mecbur ve mahkûm olmağa sarfetti. Biz onun yanlış anlayışını beyan ettik. Oysa ki bunda ve gayrinde bulunan mecbur olma anlamını ele almak mümkün değildir. Çünkü o, îmanda, kü­fürde, yalan ve doğrulukta aynıdır. Yani, hepsindeki irade birdir. Allah, eğer hakikatte bir kimse için olmayan küfrü ve yalanı yaratmış olsaydı, o şeyin kendisinde yaratıldığım görenlerin hepsi katında kâfir ve yalancı olurdu, işte bunun içindir ki müslünıanlarin «Allah´ın dilediği olur» sözü­nün te´vilinde Allah küfrü ve yalanı[40] dilerse diye te´vil etmeleri gerekir. Bu te´vile mecbur olan bile rıza göstermez ki bu kişinin sözü kendisine yö-nelsin. Nasıl olur ki, bütün müslümanlar bu söze razı olur. Tevfik Allah´­tandır.

Sonra bagka bir itirazda bulunup müslümanlarin onu ifade ettiklerini ileri sürdü. Müslümanlar, «Allah´ın sevdiği şey olur; sevmediği şey de ol­maz» dediklerini iddia etti. Bu söz Şeytan´dan bile işitilmemiştir. Nasıl olur da müslümanlardan işitilsin

Sonra onların «Allah´ın emri nafizdir. O´nu emrinden meneden bulun­maz» demelerine itiraz etmiştir. Bunun iki yönü bulunduğu öne sürüldü :

Birincisi : Tekvin emridir. Tıpkı Cenab-ı Hakk´m «Allah´ın şanı bir şeyin olmasını dilediği zaman, ona sadece «Ol!» demektir, o, oluverir.»[41] kavl-i celîîinde olduğu gibi. Bu emrin yerine gelmemesi mümkün olmaz. Bunun içine mahlûkatın fiilinin hepsi girer. O da evvelkinin aynıdır.

İkincisi : Onunla emrin hakikati murad edilir ki, o enirin olduğu yön­den ve olmayan gey hakkında emrin kendisi ile olan murad edilmez. Buna göre emir kendi kapsamından dışarı çıkmaz. Ve irade de zail olur. Çünkü irade mükevvinin kendisidir. Emir ise, kendisi ile fiil meydana getirilmesi için olur. Görmem misin ki, her fiilde muhtar olan irade ile vasfolunmuş-tur! O, memurdur denmesi caiz olmaz. Çünkü onunla Allah´ın (c.c.) vas-folunması mümkün değildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Allahu Teâlâ´nm «Fakat âlemlerin Rabb´i olan Allah, (sisin dürüst olmanızı) dilemeyince siz dileyemezsiniz»[42], kavl-i celîli hakkında der ki; gerçekten doğruluk ve dürüstlük, Allah´ın dilemesi ile olur. Bu söz fasittir. Çünkü, hakikaten Cenab-ı Hak diledi fakat olmadı. Dilemekle olan şey hakkında olur demek, ancak bizim onunla olur[43] dememizle olması caiz olur. Allah-u Teâlâ, dilediği zaman olmaması mümkün değildir, muhak­kak olur.

Sonra der ki, Cenab-ı Hak, sövülmeyi murad eder mi Bu soruyu sor­makta hatâ etmigtir. Bilakis bu sualin doğru olanı şöyledir : «Allah-u Teâlâ kendisine dil uzatan kimseden, kötü ve öfkelenmiş olan sövme fiili­nin olmasını diler mi Sonra bu sözüne karşı «Maazallah» der. Zira, Ce­nab-ı Hak, ondan bu fiilî nehyetmis ve bu fiile karşı gazap etmiştir. Hü­küm ve hikmet sahibi olan bunu asla yapmaz.

Allame Ebu Mansur (r.h.) der ki : Kendisine sorulup denir ki: Hü­küm ve hikmet sahibi olan eğer dilemiş olsaydı, yalancı ve ahmak olacağı hususlardan bunu dilemez mi idi Eğer evet dilemez, derse onun hüküm ve hikmet sahibini bilmediği zahir olur. Eğer hayır diler derse, o zaman dilemeyi ifade etmesi lâzım gelir. Çünkü bunun olmaması onun yalan ve aptal olmasını gerektirir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Oysaki nehiy, bizim, zikrettiğimiz yönden değildir. Gazap da böyledir. Bu nevi fiillerin yaratılması hakkında açılan bölümde kâfi derecede bah­settiğimiz hususlardandır.

Sonra Cenab-ı Hak, kulun kendisine düşmanlığı ihtiyar edeceğini bil­diği halde ondan düşmanlık meydana gelmesini murad ettiği zaman za­fiyet manâsı zail1 olup ondan ve fiilinden müstağni olduğu zahir olur. Ni­tekim Cenab-ı Hak « ...Çünkü Allah bütün. âlemlerden müstağnidir.»[44] bu­yurmuştur. Oysa ki o, irâdenin manâsının galip gelmek olduğunu iddia ediyor. Halbuki bunda o,husus bulunmuştur. Binâenaleyh dilediğini söy­lesin, o kendisine evvelki hakkında cevaptır. Amma muhabbet ve rızaya verilen cevabı ise gerçekten «Allah, muhakkak şeytanı sever ve ondan ra­zı olur» denmesi caiz olmaz. Her ne kadar olmalarını murad etti ise, pis ve kötü olanlar da böyledir. Küfür fiili de bunun gibidir. Cevherler ve araz­lardan bütün pis ve kötü, çirkin olanlar da böyledir. Allah-u a´lem.

Rıza ve muhabbetle dilemediği şeyle mülkünde ziyadeleşmekle ken­disine olunan itirasa cevap verdi. Biz kendi fiili ile bu husustaki ayırt edilmeyi beyan ettik. Sonra der ki menetmeğe kadir olduğu zaman onu menetnıez. Böylece o şey de menedilmiş olmaz. Kendisine şöyle denir : Eğer o kadir olur da Allah o.nu menetmeyi murad etmezse bu, irade olma­yınca o kadir olmaz. Bu hususu ayan beyan eden şeylerdendir ki, eğer Allah onları İslâmı kabul etmeğe zorlasaydı onlar, zorla müslüman olmaz­lardı. Bu husus da onun üzerine kadir olmadığını beyan eder. İste bu dün­yada galebe çalma ve mecbur kılmadır. Tevfik Allah´tandır.

Dünyada onun benzeri ile itiraz etti. O, iki yönden yanlış ve hatadır.

Birincisi : Bizim hükümdarımız menetmeğe kadir olamaz. Yoksa di­lemediği her şeyi menederdi.

İkincisi : Gerçekten o, kendi mülkü ve hükmü altında değildir. Çün­kü yeryüzü hükümdarı gayrinin fiillerine malik değildir. O, fiilleri kendi hükmü ve tasarrufu altına da alamaz. Kuvvet ancak Allah´tandır.

So.nra kendisine, bilmiyerek ilminden bir şeyin çıkmasını takip eden şeyle itiraz edildi. Ve niçin iradesinden çıkması noksanlık icabettirmez, ki o aczin kendisidir denince; cevap olarak, «O, noksanlığı değil, ancak zorlamayı takip eder», dedi. Kendisine nehyin de böyle olduğu söylendi. Galip olmak ise noksanlığı ihdas[45] eder. Yine Allah-u Teâlâ´nm kitabında muhabbet ile rızânın ve irâde ile meşietin arasındaki fark bulunduğuna delil vardır. Cenab-ı Hak buyuruyor ki : Eğer küfre dalarsanız şüphesiz ki Allah sizden müstağnidir. O kadar var ki kullarının küfrüne razı ol­maz...»[46]. «... Allah fesadı sevmez.»[47]. «... Şüphesiz ki Allah çok tövbe edenleri de sever, pislikten pâk olanları da sever.»[48]. «... Şüphesiz Allah aşırı gidip haddi tecavüz edenleri sevmez.»[49]. Meşîet ve dilemek hakkında da Cenab-ı Hak, «... Allah, dilediği kimseyi sapıtır, dilediğini de doğru yol üzerinde bulundurur.»[50] buyurmuştur. Bunlardan başka muhabbet ve rı­zayı tahsis eden meşîet ile irâdeyi umum kılan nasslar vârid olmuştur. Bu7 nunla beraber onlarla Allah´ın fiilleri vasfolunur, fakat rıza ve muhabbet­le vasfolunmaz. O ise meşîeti kuvvete sarfetti. Hatta onu galip gelme hük­münde kıldı. Bunun içindir ki, dilemek, galip gelmeyi icabettirir. Bu hu­susta asıl olan şudur ki; sevmekle, sevmeyip öfkelenmek, öyle iki manâ­lardır ki, kulların fiili sebebiyle meydana gelirler. Meşîet ise, böyle değil­dir. Çünkü kulların fiillerinde meşîeti icabettirecek bir manâ bulunmaz. Meğer ki, onunla rıza veyahut temenni murad olunsun. Kuvvet ancak Al­lah´tandır.

Dünyada kişi, bazan sevmediği ve razı olmadığı şeyi işler. Onun dile­mediği fiilin gerçekleşmesi mümkün değildir. Yine böylece onların katın­da, iradenin mânâsı fiil üzerine tekaddüm etmiştir.. Bizce ise irade fiille bulunan bir manâdır. Onun bundan sonra bir yönü yoktur. Rıza, sevme ve öfkelenme ve bunların benzerleri bilinen hallerde ebedî olarak sonradan olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra Allah-u Teâlâ´nın, «Allah size kc-laylık diledi»[51] kavl-i ceîîli ve benzeri âyetlerle ihticac etti. Allah, «size güçlük dilemez»[52] buyurmuştur.

Küfür ise güçlüklerin en güç olanıdır, diyor. Bu hususta kendisine deni­lir ki : Bundaki irade, izin, ibahe ve ruhsat üzere çıkar. Bu ise iman işinde nazarı itibare alınacak bir şey değildir. Güçlüğü dilemek de böyledir. Yine eğer o iki şey üzere olsaydı, —halbuki onlar Öyle bir kavimdir ki, iman etmişlerdir™ gerçekten onlar için dilediğimden başka bir şey ol­mamıştır. Eğer kâfirin iman etmesini dilemiş olsaydı, muhakkak o olur, onun gayri olmazdı. Tıpkı iman etmesini dilediği kimse de iman etme­den başka bir şey olmadığı gibi. Allah-u Teâlâ´nm «Allah, kime hidayet etmeyi dilerse, İslama onun göğsünü açar..,»[53] kavli celîli buna uygun­dur. Bunu şu âyet-i celîle teyid etmektedir : «...Allah, onlara Ahiret´te bir nasip vermemeyi diliyor...»[54] Cenab-ı Hak müminler hakkında da : «...Halbuki Allah Ahiret´i kazanmanızı diliyor.»[55] kavl-i celîli ile beyan buyurmuştur. Bu husus delâlet etmektedir ki, kendisinin fiilinin iman et­mesi olmasını dilediği herkese Ahiret´te ona nasip vermeyi dilemiştir. Kimin fiilinin iman olmasmı dilememiş ise ona Ahiret´te nasip vermeyi de dilememi ştir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Allah-u Teâlâ´mn «Allah, kullarına bir zulüm murad etmez. »[56] kavl-i kerîmi ile de ihticac etmiştir.

Allama Ebu Mansur (r.h.) şöyle diyor : Bunun üzerine bis deriz ki; yine böylece, kim ki bir insana düşmanlığı dilerse ondan düşmanlık bulunur, yahut onun fiili kötü ve çirkin olan zulüm olur. Oysaki onlar için zulmü dilememiştir. Bilâkis onlar için adaleti dilemiştir. Cenab-ı Hak : «Biz gök ile yeri ve aralarmdakileri boşuna yaratmadık...»[57] bu­yurmuş ve sonra da şeytan hakkında : «O´na ne önünden, ne ardından (hiç bir surette) batıl yaklaşamaz...»[58] buyurarak şeytana batıl ismini vermektedir. Yoksa onun yaratılması batıl değildir. Batıl ve zulüm ola­rak kâfirden sadır olan küfür füli de bunun gibidir. Allah´dan kullar için zulüm murad edilmez. Bunu daha açık olarak Cenab-ı Hakk´ın «Allah, kullarına bir zulüm murad etmez»[59] kavl-i celîli beyan etmektedir.

Ve sonra gerçekten onu itibare almak caizdir. Çünkü bildiği şeyin olmasını dilemek, mutlaka adalet olur. Zira o, fiilinin cezasını vermeyi murad etmiştir. Yoksa işlemediği bir iş için onu azaplandırmayı değil. Cenab-ı Allah, herşeye kâfidir.

Sonra Allah´ın, Resulünün müşriklerin mağlup olmasmı dilemesi hu­susunu sordu. Ve Peygamber aleyhisselâm, onların kendilerini davet et­tiği şeye bakmalarını dilediğini iddia etti.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Mağlûp olmak, itaat mıdır yok­sa masiyet midir Bakmak vaktine kadar geçen hal de böyledir. Bunda ise masiyet üzerine devam etmek vardır. Onun masiyettir demesi elbet-teki lâzımdır. Binâenaleyh bazı maslahatları kasdetmeksizin onu dileme­si caizdir.

Allah-u Teâlâ´mn «Ben şüphesiz isterim ki, sen kendi günahınla benim günahımı da yüklenesin...»[60] kavl-i cehli de onun gibidir. Haki­katen masiyet olan fiilin murad edihnesi caizdir. Fakat isyan maksadı İle değil Böylece müminlerin isyanlarının hepsi her ne kadar Allah´ın yarattığı masiyet fiili murad etmedilerse de isyan eden kimselerin fiil­leridir. Hatta onlar, eğer küfrü dileseydiler, mutlaka küfrederlerdi. Al­lah-u Teâlâ´mn masiyet olması için kâfirin fiilini murad etmesi de bu­nun gibidir. Yahut onun sövme fiili çirkin ve sövme olma bakımından böyledir. Yoksa sövmeyi ve masiyeti dilmesi gibi olmaz. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra gerçekten onların mağlup olmalarını rıza göstermiştir, diye itiraf etti ki onun bu itirazı fasittir. Çünkü onların mağlup olmaları Al­lah ve Allah´ın Resulü için olmamıştır ki,[61] onun hakkında razı olmuş­tur, razı olmamıştır, diye kelâm etsin.[62] Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra kendisine şu hususla itiraz olundu : Allah´ın kullarının ekse­risi şeytanın dilemesi ile küfretmişlerdir. Halbuki Allah, onların itaat etmesini murad etmiştir. Bunun için şeytanın, Allah´ın hükmü ve mül-kündeki dilemesi Allah´ın dilemesinden daha uzak olmuştur. Onun bu itirazına, rıza," muhabbet ve Öfkelenmek ile cevap verdi. Biz her iki işin arasındaki ayırımı beyan ettik. Gerçekten bir kişinin fiiline razı olur, fakat diğerinden o fiilin işlendiği vakit ona öfkelenir. Bu hususun iradede bulunması mümkün değildir. Binâenaleyh aciz kalmanın zahir olduğu şey de iradenin fiil için[63] şart olduğu sabit olur. Çünkü muhtar olanın fiili, iradeden hali kalmaz. Yine biz gerçekten Allah-u Teâlâ, iman etmeyen kimseyi bilmesini sever, veyahut ondan razı olur demiyoruz. Çünkü onların her ikisi de fiille sevilir. . Fiili meydana getirmeyen için bu hususun söylenmesi uzaktır. Aman irade ise biz onu geçen bölüm­lerde açıkladık. Allah-u a´lem.

Sonra bilinenlerde bu hususta asıl olan şudur ki : Gerçekten fii], irade, yahut galip gelme,[64] veyahut da gaflet,[65]üzere meydana çıkar. Sonra Cenab-ı Allah´ın, kulun fiili hakkında galebe çalma, veyahut gaf­letle,[66] vasfolunması cazi olmaz. Binâenaleyh onun irade olunduğu sa­bit olur. Mu´tezile ise, irade hakkında, Allah-u Teâlâ´ya kendisi için bir zaruret olmaksızın yok iken sonradan var olan ilimden başka bir mana ispat etmiyorlar. Halbuki bu manâ mahlûkatın tümünün fiilinde bulu­nan bir manâdır. Onların sözüne göre bu hususu inkâr etmelerinin hiç bir yönü Ve manâsı yoktur. Korunmak Allah´tandır.

Sonra der ki : «Şeytanın iradesi, onun temenni etmesinden ibaret­tir. Kullar eğer dileselerdi, küfretmezler di. Cenab-ı Allah, onları zorla menetmeğe kadirdir,»

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz ona şöyle deriz : Muhak­kak sen doğru söylüyorsun. İrâde gerçekten galip gelmeyi gerektirir. Teımenni ise, gerektirmez. Binaenaleyh, düşmanın temennisi Allah´ın ira­desi üzerine,[67] nasıl galip gelir O´nun «kadir olur, mahkûm olur», gibi sözü ve bu nevi ancak vahşetin ve şaşkınlığın eseridir. Hiç bir yönü ile mecburen iman etmek caiz olmaz. Sonra der ki, eğer sen hiç hüküm ve hikmet sahibi olanın kulunu dilemediği işten menetmeğe kadir olsun da onu menetmediğini gördün mü denilirse ona mecbur olmakla,[68] itiraz edip cevap vermeğe çalışır ki, bu yanlış ve hatâdır. Çünkü bizim katı­mızda onu diliyor. Menetmek murad edilen şeyin şartından değildir. Sonra şöyle diyor : Onu iki yönden dilemediği ifade edilir. Tedbirden bir şeyi zikretmeği menetmek onun için caiz değildir.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Eğer sen, dünyada ona kadir olursan,[69] sen onu bulamazsın,[70] ancak onun üzerine kadir olmaması yahut onunla fiili murad etmemesi hariç. Menetmeyi vacip kılan şeyin de iradeden olduğunu öne sürdü. Bu husus delâlet eder ki, gerçekten menetmek eğer vacip olursa biaynihî değil, bir illete binaen vacip ol­muştur. İlletten zikrolunan şey, eğer mecburiyeti icabettirdi ise onun üzerine kadir olmaz, demenin ta kendisidir. Her ne kadar icap ettirme-seydi o, icbar etmeğe maliktir. Fakat tecavüz etmekle değil, bizce ona gücü yetmez. Ve örfün dışına çıkmış olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Cenab-ı Allah´ın «Allah, kime hidayet etmeği dilerse, İslama onun göğsünü açar...»[71] kavl-i celîli ile vukubulan itirazın cevabında der ki : Onun te´vili bilinmektedir. O da şudur : Hakikaten kim ki, Allah´a itaat ederse ona kendi lutuflanndan başkasının kadir olmadğı şeyi verir. Ona güzel isimler koydu. İtaat etmeğe olan rağbetinin cezalanması için itaatı-na karşılık sevap vermek suretiyle en yüce hükümlerle hükmetti. Tıpkı «(iman etmekle)´ hidayeti kabul edenlere gelince; (onlar seni her din­ledikçe) Allah, onların hidayetlerini artırmakta ve kendilerine takvala­rını ilham etmektedir.»[72] kavl-i celîli gibi. Kim ki Allah´a isyan ederse, zikroîunan hususu kendisinden menetmiş olur. Bunun üzerine vasfolun-duğu gibi göğsü İslama daralır. Bunu, başlangıçta hiç bir kimseye yap­maz. Tıpkı zikrettiğim âyet-i celîlede ifade ettiğim gibi. Cenab-ı Hak «...Ve onunla ancak fasıkları şaşırtır.»[73] buyurmuştur. Sonra der ki; o hususun iki şeyden dolayı dostluk ve düşmanlığı hak etmeden başlan­gıçta tahakkuk etmesi caiz olmaz. Birincisi, onunla anlaşıp sevişmenin bulunmaması; ikincisi ise gerçekten kullarının arasını taraf tutarak ayı­ran kimsenin dönüp onlardan birine levmetmeğe hakkı yoktur.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : O´nun âyet-i celîle hakkındaki iddiasına gelince : Gerçekten âyeti kerîme, bilinen bir hakikattir. Binâ­enaleyh bu husus onun marufu ve münker olanı bilmediğine ve kıssayı ters-yüz ettiğine delâlet etmektedir. Sonra âyet-i celîleyi ifade ederek bilenin islâmdan sonraya sarf etmesinde hata etmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak : «Allah kime hidayet etmeği dilerse Islama onun göğsünü açar...»[74] buyurmuştur. Onun göğsünü açtığı içindir ki, kendisine islâmı ihsan et­miştir. Yoksa göğsünü İslama, kendisinde islâm bulunduktan sonra aç­mamıştır. Sonra bunun gibisinin anlaşma ve sevişme olmasını ifade et­mek ve bulunduğu hal ile Allah´a karşı kelâm etmekte cür´et ve cesareti daha da büyümüştür, Zira bu cür´et ve cesareti, kendi öz varlığındaki sı­fatından bilinmiştir ki onu meydana çıkarmıyor ve kendisine mecbur ol­madığı şeyle de nefsine zıt düşmüyor. Ve lâkin Allah-u Teâlâ´yı bilme­diğinden ve dinsizliği intaç edecek mezhebi ortaya koyup ayakta tutma talebi üe onu gerçek yönünden kinayeye sarfettigi için azaba müstahak olmuştur. Rezil ve rüsvay olmaktan Allah´a sığınırız.

Sonra der ki : Müslüman olduğu zaman, kim islâmı kabul et derse, onun kalbi İslama açık olduğu halde müslüman olmuştur. Küfrettiği va­kitte de onun kalbi dar olup İslama açık değildir. Veyahut darlık ve ge­nişlikte her ikisi de bir midir Eğer her ikisi de bir idi derse, onun yalanı, müslüraan olmak veyahut küfretmek bakmamdan dininin ilk halini ko­ruyan ve bilen kimse katında yalanı ayan beyan olur. Sonra her müslü-manm ve kafirin yalanını bildiği şeyi Allah´tan olan anlaşma ve karşılıklı sevme ismini veriyor. Bunu Hak´tan uzaklaşmak ve menetmek suretiyle yapıyor ki, insanlar onun cüret ve cesaretini ve aptallığını bilsinler. Kuv­vet ancak Allah´tandır.

Sonra kendisine şöyle denir : Onun imandan sonra dilediği şeyden ve­yahut küfründen sonra onu mahrum kılan nedir Bu hususta dinde yardım ve kolaylık var mıdır Yoksa yok mudur Eğer hayır yoktur derse, onun yalanı zahir olmuş, onun sevap ve yahut azap kılma hususu ortadan kalkmış olur. Eğer vardır, derse, azıcık bir güç harcamakla onun ürerine mezhebini ikrar etmiştir ki, din hakkında kendisi için en salih ve doğru olanıdır. Sonra hiç iman ettikten sonra kâfir olanı gördün mü Veyahut bunun vukubulduğu sana haber verildi mi Yahut kâfir olduktan sonra iman edeni gördün mü Bu sorulara karşı elbetteki evet gördüm demesi gerekir. Bunun üzerine denir ki : Sevabın verilmesi ve verilmemesi, o, göğ­sünün açılması mıdır, yoksa değü midir Eğer hayır değildir derse, Al­lah´a; sözünde durmadığı ve haberinde yalancı olduğunun isnad etmiş olur. Eğer evet derse kendisine o faydalardan kendisine yararlı olan şey hangi menfaattir Veyahut göğsünün daraltılmasında ona ne gibi bir zarar vermistir . Bu takdirde onun sevap veyahut a^ap kılsın ve bazan anlaşma ve sevişme bazan da uzaklaşma ve menetme diye verdiği isimlerle başlangıç­ta onun caiz olduğunu menetsin. Sonucu bu olan sözden Allah-u Teâlâ´-mn bizi korumasını dileriz.

Sonra onlardan bazıları Allah-u Teâlâ´nın ´«Allah´a ortak koşanlar (müşrikler) şöyle diyecekler : Eğer Allah dileseydi ne biz müşrik olurduk; ne babalarımız...»[75] kavî-i celîli ile ihtîcaç ettiler. Bu hususa üç yönden cevap verilmiştir :

Birincisi : Onlar bunun emir olduğunu iddia ettiler. Tıpkı Cenab-ı Hakk´ın «Bir edepsizlik (şirk üzere ve çıplak olarak Kâ´be´yi tavaf) et­tikleri zaman atalarımızı böyle bulduk, bize bunu Allah emretti derler...»[76] kavl-i kerîminde olduğu gibi.

Allah-u Teâlâ´nın «Kitap ehlinden bir güruh da vardır, dillerini kita­ba doğru eğer bükerler ki, siz o tahrip ettiklerini sanırsınız. Halbuki o, kitaptan değildir...»[77] kavl~i celîli de böyledir.

ikincisi : Onlar küfürleri sebebiyle azap gördükleri zaman korkutul­duğu halde kendilerine mühlet verildi; kendilerine mühlet verilip[78], he­men azap verilmeyince peygamberlerin yalan söylediklerini sandılar, ve bunun Allah-u Teâlâ´nın kendisine rıza gösterdiği hususlardan olduğunu zannettiler. Böyle olmasaydı Allah onlara mühlet vermezdi. Kendilerine Cumartesi günü balık avı yasak edilenler de böyle zannetmişlerdi. Bu husus tıpkı Allah-u Teâlâ´nın «Nihayet peygamberlerin, kendilerini ya­lanlayan kavimlerini iman etmelerinden ümitlerini kesince ve tekzip edil­diklerini anlayınca...»[79]kavl-i celîlinde beyan buyurduğu gibidir.

Üçüncüsü : Onların bu hususu müslümanlann her şey Allah´ın dile­mesiyle olur demelerinden onlarla istihza etmeleri için söylemiş olmaları, tıpkı insanın, «Ben öldüğüm zaman ileride gerçekten diri olarak (mezardan çıkarılacak mıyım )»[80] dediği gibi ki, bunu müslümanlarla alay etmek için demiştir. Münafıkların, «Şahadet ederiz ki, (kalblerimizdeki inancı açığa vururuz ki) doğrusu sen, muhakkak Allah´ın Peygamberi´sin»[81] sözleri gibi. Fakat kendilerinden meydana gelen bu husus istihza olduğu için ta´n olundular, tik zikrolunan husus da bunun gibidir. Allah-u a´lem.

Bu âyet-i celîleden sonra varid olan âyet, bunu teyid etmektedir. Ce-nab-ı Hak bu hususta şöyle buyurmuştur : «De ki : - Tam ve kâmil hüc­cet, Allah´ın hüccetidir. O dileseydi elbette hepinizi birden hidayete er­dirirdi.»[82]. Daha başka âyet-i celîleler de varid olmuştur. Onlardan hiç biri açıklanması geçen hususa muhtemel değildir. Cenab-ı Allah´ın, eğer Rabb´in dileseydi, yeryüzünde kim varsa hepsi toptan iman ederlerdi...»[83] kavl-i kerîmi hakkında diyor ki : O, zorlamaktır. Dileseydi, onları zorla­yıp cebrederek menederdi. Tıpkı onları ihtiyar olmaya, genç olmaya zor­ladığı gibi. Fakat onları imtihan etmesini dilemiştir. Tıpkı «... Allah di­leseydi o kâfirlerden (savaş yapmaksızın) intikamını alırdı...»[84] kavl-i ce-lîli hakkında dediği gibi. O, şöyle demiştir : Gerçekten Allah, O´nu, Pey­gamberi ve peygamberin ashabı ile dilemiştir. Fakat onunla mecburiye­tin meşietini murad etmiştir. Çünkü onunla ne Övülme vardır ve ne de ecir.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz onun vehmine delâlet eden hususu beyan ettik. Onun sözüne sepkat etmiş olanlardan şöyle diyenler vardır : Hakikaten eğer Cenab-ı Hak, mahlukatm fiilinden olmayan bir fiili yaratmak dileseydi, onu yaratmağa kadir olmazdı ki, kitap da onunla kendisini nefyetme ve ona kadir olma hususu varid olsun. O, ancak başka fiilden meydana gelenler ve beşerin gücünün sınırına ulaşmayandan gayrinde vukubulan o fiili yaratmağa kadir olur.

Kim ki, Allah~u Teâlâ´nm yaratma hususunda bu neviden olanım ya­ratmadan aciz olduğunu ve nıahlukatın fiilinin hakikatini yaratmaktan da­hi aciz olduğunu sanarsa hatta bu hususu murad ederse onun yeri mu´-tezilenin zannettiği yerdir. Çünkü mu´tezile öyle bir mahlukat yarattılar[85] ki, akıllarda ondan yüksek, iyi ve ondan üstün ve alâ bir yaratık bulun­maz. Mu´tezile bu fikri ve görüşüne zayıf akıllı olanların ağzına attı. Onlar da bunları dillerine doladilar. Bunun İçindir ki, Cenab-ı Hak onun gibi­sini yaratmağa kadir olduğunu beyan buyurdu. Yoksa gökleri, yeri ve her ikisinin arasında bulunanları yaratmağa kadir olduğunu ikrar edip ina­nanların bunun gibisini inkâr etmelerinin hiç bir yönü yoktur. Fakat bu­nunla mu´tesilenin «Allah, hakikaten diledi; fakat olmadı. Çünkü o, kul­ların fiillerini yaratmağa kadir değildi sözleri batıl ve fasid olur. Çünkü Cenab-ı Allah, ona cevap olarak «... O herşeye kadirdir[86]. Birincisine cevap olarak da «... O dileseydi elbette hepinizi birden hidayete erdirirdi»[87] buyurmaktadır. Allah-u Teâlâ´nın, «Allah dileseydi, o kâfirlerden (savaş yapmaksızın) intikamını alırdı»[88] kavl-i celîline gelince; onun tefsiri şöy­ledir : Eğer Allah kendisinin emirleri ile korkutulanları yalanlamağı di­leseydi. Bilakis onlardan dilediği şeyle imtihan etmesini murad etmedi. Lâkin intikam almayı tehir etmeyi diledi. Üçüncü tefsir de şöyle olur : Al­lah dileseydi kâfirlerden müslümanlarîa intikam alırdı; fakat tasdik et­tikleri hususu beyan «tmek için mağlûp olmakla peygamberinin ashabını imtihan etmesini diledi. Tıpkı Allah-u Teâlâ´nın : «Doğrusu biz onlardan evvelkileri de (çeşitli musibetlerle) denedik...[89]. «Ve insanlardan kimi de Allah´a dinin bir ucundan ibadet ederler...»[90] kavl-i celîllerinde beyan buyurdukları gibi.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bizimle Kaderiyye mezhebi arasında iki noktada kelâm vardır : Biz onlara sual´ edip deriz ki, Allah-u Teâlâ ebedi olarak olacak olan şeyi olduğu hal üzere bildi mi Eğer hayır bil­medi derlerse kâfir oldular. Çünkü onlar Rabb´larmı cehaletle vasfetti-ler. Eğer evet bildi derlerse, kendilerine : «Allah-u Teâlâ ilmini bildiği gi­bi yerine getirmeyi diledi mi, yoksa dilemedi mi » denir. Eğer hayır dile­mez derlerse, o zaman, Allah-u Teâlâ kendisinin cahil olmasını dilemiş ol­duğunu söylemeleri gerekir. Kendisinin cahil olmasını dileyen de hüküm ve hikmet sahibi olmaz. Eğer evet dilemiştir derlerse, bu sefer de Allah-u Teâlâ´nın her şeyin, olmasını bildiği fiilleri olmasını dilediğini ikrar etmiş olurlar. Bu husus, Ebu Hanife´den rivayet edilen husustan bende yerle­şendir. Yoksa ben Ebu Hanife´nin beyan ettiği meseleyi lafzı lafzına zik­retmiş değilim. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Biri çıkar da derse ki; günah ve isyan için emri çirkin ve kötü olun­ca, niçin[91] onların olmasını dilemek çirkin olmuyor Bir kaç yönden böyle olduğu ifade edilerek cevap verilir.

Birincisi : Emirde tenakuz bulunduğu için o, irâdede bulunmaz. Çün­kü fiil bazen emir için olur. Hasiyeti emretmek mümkün değildir. Zira emirle olan itaat olur. Kendisinde emir olması ile masiyetin manâsı yok olur. irade ise böyle değildir[92]. Görülmüyor mu ki, her fail kendi fiilini di­lemiştir. Öyle kendisine fiilim emretmiştir demesi mümkün değildir. Binâ­enaleyh her ikisinin muhtelif şeyler olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Al­lah´tandır.

Yine Cenab-ı Hak, kendi fiilini murad etmekle vasfolunur. , Böyle olunca dilediği fiili kendisine emretmesi mümkün değildir. Bununla sabit olmuştur ki, iki yönden biri, diğerine delil değildir. Bununla beraber Al-laiı-u Teâlâ, peygamberleri ve seçkin kullarını helak edip, düşmanlarını ve kötü, şerir olan kimseleri baki bırakıp onlara dünyayı alabildiğine ge­nişletmeği dilememiştir. Bu hususu o menetmemiştir de. Bilakis bize, düşmanlarının ve kötü kimselerin helak olmaları; peygamberlerinin seç­kin ve iyi kullarının baki kalmaları için niyazda bulunmamızı emretmiş­tir. Tevfik Allah´tandır.

Ve yine; gerçekten emrin faydası, onun üstün ve yüce olmasıdır. Çünkü o, diğerini uzaklaştırmayı talep etmiş ve kendisi ile ulu ve mabud olmağa müstahak olan büyük nimetlerini ve üstün hakkını onda izhar et­miştir. İrâdenin hakkı ise, kendisi ile mülkünün arasına bir şeyin girme­mesi, kendi hüküm ve saltanatını menetmemesi için galebe çalmağı nef­yetmek ve ihtiyar sahibi olmaktır. İrâdeyi reddetmekte ise bu husus mev­cuttur. Bunun içindir ki, Allah-u Teâlâ´nın dilememesi batıl"[93] oldu. Emir ve nehyi reddetme de böyledir. Bunun için, Allah´ın rubûbiyyeti ve salta-natmm sahir olması için emir ve nehyin gerçek olduğunu söylemek gere­kir. Ve, mahlûkatın, Allah´ın mülkü ve saltanatında bir şey de dilemele­rinden aciz oldukları ve Allah´ın gerçek mülk sahibi olduğu için mahlûka­tın hepsi hakkında irade sahibi olduğunu söylemek lâzımdır. Tevfik Al­lah´tandır.

Yine, hakikaten Allah-u Teâlâ, İbrahim aleyhisselâma İsmail aley-hisselâmı kurban etmesini ve bir koçla fidyeyi emretti. Allah-u Teâlâ´nın önce kurban etmenin hakikatini emredip sonra onu bedeli ile kendisin­den menetmiş olması caiz olmaz. Çünkü bu, görüşü değiştirmek ve ceha­letin alâmetidir. Binâenaleyh, emir irâdenin hakikatinin kendisi ile olan şeyle varid olmamış idi. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bunun hepsi, bizim irâdenin manâlarının, kendisine vardığı manânın tahakkuk etmek üzere, kısımlara ayrılması bakımından bizim beyan etti­ğimiz husustu. Bunun ardında lafızdaki mani olan şey veyahut onun yö­nünden hasım katında çirkin olan yönlerden birine sarf etmekten başka bir şey yoktur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra dünyada fiilin üzerine vakî olduğu şeyde asıl olan onun, irâde üzere, yahut sehven veyahut galip olmak suretiyle vaki olmasıdır. Kendi­sinde galebe çalma, aldanma vasfından çıkan herşeyin fiiller için gereken irâde ile vasfolunmasi lâzımdır. Fakat irâdeden ibaret olan şey, vasfo-lunmaz. Çünkü hakikatte irade bir çok kısımlara ayrılmıştır ki, biz onu geçen bahislerde açıkladık. Tevfik Allah´tandır.

Amma görünen de, gerçekten irâde olan şey hakkındaki ifade edilen irade, kendisi ile fiilin olduğu iradenin ta kendisidir. Bizim nezdimizde mümkün değildir ki, onunla beraber[94] fiil olmasın. Mu´tezilenin katında ise, irade fasılasız olarak fiilden önce olur. Bundan başka fiil bulunduğu zaman olan ve sonra olmayan hususlardan olan ise, o, bilmen temenniden ibarettir. Cenab-ı Allah bu gibi vasıftan yücedir; münezzeh ve beridir. Binâenaleyh ilk vecih üzere Allah´ın irade sahibi olduğu ve dilediği vech üzere fiüin tahakkuk ettiği sabit olur. Kuvvet ancak Allah´tandır. [95]


Kaza Ve Kader Hakkında Mesele



Bize göre asıl olan odur ki; hakikaten bu mesele olsun, irade meselesi olsun, bunların hepsi fiillerin yaratılması hakkındadır. Eğer on­lar sabit olursa bu da sabit olur. Çünkü, fiillerin yaratılması, kazanın ol­duğunu ve meydana gelenin güzel ve çirkinlikten bulunduğu* halde ezelde takdir edildiği için kaderi ispat ediyor. Bu hususta, Allah-u Teâlâ´mn, onun kendi yaratığı olması[96] için onu dilemesini gerektirir. Biz bu mesele hakkında kendisine Allah´ın hidayet ettiği kimse iğin kifayet edeceğini ümit[97] ettiğimizi byean ettik; fakat ne var ki, insanlar bu hususu başlı başına bir mevzu ittihaz eden hakkında kelâm ettikleri için biz de bu hu­susu işlemekte onlara tabi olduk. Çünkü muhtemeldir ki, onlar, gerçek­ten hakkın, hangi kelime ile ifade edilirse edilsin her hangi bir lafzı düşü­nen için onun nuru ile zahir olduğunu murad etmiş olurlar. Tâ ki, gerçek­ten hak olan, ne ağızdan çıkan bir beyan nevi ile ve ne de dille ifade edilen lâfızla hak olduğu bilinsin. Fakat hakkın hak olması ancak onun için ser-dedilen delillerle bilinir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra kazanın hakikati bir şeye hükmetmek ve o şeyin lâyık olduğu üzere kesinlikle meydana gelmektir. Veya o şeyin kesinlikle meydana gel­mesinin gerçeklenmesidir. Bunun üzerine bazı kere eşyanın yaratılması­na rücu´ eder. Çünkü o eşyanın bulunduğu hal üzere olmasının gerçek­leşmesidir. Birinci ifadeye göre ise, herşeyin yaratıldığı üzere olmasıdır. Zira mahlûkati yaratan âlim, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah´tır. Hik­met ise, herşeyin hakikatine isabet etmek ve herşeyi yerli yerine koymak­tır. Allah-u Teâlâ : «Böylece gökleri yedi kat gök olarak iki günde ya­rattı...»[98] buyuruyor. Buna göre mahlûkatın fiillerinin, Allah onları yarat­tı, diye vasfolunması caizdir. Yani Allah onları yarattı ve hükmetti. Tıpkı Allah-u Teâlâ´mn «... Artık neye hükmün geçiyorsa, hükmünü ver...»[99] kavl-i celîli gibi. Bu noktadandır ki, her hakkı sahibine verip onun hakkı olduğunu açıkladığı için âlim olana kadı ismi verilmiştir. Allah-u Teâlâ´­mn «... Fakat Allah-u Teâlâ, dilediğini yaratır ve O, bir şeyi murad edin­ce, O´na sadece «Ol» der, o, hemen oluverir.»[100] kavl-i celîli de böyledir. Ve yine böylece «Allah-u Teâlâ, felanın şunu, şu vakitte yapacağına hükmetti. Bunun üzerine o da böylece o vakitte oldu» denmesi caiz olur. Bunun ger­çek anlamı, olmasını bildiği ve dilediği şey ile hükmettiğinin olmasıdır. Ve yine failin fiili ile zem veyahut medih, sevap veyahut asap bakımından müstahak olduğu şeye hükmetti demek de caiz olur.

Kaza, bildirdi ve haber verdi imanâsına da gelir. Tıpkı «Allah-u Te­âlâ´mn biz, Israiloğullarına Tevrat´da şunu vahyettik...»[101] buyurduğu gibi. Bu veçhe göre yine onun sena edilmesi caiz olur. Bu hususun cevazında hiç bir mâni´ bulunmaz.

Yine kaza kelimesi, bazan da emretti, anlamına geür. Tıpkı Allah-u Teâlâ´mn «Rabb´in kesin olarak şunları emretti : Ancak kendisine ibadet edin. Ana-babaya güzellikle muamele edin...»[102]. Ve «Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle, mümin bir kadın için, kendi işlerinden dolayı Allah´ın ve Peygamberin hükmüne aykırı olanı seçmek hakkı yoktur.»[103] buyurduğu gibi. Bu husus ise Allah´a ancak hayır işle­rinde izafe edilir. Kaza kelimesi, bazan da fariğ olma anlamına gelir. Ni­tekim Allah-u Teâlâ, Mûsâ, (on senelik hizmet) müddetini bitirince ve (evlenmiş olduğu) ailesiyle (Mısır tarafına), yola çıkınca...»[104] buyurmuş­tur. Lâkin bu nev´in Allah´a izafe edilmesi caiz değildir. Çünkü Allah´a bir şeyle meşgul olduğu veyahut o şeyden fariğ edilmiş olduğu isnat edil­miş olur. Ancak, yaratmış olduğu şeyin tamamlanmasının gerçekleşmesi hakkında mecaz olarak isnat edilir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Kaza hakkında bundan başka bir çok hususlar zikredilmiştir ki, bi­zim mevzubahs ettiğimiz hususda onları zikretmenin gerekmediği kanaa­tindeyiz.

Kader meselesine gelince : O, iki vecihtir :

Birincisi : Bir şeyin meydana çıkması üzerine olan had, o ise, her-şeyi hayırdan yahut serden güzel veyahut çirkin olan âlim veyahut cahil olma bakımından bulunduğu hal üzere kılınmasıdır. Bu ise, hikmetin te´-vilidir ki, o da, herşeyi olduğu hal üzere kılmaktan ibarettir. Ve herşey hakkında kendisi için daha iyi olanın verilmesidir. Bu örneğe göre Allah-u Teâla´nın «Gerçekten biz, herşeyi (hikmetimiz icabı) bir kaderle yarat-nıışızdir.»[105] kavl-i celîline göredir.

İkincisi : Herşeyin zaman, mekân, hak, batıl, ve sevap olan, azap olan husus bakımından vaki olduğu hal üzere beyan edilmesidir. Bu ikiden bi­ri gibi olan Peygamberimiz Sallellahualeyhivesellemden rivayet edilen­dir ki, Cebrail aleyhisselâm kendisine iman hakkında suâl sorduğu zaman zikrettiğimiz hususların yanı sıra kaderi zikrederek hayır ve şerrin Al­lah´tan olduğuna inanmandır, diye cevap vermesidir. îlki her hangi bir «şey»in olduğu hal üzere yaratılmasının kaim olması gibidir. Bu ise, kul­ların fiilleri hakkında onların güzel ve çirkin olması bakımından akılla­rının ulaşamadığı şeyin dışına çıkan ve akıllarının bu hususa kadir olma­yandır. Buna göre sabit olmuştur ki o, Allah-u Teâla´nın emri ile meyda­na çıkmıştır. îkinci olarak da, yine onların ilimlerinin ulaşamadığı zaman ve mekânla fiillerini takdir etmeleri muhtemel değildir. Bu yöndendir ki, kendileri ile olması da ihtimal dahilinde değildir. Onlar, Allah´tan hariç değillerdir. Allah-u Teâlâ, Kur´ân-ı Kerîm´inin bir âyetinde şöyle buyu­ruyor : «... Oralarda yolculuk için (muayyen yer ve zamanlarda) gidiş geliş takdir eylemiştik.»[106] ve yine Cenâb-ı Allah, «Yalnız Lût´un karısını, gerçekten azap içinde kalanlardan takdir ettik»[107] buyurmuştur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Kâ´bî, iddia ederek gerçekten Allah-u Teâlâ, küfrü hükmetmez di­yor. Sonra kazanın vecihlerini tefsir ederek onu tefsir edilenin bazısı hak­kında kılmıştır. Binâenaleyh, onun kazanın tefsir edilen vecihlerden bi­rine ihtimali üzere tümünü inkâr etmesi hatadır. Sonra küfrün birbirle­rine benzemediği ve batıl olduğunu iddia ederek deliller getirmeğe çalış­mıştır. Allah-u Teâla´nın batıl ile hükmetmenin batıl olduğunu bilmiyen için Allah´ın kazası haktır ve gerçektir. Ve birbirine benzememeleri ile birbirine benzememek hak ve adalettir. Hakimlerin hükmü de böyledir. Meselâ cömertlik ve zulüm fiilleri... O, cömertliktir, batıl olmadığı gibi bir­birlerine benzememeklik de yoktur. Hatta hemen hemen onu küçük ço­cuklar bilir. Kim ki onu bilmez de sonra kelâmın sınırını iddia ederse ona söylenilecek söz ilk Önce kelâmı bilmesi olmalıdır. Kuvvet ancak Allah´­tandır.

Peygamber Sallallahualeyhivesellemde.n rivayet olunan şeyle de ih-ticac etti. Peygamber Aleyhisselâm, Allah-u Teâla´nın kendisine şöyle ha­ber verdiğini ifade buyurdu. Kim ki, benim kazama razı olmaz ve benim verdiğim belâ ve musibetime sabretmezse o, benden başka Rabb ittihaz etsin.»[108]

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu ilk zikredilen fiilidir ve ger­çekten[109] onun gazabına razı olmak, küfrün mahrecidir, kötü, çirkin, şer, fasid, olduğunu ve sahibine Allah´ın gazabını ve azab etmesini icap ettir­diğini, ancak bu hususlardan tevbe edenin hariç olduğunu bilinendir. Bi­nâenaleyh bunlara razı olmayan kimse kâfirdir; haberin varid olduğu şey üzere bulunur. Küfür gerçekten çirkindir. Ve kulun fiilidir. Onun Al­lah´ın kazası ve hükmü olması mümkün değildir. Böylece hakikaten Al­lah´ın kazasının fiilin hakikatinin bulunduğu şeylerden zikrettiğim husus­tan ibaret olduğu sabit olur.

Oysaki, gerçekten hayrm hakikati, hastalıklarda ve musibetlerdedir. Görülmüyor mu ki; Cehennem´de ebedi kılmak mu´tezile nezdinde Allah´ın kazasıdır. Rüsvay olmak, sapıttırmak ve benzerleri de böyledir. Varsın Kâ´bî bunlara kendi nefsi için razı olsun. Yok, razı olmazsa Allah´tan başka, Rabb talep etsin. Mu´tezile diyor ki; Allah´ın din hakkında vuku-bulacak musibet ve hastalıklar için kazası yoktur. Onlar için hiç bir gü­nah yoktur. Onlar için günah ancak bedeli ile olur. Bu takdirde kendile­rine, o, hastalık ve musibetlerin bedeli verilmedikçe onlara razı olmazlar, îşte bu da Hadîs-i Şerifle rivayet edilen «Benden başka Rabb ittihaz et­sin» cümlesinin anlamıdır. Ve devamla «Bizim üzerimize vacip olan Al­lah´ın kazasına razı olmaktır,» der.

Allame Ebu Mansur (r.h.), Allah´ın kazasına nasıl razı olunacağını ve bu hususta üzerine vukubulan hususları beyan ettik diyor. Cenab-ı Hakk´ın : «Gerçekten biz herşeyi (hikmetimiz icabı) bir kaderle yaratmisızdır.»[110] kavl-i celîli hakkında, kader gereken hususlardandır. Küfür ise gereken hususlardan değildir diyor. Onun kader hakkındaki sözü bizim zikrettiğimiz yöndendir ki, o yönde de kaderin gerektiği hususlar vardır.

Sonra, Allah´ın kaderinin çirkin olması gerekir. Sonra der ki : Sana soruyor ve diyor ki; Allah küfürü takdir temiş ve sonradan vukubulması için hükmetmiş midir

Murad ve maksadından sorması gerekir. Şöyle ki :

Ebu Mansur (r.h.) der ki : Bu husus vacip olduğu zaman, kendisin­den haber talep etmeden önce vacip kıldığı şeylerin hepsini gaflette bı­rakmaktır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Kaza, kader, yaratmak ve irâde hakkında asıl olan şudur ki; bu hu­suslar için üç yönden hiç bir kimse için özür yoktur.

Birincisi : Gerçekten Allah-u Teâlâ, hükmetti ve yarattı. Bilinen ve zikrolunan hususlardandır ki, gerçekten Allah, onları diîer ve onlara tesir eder. Allah-u Teâlâ´nm dilediği, yarattığı ve vukubulması için hüküm ver­diği şeyle kendisine vasıl olurlar; tercih ettikleri şeye de ulaşırlar. Onla­rın, kendi katlarında eşyayı tercih eden ve ondan haber veren şeyle ihti-cac etmelerine hakları yoktur. Oysaki bu hususları onların ilimle, kitap ve haberle elde etmeleri mümkün olmayan hususlardandır. Çünkü onlar­dan, olup meydana gelen hususları onlar, ihtiyar ederler ve onlara mües­sir de olurlar. Allah´tan yardım etmesini niyaz ederiz.

İkincisi : Gerçekten onların hepsini, Allah, onların işledikleri hal üze­re kendilerine yüklememiştir. Onları o hususa da reddetmemiştir. Mecbur

da kılmamıştır onları.

Bilakis onlar, oldukları hal üzere bulunurlar. Kendilerinden bir şey bulunmazsa da benim zikrettiğim şey bulunmaksızın onların bulunmasını tevahhüm ediyor. Yine onlara, yaptıkları şeylere karşı çıkmaları imkânı verilmiştir. Bu olmadı. Çünkü Allah, onîarı mecbur kılmadı. Cenab-ı Hak, mahlûkattan her birinin, ihtiyar sahibi, müessir, fail ve terketmeğe im­kân sahibi olduğunu bildiği şeyin hakikatini onlardan ayırmadı. Bu hu­sus, kendisinde fiillerin vukubulduğu sair, mekânlar, zamanlar, araz ve cevherlerin yaratılması gibi değildir. Her ne kadar bunlardan bir şeyin olmasının onlar için özür olma imkân ve ihtimali bulunmazsa da. Veyahut bahis konusu ettiğimiz husus için bir hüccet, bir delil veya Özür olma ihti­mali bulunmasa da. Tevfik Allah´tandır.

Üçüncüsü : Bunlardan bir şey, onların akıllarına bile gelip hatırla-mamışlardır. Fiil anında onlar kendilerinde dahi değillerdi ki, o hususlar­dan bir şeyi işlediklerini bilsinler. O, fiil için olmayan bir husus için ihti-cacda bulunmak, ihticaca muhatap olan kişi nezdinde batıl ve fasiddir. İşlediği şeyin kendinde bulunmayan hususun özür olması da böyledir. O, elbetteki batıl ve yok olmuş olur[111]. Eğer onlar için bunlarla ihticac et­mek bulunmuş olsa idi, onların, haber verilenle, ilimle kuvvetlendirmek[112] ve benzeri gibi hususlarla ihticac etmek olabilirdi. Oysaki, gerçekten eğer bu onlar için özür dilemek olsaydı, onlar için emir, nehiy, vaad, vaîdi bil­memeleri ve vukubulduğu yerle, günahkâr oldukları yeri bilmemeleri se­bebiyle olurdu. Ve yine Allah´a zarar vermeğe, Onun hüküm ve saltana­tına ihanet edilmeyen ve mülküne noksanlık getirmeyen hususlarla özür olurdu. Ve yine onlardan meydana gelen şeyle olan ilimle onları yarat­ması sebebiyle özür olurdu. Eğer onların bu hususlar hakkında ihticac etme hakları olsaydı, onun hepsinden daha açık olanlarla ihticac etmi´ olurlardı. O, kendisi gibi olanın fiil vaktinde, kerem, cömertlik, onları azaplandırmaktan müstağni, affetme, bağışlama, Matlarından kendisine bir faydanın olmaması, günah ve isyanlarından kendisine hiç bir zararın varid olmaması gibi hususların zikrinde düşünülmüş olurdu. Bunlardan bir şeyle ihticac olmadığı zaman evvelki hakkında da ihticac olmaz. Bu, zikrettiğimiz hususların Allah´tan olmadığına nasıl delâlet ediyor denir­se, cevap olarak denir ki; Allah-u Teâlâ´dan varid olarak beyan ettiğimiz hususların hepsinin tahkik edilmesinde geçen deliller, ifade edilen o hu­susa delâlet etmektedir. Kuvvet ancak Allah´tandır. ´

Bu hususta asıl olan odur ki, gerçekten herkes biliyor ki; kendisi fa­ildir, yapmış olduğu şey için kendisine imkân verilmiştir. Ve kendisine başkası tesir etmiştir. Öyle ki, eğer kendisinden o husus menedilirse bu, ona çok ağır gelir[113]. Gerçekten onun zıttını ihtiyar etmiş idi. Onun haki­katini reddetmeğe bir yol bulunmaz. Çünkü onun hepsinin kendinden sa­dır olduğunu bilir. O husus, sahibi için olmuştur. Tıpkı, görünen yaratık­lar ve yanlış olarak kendisine hayal olmayan his gibi. Sonra herkes ken­di fiilini, güzel ve çirkin olma bakımından aklen takdir ettiği şeyin gayri olarak meydana çıktığını görür. Yine aynı şekilde, zaman ve mekân ile takdir etmeğe, ilminin ulaştığı şeyin gayri olarak ve nefsinin yorulma, elem duyma gibi hususları kasdetmediği ve onun gibisine kudretini kul­lanmadığı şey olarak meydana çıktığını görür. Oysa ki kendi nezdinde kudretinden bir noksanlık bulmaz. Böylece, gerçekten fiilleri hissî ve gö­rünür bir hal olmasına yakm bir durum ifade eden yollardan, fulleri ken­dilerinin yaratmış olduğu şeylerden olmadığı sabit olur. Kim ki, bu yön­lerden fiillerin onlardan meydana gelip gerçekleştiğini kabul ederek bo­yun eğerse veyahut geçen[114] yönlerden fiilleri kendilerinden nefyetmeğe yönelirse, o kimse aklı ile büyüklük yapıp böbürlenmiş, hissine aldanarak inatlaşmıştır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra biz mu´tezilelerle ittifak halindeyiz ki, gerçekten Cenab-ı Hakk´a mahlûkat ve fiillerinden isimlerde çirkinlik ifade etmeyenlerden başka bir şey izafe ve isnad edilmez. İsimlerde çirkinlik ifade etmeyen­lerden başka bir gey izafe ve isnad edilmez. İsimlerde çirkinlik ifade ede­cek şey ise Allah´a asla izafe edilmez. Bu husus, nefyedilip yasaklanır. Bunun üzerine bazı meseleler meydana çıkmıştır :

Birincisi : Hayru hasenattan Allah´a isnad edilenlerin, Allah´a izafe edilmesinin yönü hakkında ki, onların hepsi Allah´tandır. Mu´tezile, hayır olanları isteme ve onları elde etmek için güç ve kuvvet sahibi olma ve emir alma bakımından Allah´a izafe edilmesinde beis yoktur, derler. Biz ise diyoruz ki; izafe ve isnad çeşidinden bu her ne kadar güzel ise de fiil­ler zikredildiği zaman Allah´a izafe etmeden bu murad olunmaz. Fakat fiiller zikredildiği zaman Allah´a Hamdu sena ve şükretme murad edilir. Bu hususta, evvelki hal caiz olunca, bunun da caiz olması daha evlâdır. Çünkü emir, dua ve kuvvetlenme bakımından kendisinde mümin ve kâfir müşterektir. Hamd ve şükretme bakımından ise, mümin ile kâfir birbir­lerine muhtelif bir durumdadırlar. Bunu açıklayan hususlardan biri de, mutlak olarak şöyle demenin caiz olmasıdır : Hakikaten iman, Allah-u Teâlâ´nın nimetlerinden bir nimettir. Gerçekten mümine Cenab-ı Hak, in´âm ve ihsan etmiştir. Eğer Allah-u Teâlâ´nın kendisine olan fazlı, ih­sanı olmasaydı, küfür pisliğinden temizlenmezdi. Ve böylece kendisi bü­yük bir azaba dûçâr olurdu. İşte bu yönden kâfir hakkında vukubulan hususlar, Allah´a izafe olunmaz. Fiiller zikrolunmadığı zaman da emir üzere olur. Tevfik Allah´tandır.

Bunun için tebdil ve tahrif edilmiş kitabın gerçek kitap olduğunu söyliyenlere ve onu..[115]. ve benzerini Allah´a izafe edenlere, Cenab-ı Hak îânet etmiştir. Gerçekten onlar, bununla emir varid olduğunu iddia etti­ler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, kendi zatını bu hususdan berî ve mü­nezzeh kılıp onun, şeytanın işi olduğunu haber vermiştir. Ve onlar bunu çekemedikleri için kendilerinden uydurarak söylemişlerdir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Yine emir olması bakımından fiil caiz değildir. Çünkü onda ancak ilzam ve gerektirme bulunur. Kendisinde çok büyük zahmet ve meşakkat bulunduğu için onunla Allah´a izafe edümez. Bilakis Hamdu senada bulun­mak ve şükretmek bakımından Allah´a izafe edilir. Tıpkı Allah-u Teâlâ, şu âyet-i celîlelerde buyurduğu gibi. «... Doğrusu sizi imana hidayet bu­yurduğundan, Allah, sizin başınıza kakar; eğer (imanınıza) sadık kimse-lerseniz»[116]. «îtaat için sağlam söz verdikten sonra arkasından döneklik ettiniz. Eğer Allah´ın fazlı ve rahmeti üzerinize inmeseydi, elbette kendini aldatmışlardan olurdunuz»[117]. Kâ´bî, Allah-u Teâlâ´ya ancak iyi ve güzel olan izafe edilir diyor, sonra da itaatlarm Allah´a izafe edilmesinin emir yönünden "olduğunu iddia ediyor. Bu hususta hangi güzellik ve iyilik var­dır Buna dahil olan hususları biz ge^en bahislerde beyan ettik. Ve Kâ´bî, Allah´-u Teâlâ´ya serlerin izafe edilemiyeceğini iddia ediyor; çünkü Al­lah, onları nehyetmiştir, kendisine izafe olunmaz diyor.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bizim katımızda da serler Allah´a izafe olunmazlar. Çünkü biz beyan etmiştik ki, Allah´a izafe edilmenin vechi, şükretmek içindir. Şerlerde ise şükretme yönü yoktur.

Sonra müslümanlarm «Hayır ve şer Allah´tandır», sözleri hakkında der ki, müsîümanlar bununla ancak dinsizlerin sözüne[118] muhalefet etmeği kasdetmişlerdir. Kulların fiiline gelince; o, hatırlarına bile gelmemiştir. Belki Allah, O, şeytanın amelidir buyurmuştur.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) der ki: Müslümanlarm sözü olduğu zikro-lunan şey, yalandan ibarettir. Çünkü müsîümanlar öyle dememişlerdir. Bilakis müsîümanlar «Hayır ve şerrin ezelde takdir edilmesi Allah´tan­dır» diyorlar. Ezelde şerrin takdir edilmesi, şerrin kendisi değildir. Din­sizlerin durumu hakkında da söz böyle değildir. Çünkü böyle olmuş olsaydı, o takdirde şerrin alim, ve hikmet sahibi Allah´a izafe edilmesi çir­kin olurdu. Bilakis fiili ser olan kimsenin kendisi gerdir ve fiili fesad çı­karma olan kimsenin de kendisi mufsittir. Onun «Müslümanların hatırı­na bile gelmez», sözü ise yalandır. Bilakis zikrolunan şeyin hususiyeti kendi hatırına gelmez. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra diyor ki : Eğer denirse ki küfür emir olma cihetinden Allah´­tandır demiyoruz, fakat yaratma bakımından Allah´tandır diyoruz denir­se, cevap olarak emir, fiilin gayridir demiştir.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bunun üzerine biz şöyle deriz; küfür, bir yoldan Allah´tandır ve mutlak olarak ifade etmek suretiyle şer Al­lah´tandır demiyoruz. Ve böylece hiç bir kimsenin; îblis Allah´tandır, ya­hut Şeytan Allah´tandır, yahut her kazurat ve pis kokanlar Allah´tandır veyahut da her fesad Allah´tandır diyen yoktur. Öyle ise gerçekten bu lafız, mahlûkatta var olan şey hakkında da fasiddir. Kuvvet ancak Al­lah´tandır.

Bu hususta asıl olan şudur ki, gerçekten onu ifade etmek, emri iste­me yerine veyahut nimetleri izafe etme yerine çıkar. Bunda ise elbetteki o iki husustan bir bulunmaz. Öyle ise Allah´a izafe edilmesi caiz olmaz, O, tıpkı bizim deiğimiz gibidir ki; gerçekten Allah, tahkik edildiğinde her ne kadar herşeyin Rabb´i ve herşeyin ilâhı ve herşeyin yaratıcısı ve herşey de kendisinin ise de bu hususlar, pislikler, çirkin ve kötü olanlar ve ancak onlara istihkak kesbetmesiyle zikrolunan şeylerden benzerlerin­de söylenmez. Onların bir olan Allah´a izafe edilmesi o husus üzerinden çıkar. Her ne kadar onlar yaratılmış iseler de Allah´a izafe edilen şey­lerden onların küfrü yaratılmış ise de. Bizim üzerinde durduğumuz konu da onun gibidir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Buna göre küfür ve masiyetler hakkında onların Allah-u Teâlâ´nın iradesi, takdiri ve kazası iledir demek, iki yönden mekruh olur :

Birincisi : Çirkin olanlardan zikrolunan husus veyahut ancak çirkin gösterilme ve kötüleme bakımından zikrolunan şeyler. Vasfı bu olan şey, haber verdiğim hususa binaen Allah´a izafe olunmaz. Her ne kadar ger­çekte ve tahkik edildiğinde sözle ifade edilirse de.

İkincisi : îhticac ve özür dilemek üzere kendisi ile kelâm edilen hu­sustur. Ondan anlaşılan da budur. Biz, bu hususta onlar için her hangi bir özrün bulunmadığını beyan ettik. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Ve yine böylece insanlar nezdinde her ne kadar hakikatte her şeyin yaratıcısı olsa da Allah´a ey habis ve necis olanların ve benzerlerinin ya­ratıcısı diye söylenmez. Bizim zikrettiğimiz husus da bunun gibidir. Bu mevzuda asıl olan odur ki, Allah-u Teâlâ´ya her tazim veya şükretme ve­yahut ta emrini veya nimetini zikretme yerine çıkan herşey, kendisine iza­fe edilir. Bu hususların gayrine çıkanlar ise hakikatte her ne kadar Al-lah´m yaratmış olduğu mahlûkattan ise de kendisine izafe edilmez. Kuv­vet ancak Allah´tandır.

Bu hususta genel olarak ifade edilir ki, gerçekten Cenâb-ı Allah, kendi fiili ile vasfolunur. O, hakikatte adalet veya fazlu ihsan manâsı üze­rine çıkar. Basan da kendisine hakikatte fiili veya sıfatı olmayan şey izafe olunur. Bu eğer övülmeye lâyık bir manâ iktiza ederse caiz olur. Çünkü ona Allah´ın im´âmı ve fazlı ile nail olunmuştur. Yok eğer övüle­cek bir manâ iktiza etmezse izafe edilmesi caiz olmaz. Çünkü O, hakikatte Allah´ın fiili değil ki, onunla vasfolunsun. Allah, kendi fiili bakımından hüküm, hikmet ve adalet sahibidir. O ise, nıahlûkat katında olan o şey, ise bu vasfın gayridir. Allah-u Teâlâ, bu iki vasfın gayrinden yüce­dir; berî ve münezzehtir. Çünkü Allah´ın fiillerinde adalet, hikmet veya­hut fadlu ihsan sıfatları vardır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Kaderiyyeler, saptırmak, şüphe[119], kalbleri çevirmekten Cenab-ı Hakk´a izafe edilen hususlar ve Cenab-ı Al­lah´ın «... Allah, onların kalplerini, imanı kabulden çevirmiştir.»[120] kavl-i kerîmi ve benzerleri hakkında şöyle diyorlar : Gerçekten bunlar, mihnet, meşakkat, hali kalmak, kurtarmak[121] ve benzeri gibi şeylerde olur. Hayru hasenat da ise emir, kuvvet verme ve benzerleriyle olur. Eğer onların de­dikleri ile ifade edilmiş olsaydı, onların nezdinde emir ve güç vermek iti­bariyle hidayet nurundan sapıklık karanlığına çıkarmak, Allah´a izafe olunurdu. Tıpkı sapıklık karanlığından hidayet nuruna çıkarmak kendisi­ne izafe olunduğu gibi. Çünkü kendisindeki hayır hakkında izafetin illeti emir ve kuvvet verme olmuştur. Hidayet şöyle diyor : Onun zikrettiğinin hepsi söylenilerek karşılık teşkil etmektedir. Çünkü diyor, emir ve kuv­vet vermenin her ikisi mihnet ve meşakkattir. Her ikisinde de hâli kılmak ve kurtarmak mevcuttur. Bunun doğru olduğu zaman diğeri de doğru

olmazsa, bunda bulunan manânın diğerinde bulunmadığı zahir olur. Bunun­la beraber, kaderiyyeler, Allah´a ger olanlar izafe olunmaz diye iddia et­mişlerdi. Çünkü Allah, onları nehyedip yasaklamıştır. Binâenaleyh, Al­lah, sapıklığı, azgınlığı ve şek ve şüpheyi nehyetmiştir. Bunlar Allah´a ni-Çİn izafe[122] olundu Tevfik Allah´tandır.

Onlar isim vermekle sapıtma hakkında kelâm ettiler. Bu sözleri ve görüşleri batıl v efasittir. Çünkü o, gayrinde de bulunmuş olup Allah´a izafe olunmamıştır. İsim vermede hikmet ve fazlu ihsan olmadığı için­dir ki Allah-u Teâlâ´nin «Allah dilediği kimseyi sapıtır, dilediği kimseyi de doğru yol üzerinde bulundurur»[123] kavl-i kerîminde beyan edildiği gibi. Müsnağnî ve hüküm sahibi olmakla vasfetme yerinde zikroîunur. O da işte hüküm ve kuvvet sahibi olma yeridir. Allah´tan yardım talep ederiz.

Bizim nezdimizde bunların hepsinde asıl olan şudur ki : Hakikaten Cenab-i Hak kendi fiili ile mevsuftur. Allah-u Teâlâ´nın fiilinin manâsı, Allah´ın her şeyi onun için daha evlâ olan bir halde yaratmasıdır. Bu ise fiilindeki adaleti ve fazlu ihsanı olarak tecelli eder. Allah-u Teâlâ´nın vasfı bu iki husustan ve fiilinin hakikati[124] ilkinden hâli kalmaz. Bunun üzerine fiili yolundan kendisine hangi yönden isnad ve izafe edilirse, ken­disinin yarattığı manâsını gerçekleştirir. Binaenaleyh bu saptırma hak-kuıda zikredilen, kesinlik ve gayri hakkından zikrohmanlar mu´tezilenin süsleyip kötüleri iyi göstermelerinden başka bir şeye muhtemel olmaz. Allah-u Teâlâ´nın fiilinin manâsı da böyledir. Tevfik Allah´tandır. [125]


Mes´ele (Kaderiyyenin Zemedilmesi Hakkında)



Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Kelâm ehli kaderiyye isminin zemmedilnıesi, yerilmesi hakkında ittifak etmişlerdir. Onlardan her biri Kaderiyye isminden berî kalmışlardır. Resûl-i Ekrem´den (s.a.v.) bu is­min hakikatinin kimde bulunduğunu Öğrenme yolunu gösterecek husus rivayet edilmiştir. Peygamber aleyhisselâm kaderiyye hakkında «Kade­riyye bu ümmetin mecûsîsidir.»[126] buyurmuştur. Bilinen bir gerçektir ki, Peygamber aleyhisselâm, bu mübarek sözü ile kaderiyye´yi zemetmek murad etmiştir. Hadis-i Şerif, onların fikir ve ifade bakımından mecusi-lerin dinler ehline muhalefet ettikleri hususlarda, kaderiyyeler mecusi-lere katıldılar manâsını ifade etmektedir. Bu ismin sahiplerinin hakika­tinin açığa çıkması için bu hususu çok iyi düşünmek elbetteki lâzımdır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Mecusilerin ehl-i edyana muhalefet etmelerinin zemmedilmesinin aslı bir kaç yönden ifade edilir :

Birincisi : Onlar diyorlar ki; Allah-u Teâlâ bir idi. Şeriki yoktu. Son­ra kendisinde bir akıcı ve reddedici düşünce meydana geldi. Bu ya kendi­sini güya isabet ettiği için oldu. Yahut, kendisine karşı gelip, sataşacak bir düşmanı olacağını sandığı için oldu. Böylece akıcı ve reddedici dü­şünceden ibils meydana geldi. Bunun üzerine iblis, âlemde vukubulan şerri yarattı. Allah da hayrı yarattı. Allah´ın ger, fesad ve benzerleri onlardan hiç bir şeyin yaratılmasında kudreti yoktur. İblisin hayır, doğru ve yararlı olanların yaratılmasında bir kudreti yoktur. Böylece âlem her ikisi ile var olup ayakta durmaktadır, işte bunun hepsi ile dinler ehline muhalefet etmektedirler. Bilinir ki, gerçekten bunların hepsi zem vasıflan ve kötü, yaramaz sıfatlardır. Sonra mu´tezilenin bu sıfatlardan her bir sıfatta na­sibi vardır. Bunun içindir ki onlara kaderiyye ismi verilmiştir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bu husus şöyle izah edilmektedir : Hakikaten Mu´tezile iddia eder ki[127]; gerçekten Allah-u Teâlâ vardır. Kendisinden başkası yok idi. Sonra Allah-u Teâlâ, iradenin olmasından başka, onun meydana gelmesi için irade veya ihtiyarı bulunmaksızın irade meydana gelip var oldu. Binâe naleyh, âlemin hepsi bu irade ile var olmuştur. Çünkü o fiilde şu ifadeler, onların sözîerindendir : Gerçekten âlem Allah´ın fiiüdir. O fiil, Allah´ıc ihtiyarı ile vaki olmuştur. İhtiyar ise, hakikatte iradeden ibarettir. Nite­kim Cenab-ı Hak «... Çünkü Rabb´in dilediğini, hemen noksansız yapar.» [128]buyurmuştur. Mu´tezile o hadiseye irade ismini vermiştir. Mecûsiler ise, ona düşünce adını vermişlerdir.. Her ikisinin arasındaki ihtilâf, hakikat­te değil[129], bilakis isimdedir. Sonra mecûsiler onunla âlemi vasfetmekte-dirler. Mu´tezile ise âlemin hepsini onunla vasfediyor. Her ikisi de elde edilen husus hakkında zemmeden, kötüleyenin sözünün altında bulunmu-lardir. Mu´tezilede ise bu husus daha ziyade olarak görülmektedir. Sonra mu´tezile, toplanmak, ayrılmak, hareket etmek, sükûnet bulmak, yarat­maktan ayrı veyahut uzak olarak doğanların hepsinden âlemin Allah´tan olmaksızın, cisimlerle ve Allah´la meydana geldiğini ifade ederler. Me-cusilerin nezdinde de hayır ve serden âlemin hepsi böyledir. Hattâ mecû­siler, cevherlerden çoğunu iblise isnad ederler. Mu´tezile, hakikatte on­lardan bir şeyi Allah´a isnad etmeğe kadir olmaz. Mecûsiler, Allah´la şerri yaratmak üzere iblise kudreti isnad ederler. Fakat Allah´tan kud­reti nefyederler. Mu´tezilenin mahlûkatin fiilleri hakkındaki sözü ve gö­rüşü de böyledir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Mecûsiler, âlem hakkında Allah´a isnad ettikleri kudretin, iblisde bu­lunmadığını; mahlûkat üzerindeki[130], iblisin kuvvetinden bir şeyin AUah´da bulunmadığını söylerler. Mu´tezilenin tutumu da böyledir. Ancak mu´te-zileler bu hususu bütün diri olanlar da olduğunu Öne sürdüler. Mecûsiler ise, bunun iblise mahsus olduğunu ifade ederler. Mecûsiler kendisi hak­kında emir olmayan şey de Allah´ın bir hükmü ve iradesinin bulunmadığı­nı ileri sürerler. Mu´tezüelerin ileri sürdükleri de böyledir. Mecûsilerin, şer olanın yaratılmasını ve eşyanın fesada uğramasının Allah´a isnad ve izafe edilmesini çirkin görmelerinden dolayı iki ilâhın bulunduğunu iddia etmelerinin manâsının aynısını mu´tezilenin iddia ettiği hususlarda da bulunmaktadır. Eğer rubûbiyeti hakkı ile bilmiş, onun her şeyi yerli ye­rine koyduğunu ve onun fiilinin kendisine yarar sağlamış olmasından ve­yahut kendisi için bir hayır kazanmasından gani, yüce ve berî olduğunu bilmiş olsalardı; muhakkak ki bütün mahlûkatm bulunduğu hal üzere ya­ratılması ile vasfedilmesi, kudret ve celâl´in vasfı olduğunu ve bunu ifade etmenin mülk ve kibriya sıfatlarım tam manâsı ile ifade etmek olduğunu bilirlerdi. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Mu´tezilenin ehlinden isimle[131], yükselen kimseden daha lâyık olduğum* açıklayan hususlardan diğer biri de; Allah-u Teâlâ´mn insanların dilleri­ni, bu ismi onlara isnad etmeleri için konuşturması hususudur. İnsanla­rın büyük ve küçüğü bu ismin altında bulunanı bilen olsun bilmiyen ol­sun, bunun onların ismi olduğunu ispat etmişlerdir. Fakat bu insanların işi ve icadı olarak vukubulmamıştır. Bu ancak Allah-u Teâlâ´mn fazlu ihsanı olarak vukubulmuştur ki, bununla dinde zimmet ehli olan bilinsin. Bunun üzerine onlara karışıp beraber bulunmaktan kaçınılsın. Bu husus­ta onların açık-seçik iki alâmetleri vardır :

Birincisi : Onlardan her birinin renginde, yaratılışları bakımından güzel olsun veya çirkin olsun her birinin yüzünde insanlar baktıkları za­man pek çirkin gördükleri sevimsiz ve soğuk bir sararma zahir olup be­lirir. Bu hal, Mecûsilerin yüzlerindeki hal ile karşılaştırıldığı zaman her ikisinin eş değerde olduğunu görürler.

İkincisi : Onların, mecûsi topluluğundan uzak kalmaları[132] ve onla­rın hepsinin islâm ülkesinin kendi ülkeleri olmasını kabul etmemeleri. Kuv­vet ancak Allah´tandır.

Bu ismi onlarda gerçekleştirmek için de yine iki vecih vardır : Haki­katen her din ve mezhep sahibi kendisinin inanıp benimsediğini iddia et­tiği manâya nisbet edilmiştir. îslâon, yahudilik, hristiyanlık ve benzeri gibi. İşte mu´tezile de böylece kendileri için, fiilleri kadarım görüyorlar. Onlardan gayri ise bunu kendinden görürler. Başkası için gördüğü şeyle meşhur olması mümkün değildir. Kendisi için hakikatim[133] iddia ettiği kimseden ifade edilir. Onun gibisi, Resûl-i Ekrem Sallallahualeyhivesel-lemden hayır ve şerrin Allah´ın takdiri ile olduğuna inanmanın imanın şartından olduğu rivayet edilmiştir. Başka bir vecih de şudur : Bilinen bir husustur ki; mu´tezile mezhebinden olanın kendisinden iman ismini giderecek şeyden salim olduğu görülmez. Şehevi arzulara râm olarak günahı kebair irtikâb etmek suretiyle islâm kisvesine bürünmekten sa­lim olduğu dahi görülmez ki; bu, onların Allah´ın dinini küçümsediklerini ve nefislerine sundukları şehevi arzunun en azı ile dinden çıkmağı ihtiyar ettiklerini beyan eder. Allah´ın dininin gayrine nisbet edilmeleri, onlara daha fazla lâyıktır. Çünkü onların dinleri hakkındaki hal ve durumları odur ki, onların nezdinde Allah´m dini de o dinin kendisidir. Kuvvet an­cak Allah´tandır.

Sonra Kâ´bî diyor ki, hakikaten arabın adeti; bir şeye haris olup üze­rine düşen kimseye o şeyle lâkap takar. Bunun üzerine yerinin gayrinde onu çok zikreder. Hatta fazla ileri gidip onda haddi tecavüz etmek sure­tiyle onu o şeye nispet eder. Onlar, bunu yaptılar; her fahiş, kötü ve maz-mum olan hakkında bu Allah´ın takdiridir dediler.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: O kimse davasında bu kadarı hakkında bir kaç yönden hata etmiştir.

Birincisi: Araptan hikâye ettiği husus; ikincisi de : Kendilerinden rivayet edilen şeydir. Onlar, bunu söylemiyorlar. Eğer onu söyliyen varsa onlardan dinlerin ve mensuplarının isimlerini bilenler söylemez. Ancak onu avamdan olan söyleyip zikreder. Havas tabakası ise, bunu anmaz­lar. Bilakis onlar kendileri için özür olmayan hususta Özür dilemekten korktuklarından dolayı onu yad etmeği istemezler. Arap eğer bu hususu ifade ettiği şeyi yapmış ise, onu ancak kendisine lâkap verme[134] zahir olan kimse hakkında yapmıştır. Yoksa tahkik için yapmamıştır. Biz tahkik edilmesi hakkı olan husus hakkında kelâm ediyoruz. Çünkü Resûlüllah´tan varid olmuştur. O da ehlinin kadim olmasıdır. Kuvvet ancak Allah´tan­dır.

Ve yine gerçekten zemmetme Resûlüllah´tan (s.a.v.) gelmiştir. O va­kitte bu fiille bilinen kimse yok idi. Arapların kendilerine isim verdikleri bu taifede yok idi. Bunun için dediği isme muhtemel olmaz. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra bize öyle soru sordu ki; o soru onun hayret içinde kaldığına delâlet etmektedir. Binaenaleyh o, «Siz kader yoktur sözünüzle ona nis­pet ettiniz» dedi. Buna, «Şey, nefyedene nispet edilmez» diye cevap verdi.

Şeyh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: Onun dediği doğru ve gerçektir. O, iddia edene ve kendisi için ispat edene ancak nispet edilir. Onun söyle­diği gibi fiiller, Allah´ın ezelde takdir ettiği gibi meydana çıkar. Sonra der ki, eğer «Siz bunu, biz amellerimizi takdir ederiz sözünüzle ispat etti­niz.» denilirse cevaben bu husus iki yönden vacip olmaz denir.

Birincisi : îsim gerçekten ondan takdir olunmuştur.

İkincisi : Gerçekten kendisi için şöyle söylemekte bir engel bulun­maz; O, namazını, elbisesini, evini, yolculuk hakkındaki isini takdir eder. Bunun üzerine onların hepsini kaderiyye olması gerekir.

Ebu Mansur (r.h.) der ki: Birinci gakka gelince : O, takdir olunmuş­tur. Ve takdir eden de birdi.. Sonra gerçekten hristiyan ve yahudinin fiili, hristiyanlaşnıak ve yahudileşmektir. îsîm, görülen şey üzere vuku-bulnıuştur. Kader hakkındaki görüş de bunun gibidir.

İkincisi: Bazan Allah-u Teâlâ´ya onunla isim verilir. Sonra «Kaderi­dir» denmez. Binâenaleyh gerçekten onun özel bir emre ve kendisine ait olan manâya rücu´ ettiği sabit olur. Eğer özel bir işe rücu´ ederse o, din hakkındadır. Kim ki onu kendisine nispet ederse o, ona daha lâyıktır. Eğer kendisine rücu´ eden manâ değilse, o, din hakkında değildir. Onlar bu söze göre çıkısın hakikatini Allah´m takdiri üzerine olduğunu görür­ler. Yoksa kulun takdiri ile değil. Mu´tezile ise fiilin kulların takdiri ile meydana geldiğini iddia ederler. Tevfik Allah´tandır.

Arabın dediği şeye gelince : Buna göre mu´tezilenin dilinde cebir is­mi çokça dolaştığından mu´tezilelerin bir ismi de cebriye olması vacip olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bununla beraber mecûsilere nispet olunan şey, mecûsilerin onu çok söylemelerinden değildir. Fakat mezheplerinin hakikati bu olduğundan­dır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra Haşviyye´lere, Kaderiyye isminin verilmesinin sebebini sorup bunun din islerinin çoğunda kaderiyyelerin düştükleri hatalara kapıldık­larından dolayı verildiğini iddia etti. Bununla beraber onlar Mervanoğul-larma inzimam etmişlerdir. Onların mezhepleri de bu idi. Çünkü onlar kötü ve çirkin olan fiillerini Allah´ın kaza ve kaderine izafe etmeleriyle sevinirlerdi. Binâenaleyh bu hususta onlara yardım ettiler ve Allah-u Te-âlâ´ya hamletmeği elde ettikleri´[135] hususlardan zemmedilmekten onları berî kıldılar. Ve bu husus onların arasında Muaviye´nin fiili olarak şüyu bul­muştur. Çünkü Muaviye Hazret-i Ali´nin şehit edilmesi haberi kendine ulaştığında onu uygun görmüştür. Ve Hazreti Ali´nin büyük günah işle­diğini ileri sürdüler. Mutezilenin onlar hakkında sözü daha mühim ve büyüktür. Çünkü onları imamlık şartlarının dışına çıkarıp onlardan bu is­mi kabul ettiler. Bu hususta sözü uzatmıştır ki, onun ekserisi yalandır.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) der ki : Haşviyyelere nispet edilmelerinin sorulmasına gelince : O, ancak onların bununla isim verdikleri kimse­lerin onların olduğunu görmeleri için süsleyip kötüyü iyi göstermelerin­den ibarettir. Bu isim verme ise milletin tümü arasında yekdiğerine nak-ledilegeîmiştir. Nebiyy-i Zîşân aleyhisselâmdan şu haber varid olmuştur : «Ümmetimden iki sınıf vardır ki, onlara benim şefaatim ulaşmaz (birin­cisi) Kaderiyye, (ikincisi de) Murcie´dir. Kaderiyye´ye, kaderi Allah´dan nefyetmelerinden ötürü bu isim verildi. Bu mevzuda asıl olan şudur ki; gerçekten Murcie, mahlûkatın fiillerinin hakikatinin Allah´tan olduğunu ifade edenlerin kendileridir. Kaderiyye ise, Allah´tan fullerin tedbirini nefyeden ve iğinde âlemin manâsına varıncaya kadar fullerin tedbirinin hepsinin mahlûkata isnad edenlerdir. Mahlûkatın tedbiri ile olduğu için onlar fani kıldılar, baki kıldılar ve onunla Cennet ve Cehennem ehli tek­rar dirilmek hususundaki Allah´ın tedbiri kaim oldu. Bu hususta Allah için ihtiyar etmekten başka bir şey yoktur. Yine Allah için âlem hakkın­da yok iken sonradan var olmadan başka fiiller tahakkuk etmez. Adalet ise onların arasında orta bir yoldur. Bu husus Allah-u Teâlâ´nm «Ey müslümanîar, böylece sizi vasat (orta) bir ümmet yapmışızdır»[136] kavl~i celîlinin Resûl-i Ekrem Sallaliahualeyhivesellemin «İşlerin hayırlısı, orta­larıdır.»[137] sözünün anlamını ifade etmektedir. Haşeviyye´lere bu hususu nispet etmek hatadır. Ondan salim olan hiç bir kimse yoktur. Onu söylîyen kimse ancak onlardan bir kavmin sözünü söylemiştir. Mu´tezileye gelin­ce; onlar âlemin var edilmesi ve yoktan varlığa çıkarılması ve sebepden zikrolunan hususlar hakkında mulhid ve dinsizlere katılmışlardır. Mu´-tezile, Mervanoğullanndan rivayet edilen ve günahları paklayıp temize çıkaranlardan[138] anlatılan hususlara da iştirak ettiler. Bunu kaderi, kulla­ra gerektirmekle zikrolunan hususlara hamlettiler. Hepsi de yalan söy­lediler. Müslümanlara iftira etmeğe ve onlara kötü söz atfetmeğe vesile ve sebep olacak dindeki şaşkınlıktan Allah´a sığınırız. Sonra kaderiyyeler, kudreti fiil üzerine takdim ettiler. Allah-u Teâlâ´nm kitabı, Kur´ân-ı Ke-rînı´in âyetleri ile ihticac ettiler : «... Sonra : Bunları kuvvetle benimse­yip...»[139] tefsir ve te´vil ehli, bu âyet-i kerîme hakkında göyle diyor : Onunla ciddi olarak ve güç harcamak suretiyle amel et. Sanki onlar burada kuvveti sebepler olarak görmüşlerdir. Fakat bu hususta daha açık olarak görünen şu «Onu kuvvetle al, yani alma vaktinde kuvvetle al» sözümüz-dür. Çünkü alma anında kuvvet olmadığı zaman alma işi kuvvetsiz ola­rak vukubulmuş olur. Binaenaleyh onun tutum ve gidişatı sabit olur. Tıp­kı başkasına «O´nu elinle al; ona gözünle bak.» dendiği gibi ki, O, karşı­lıklı olarak bulunuyordu. Cenab-ı Hakk´m, Mûsâ aleyhisselâma : «... Son­ra; bunları kuvvetle benimseyip al, kavmine de o hükümlerin en sevaplı-sım tutmalarını emret...»[140] buyurduğu gibi. Ve yine cinniîerden birinin ifade ettiği ve âyet-i celîlede beyan edilen şu sözü ile ihticac ettiler: Ce­nab-ı Hak, Kur´ân-ı Kerîm´inde bu hususta şöyle buyurmuştur : «Cinler­den bir ifrit (kuvvetli ve becerikli olan biri şöyle) dedi : Sen yerinden kalkmadan önce, ben o tahtı sana getiririm. Muhakkak onu taşımağa gü­cü yetip (onu) zayi etmeyen güvenilir bir kimseyim.»[141] (Mûsâ aleyhisse-lâmın kıssasını beyan eden âyetlerden birinde) Kadının, «... Babacığım, onu, (Musa´yı davarları otlatmak için) ücretle tut. Çünkü tuttuğun ücret­lilerin hayırlısı o, güvenilir, güçlü adamdır.»[142] sözü ile de ihticac ettiler.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu iki şık onlar için kendisi ile ilgilenip delil olarak Öne sürecekleri hususlar değillerdir. Çünkü kadının bildiği Mûsâ aleyhisselâmın kuvveti, ancak davarları sularken görüp bil­diği kuvvettir. Bu kuvvet ise, o zamana kadar kalmaz. Cin taifesinden olan îfrit´in kuvveti de böyledir. O, geçen husus hakkında kendini imtihan ettiği şey üzere vukubulmuştur. Tevfik Allah´tandır.

İkinci olarak denir ki, kuvvet, dilediğinin her vakitte meydana gel­mesi için cari olan âdete binaen kullanılması üzere vukubulan iradeye gö­re belirir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Onlar Kur´ân-ı Kerîm´de zikroiunan itaat ile de ihticac ettiler. Biz bu yönü geçen konularda açıkladık.- Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra bizce bilinen cebriyeler, kendilerine cebr île lâkap takılanlar­dır. Fiil hakkında kudretin mümkün olmadığını Öne sürdüler. Allah onları yalancı kıldı. Onlar, bütün fiilleri Allah´a atfettiler[143]. Gerçekten kulla­rın hiç bir fiile sahip olmadığını ifade ettiler.

Denilir ki; Allah-u Teâlâ, onlara «bunu niçin yaptınız Bunu da niçin yapmadınız » buyurur. Biz de; hakikatte bunu yapınız, bunu yapmayı­nız» deriz. Hatta emir verirse veyahut nehyederse o, hakikatte ancak kendi nefsine emri verir; kendi nefsini nehyeder. Sonra kendisi hakikatte nehyolunanı işler. O, hakikatte emreder, itaat eder. Sonra gayrini azap-landırmak ister. Ona azap çektirir, yahut onu mükâfaatlandırır. Bununla beraber kendisine rahmet ve hikmet sahibi diye isim verir. Rahmet ve hikmet sahibi diye isim verir. Rahmet ve hikmet sıfatları onun sıfatı ol­maktan beridir. Buna göre de onların hakikatte elem ve lezzet bulmaları vacip[144] olup hakikati Allah´a raci olur. Cenab-ı Hak, bunlardan yücedir, berî ve münezzehtir. Sonra[145], meydana gelen şey, emir, nehiy, vaad ve vaîdle Allah´a raci´ olduğu için peygamberlerin gönderilmesinin ve ken­dilerine kitaplar verilmesinin manâsı batıl olur. Çünkü bunlar ondan gay­rine gelmez. Sonra mahlûkatin yaratılmasının hikmeti yok olup, eğer ilim onun marifetine ulaşır ise mahlûkatm var olması abes olur. Kim ki onun fiili küfür nimetlere nankörlük üzere yalan haber verme, fiiller hak­kında sefih olduğu halde meydana çıkarsa, onun Allah´ın rahmetinden kovulan şeytan olduğu sabit olur ki, o, şüphesiz öyle olarak şeytandır. O, «Allah-u Teâlâ âlim ve kadir değildir, sonradan âlim ve kadir oldu, belki de Allah´ın yaratmağa nispet edilen hususlardaki fulleri tehir etmesi dilemesi ve dilediği vakitte vukubulmuştur, diyenlere benzemektedir. Ce­nab-ı Hak, bunlardan berî ve münezzehtir.

Sonra kaderiyeler -ki kendilerine nıu´tezile ismi verilmiştir- haberi bize isnad ettiler. Halbuki biz o haberden söz ve inanç bakımından berîyiz. Fakat onların bu husustaki yalanı kaderiyyenin ismi hakkında bize isnad ettikleri yalanları gibidir. Sonra, kaderiyye hakkında olduğu gibi, Mu´tezi-lenin, Cür´eti ve aptallığının büyüklüğünü bilmeleri için biz her iki mez­hebin karşısında öne sürdüğümüz o fikir ve görüşlerimizde ne kadar haklı olduğumuzu zikrederiz. Bizim, fiilin meydana gelmesi için kudretin, fiilden önce olmasını kabul etmeyip inkâr ettiğimiz içindir ki, onlar bize «Cebriyye» ismini vermeğe kalkıştılar. Ve Cebir felsefe ve fikrini kabul ettiğimizi iddia ettiler. Sonra onlar fiili öyle bir kuvvette gerçekleştirdi­ler ki, o vakitte kudret bulunmaz. Fiilin vasfolunduğu vakitte kudretsiz olarak gerçekleşmesi, cebrî ve ihtiyarî anlayan kimse için onun fiille bir­likte gerçekleşmesinden cebir manâsına daha yakındır.

Bunu açıklayan hususlardan biri de acizlik halinde fiilin düşünülme­mesi ve aczin kalkması halinde fiilin varlığının düşünülmesidir. Onun ac­zin kalkması ile fiili düşünmesi, aczin bulunması ile olan düşünmesinden daha kuvvetlidir. Çünkü o, menetmenin sebebidir. Hakikatte fülin sebebi olan kudrette böyledir. Bunu, görme kuvvetinin gitmesi ile, görmekle id­rak etmenin mümkün olmaması hususu teyid etmektedir, işitme ve diğer duyu organlarının durumu da böyledir. Bunun içindir ki, acizlikle beraber ihtiyari olan fiilin var olması fasid olur. Aczin bulunması ile kendisinden kudretin yok olması daha açık seçik olarak görülür. Kuvvet ancak Al­lah´tandır.

Başka bir vecih : Gerçekten Mu´tezilenin şu sözleri, (Onların Kade-riyye ve cebriyye mezheplerinin fikir ve görüşlerine ne kadar yakın oldu­ğunu belirtmektedir.) : Hakikaten irade fiilin ihtiyar edilmesinden iba­rettir, irade ancak fiilden Önce olur. Finin vukuunda irâde mevcud değil­dir. Fül bulunduğu vakit kendisinde irade ve ihtiyar vukubulmaksızm vücud bulmuştur. İlk ihtiyar etme hakkı kendisinden zail olmuştur. Çünkü ikinci vakitte mecburiyetin gelmesi caiz olur. Öyle ise kendisinde ihtiyar bulunan vakitte varid olması mümkün değildir. Halbuki kendisinde ihtiyar mevcud idi. Binâenaleyh onun fiilinin meydana gelmesi ihtiyari değildir. Onun elde edilmesi icbarîdir. Cebir alâmeti de işte bu husustur. Binâena­leyh onlar, fiille, dostluğu, düşmanlığı, Cennet ve Cehennem´de ebedi kal­maya vacip kılmışlardır. Vaki olan fiil vukuu zamanında ihtiyarsiz, kud­retsiz, emir ve nehiysiz vukubulmuştur. işte (onlar böyle diyorlar, kim ki bunu düşünürse incelediği zaman cebriyyenin açık açığa ifade ettiği söz­lere muvafık bulur. Fakat onlar yalancı cebriye değildir. Bilakis doğru olan cebriyedir. Sonra onların sözlerinden bazısı da şunlardır : Greçekten kim ki kendisine en yakın olan vakitlerde fiil murad ederse, fiili isteme­yip onu men ve reddetse de o fiil vaki olur. O fiille kendisi için düşmanlık ve dostlukta vaki olur. Her ne kadar fiilin vukuundan önce veyahut vukuu İle beraber onu reddetmek imkânına sahip olmasa da. Sonra o vakit, o fiilin yok olması için mümkün olmayan bir vakit değildir. Çünkü onlarca, fiilin yok olması onu menetmekle hasıl olması caiz olur. Binâenaleyh zik­rettiğim hususlarla fiilin hakikatte cebren vukubulduğu sabit olur. Yine on3arm sözlerine göre denir ki, Kaderiyye´nin ismi yerinde olmayarak onların dilinde o kadar çok söylenir ki, kendilerine onunla isim verilme­sine sebeb olmuştur. Binaenaleyh o husus, kendilerince siz, cebri başkala­rına isnad ediyorsunuz demeleri ile beraber böyledir. Yardım ve her türlü fenalıktan korunma Allah´tandır.

Sonra Mu´tezile, Hüseynîlerin[146] kul için kendisinde bulunan fiile kud­reti vardır. Kurun o fiilin zıttma, fiilin işlendiği zaman ve o vakitten önce kudreti bulunmaz dedikleri için onlara cebriye ismini verdiler. Hüseynî­lerle Mu´tezile .arasındaki ihtilâf ancak ve özellikle isim hakkındadır. Çün­kü Hüseynîler fiil, ancak kulda bulunan husustur. Allah katında bulunan ise, lûtuftur ki, Allah, onu vermemiştir diyorlar. Mu´tezile ise şöyle diyor : Allah nezdinde fiili meydana getirmek için hiç bir kuvvet kalmamıştır. Kuvvetin hepsini kula vermiştir. Bunların her ikisi, Allah-u Teâlâ´nm verdiği şeyin miktarında ittifak etmişlerdir. Allah´ın Mu´tezile katında fiil vaktinde kuvvet yoktur. Hüseynîler nezdinde ise kulun fiilî hakkında kudreti olduğu kadar ihtiyari de vardır. Onunla beraber bulunan kudret ve ihtiyar, Mu´tezile nezdindekinden daha çoktur. Öyle ise utanmaları az olmasaydı Mu´tezile, kendilerine nasıl Cebriye mezhebindendir diyebilirdi. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Hüseyin´in nezdinde asıl olan şudur ki; Allah, iki kudretten birini zayi etmiştir. Zayi etmede, kendisi için bir özür bulunmaz. Mu´tezilenin nezdinde ise Allah-u Teâlâ´nm kulun fiili için hiç bir kudreti bulunmaz. Ne zayi etmek suretiyle ve ne de gayri ile. Eğer orada insaf bulunsa idi, bu iki vasfın hangisinde cebre benzerlik vardır Sonra gerçek olarak be­liren şudur ki, hakikaten Mu´teziîe şu ifadeleriyle cebri benimsediklerini ortaya koyuyorlar, diyorlar ki, dilesin veyahut dilemeyip kaçınsın. Kulun fiili vardır. Fiildeki dilemesi zail olan kimse, yanılmıştır yahut acildir. Veyahutta cahildir. Bunlardan hâli kalmaz. Bununla beraber kul, Allah´ın hüküm ve saltanatında Allah´ın dilemediğini dileyebilir. Allah´ın mülkün­de onun dilemediğini kul dileyebilir. Kul, Allah´ın dilediğinin hilâfına diler, onun istediğinin gayrini istiyebilir. îşte bu cebr ve kahretmenin alâmet ve işaretidir. Cebriyye, Allah´ın mülkü ve Celâli bulunduğunu gördüklerindendir ki, kulun cebri hakkında ayıphyarak[147], âlemlerin Rabb´inin cebir sahibi olduğunu, ilimsiz ve aptallıkları neticesi ifade ettiler. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra biz, Mu´tezilenin ifade etme hakkında Hüseyin´i ayıpladıkları ve fakat meydana getirmedeki ona olan muvafakatlarından bazılarını be­yan edeceğiz : Hüseyin diyor ki : Kâfirin, küfrettiği zaman iman için kendisinde kuvvet bulunmaz. Hüseyin´in nezdinde iman için olan kudret, tevfik ve ismetden ibarettir. Mu´tezile de ona muvafakat edip, kulun ma­sum ve muvaffak olmadığını, bilakis kul hüsrana uğramış ve kendi reyine terkedilmiş olduğunu söyler. îşte Mu´tezilenin ifade ettiği bu husus Hüse­yin´in katında küfrün kudretinin manâsıdır. îsmi hakkında ihtilâf ettik­leri manâdaki ittifaklarıdır. Onların arasındaki meselenin hakikati ismet ve tevfiki imânın kuvveti yapma hakkındadır. Terk ve rüsvayhk, küfrün kuvvetidir. Yoksa sırf kudret hakkında kelâm edip onu vacip olan şeyin ha­kikati hakkında göz yummak değildir[148]. Tevfik Allah´tandır.

Hüseyin, Allah-u Teâlâ´nm irâdesinin manâsı, onun galebe çalması ve kahretmesidir, diyor. Buna göre irâde hakkındaki mesele iptal olur. Mesele ancak iradenin fiili hakkında bulunur. Başkasında bulunmaz. Bu­nunla beraber şu ifadede Hüseyin´in sözündendir : Gerçekten, kulların fiilleri mahlûktur. Binâenaleyh, Allah, onları yaratmasını murad etti de onları yarattığı halde oldurdu. Mu´tezile ise, kulların fiillerini Allah ya­ratmamıştır, diyor. Öyle ise her ikisinin arasındaki mesele irade hakkında değil, yaratma hakkında olur.

Kâbi de §öyle diyor : İradenin manâsı,[149] Allah´ın mecbur olmayıp muhtar olması demektir. Herşeyde aynısını söylemesi gerekir. Sonra Mu´tezile, âlemin var olması babında Allah´a âlemin yok iken var ol­ması ve sonra onu bilmesinden başka bir şey isnad ve ispat etmiyor ki, bu manâ ile işte Allah, âlemin yaratıcısı ve zikrolunduğu vecih üzere murad etmiş olur. Hüseyin ise, kulların fiilleri hakkında şöyle diyor : Allah-u Teâlâ var idi fakat bu fiiller yoktu. Bu fiiller sonradan oldu. Allah´ın iradesinin te´vili, vasfettiği şey ve fiiller yok iken onları sonra­dan var olması ile onları var etmesi oldu. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Oysaki Hüseyin, mahlûkatı olduğu gibi evvelce murad etmiş kılıyor. Her mahlûkun Alah´m iradesi ile olduğu hal üzere olması da böyledir. Mu´tezile ise irâdenin manasım nefyediyor. Mu´tezile, mahlûkat yok iken sonradan var oldu. Bu hususun kendisinde gerçekleşmesi daha fazla ge­rekir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Mu´tezile, Vaid fiili kendisini imandan çıkaran hakkında varid olur, diyor. Hüseyin ve Murcie´nin hepsi de böyle derler ki, kim ki kendi fiili ile iman isminin zalil olmasına müstahik olursa, o kimse cehennemde ebedi olarak kalır. Kuvvet ancak Allah´tandır. Bunların arasındaki ih­tilâf vaid hakkında değildir. îmandan çıktığı şey hakkındadır. Bu mesele için vaid âyetlerini delil olarak ileri sürmek yanlış ve hatadır. [150]


Mes´ele (Günah İşliyenler, Günahları Sebebiyle İmandan Çıkarlar Mı )



Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : İnsanlar günahların yeri ve günah iş­leyenlere verilecek isim hakkında ihtilâf ettiler. Bunları bir grup şu âyeta ceîîleler ile delil getirerek imandan çıkarmak ile bir araya topladı. Ayet-i celîleler : «KimJ de Allah´a ve Peygamberine isyan eder, şeriat ve hükümlerini çiğneyip geçerse onu da içinde ebedi olarak kalmak üze­re ateşe koyar.»,[151] «AİJah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, mü­min bir erkekle mümin bir kadın için, kendi işlerinden dolayı Allah´ın ve Peygamberin hükmüne aykırı olanı seçmek hakkı yoktur.»[152] İsyan ismini gerçekleştirmek için günahların hepsi birdir.

Sapıklık isminin tahkiki ve Cehennem´de ebedi kalmasının gerek­tirmesi de buna göredir. Cenab-ı Hakk´m, «Eğer siz yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınırsanız, sizden diğer kabahatlerinizi ör­teriz...»,[153] kavl-i celîli iki vecih üzere ifade edilir.

Birincisi: Onların günahlarının tövbe ile Örtülüp[154] bağışlanması. Zira bu hususta Cenab-ı Allah, kıyamet günü de azabı katmerleşir ve bu azap içerisinde hakir olarak ebedi kalır. Ancak tövbe eden ve iman edip te salih amel işliyen kimse müstesnadır...»,[155] «Ey iman edenler, Al­lah´a öyle tövbe edin ki, tam bir pişmanlıkla hâlis bir tövbe olsun. Olur ki, Rabb´iniz, kötülüklerinizi örter...»[156] buyurmaktadır. Bu hususta bu âyetlerden başka âyetler de varid ohnugtur.

İkincisi : örtülüp bağışlanan günahlar, sehven ve gaflet içinde vaki olan küçük günahlardır. Zira Cenab~ı Hak, «Allah sizi, yeminlerinizde-ki yanılmadan dolayı sorumlu tutmaz.»,[157] «...Bununla beraber (daha önce cehalet yüzünden) hata eliklerinizden size bir günah yoktur; fakat, kalp­lerinizin kasdı olandan günah vardır...»[158] buyurmuştur. Küçük günah­ların bağışlanacağı hakkında Hadis-i Şerif de varid olmuştur.

Sonra insanlardan bir zümre o kimse için iki yönden küfür ismini gerçekleştirmiştir. Birincisi; Cenab-ı Hakk´m beyan buyurduğu şu âyetleri ile : «İşte sizi, alevlendikçe alevlenen bir ateşle korkuttum. Girer oraya an­cak kâfir olan.»[159] «Bunu, onlara nankörlüklerinin cezası yaptık. Biz, nan­körlük edenleri ancak böyle cezalandırırız.»[160], «... Kim bir kötü iş yaparsa onunla cezalanır...»[161], «... Kim de bir günah ile gelirse, ona ancak misli ile ceza edilir. Onlar haksızlığa uğratılmaz.»[162], «Kim de zerre miktarı bir kö­tülük işlerse onun cezasını görecektir.»1[163] Bu âyetlerde Cenab-ı Hak küçük günâhlara ceza vermiyeceğini beyan buyurmuştur. Alîah-u Teâlâ, nankör­lük edenleri cezalandıracağını ve Cehennemce ancak adı geçen kâfir olan­ların gireceğini haber veriyor. Bununla beraber Cenab-ı Allah, «Şüphe yok ki, Allah´a ve Rasulü´ne eziyet verenlere Allah, dünyada ve Ahıret´te lanet etmiştir...»"[164] buyurmaktadır. Her asi olan, Allah´ın Resûlü´ne eziyet etmiştir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

İkinci olarak denir ki, gerçekten her mümin olanın imanı ile Allah´a verdiği söz, emrettiği ve nehyettiği hususta isyan etmemesi ile yerine ge­tirilmiş olur. Kim ki Allah´a isyan ederse, o kimse imam ile verdiği sözü yerine getirmemiştir. Bununla beraber Allah-u Teâlâ´nın şu âyet-i celîle-leri ile imtihan olunmaları ile zahir olan şeye binaen onun iman ve itikatı mevkuf olur : «(Müşrikler tarafından eziyet edilen) o insanlar sandılar mı ki, ´iman ettik´ demeleri ile bırakılacaklar da imtihana çekilmiyecek-ler »[165]. Cenab-ı Hak, başka bir yerde de «Allah, iman edenleri elbette bilir ve münafıkları da elbette bilir.»[166] buyurmaktadır. Binâenaleyh, inanç ve itikadından açığa vurduğu şeyde yalanı meydana çıkması ile küfür ismine bununla müstahik olduğu sabit olur. Bakılıp düşünüldüğünde de, Allah´ın emirlerine muhalefet etmesi v eşeytanın davetine icabet[167] ve onun emret­tiğini yerine getirmek suretiyle ona itaat etmesi bunu icabettirdiğini be­yan eder. Kim ki vasfı budur, o kimse Şeytan´a kulluk etmiştir. Şeytan´a kulluk eden kimse de kâfirin ta kendisidir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

İnsanlardan bazıları ise, günah işleyenlere kâfir değil, müşriktir di­yorlar, îş bu olana kuvvetle değil, ftUle varılmış olur. Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır. «... Onun için her kim Rabb´ine kavuşmayı arzu ederse salih bir amel işlesin ve Rabb´ine yaptığı ibadette hiç kimseyi ortak etme-sin»![168]. Allah-u Teâlâ, Şirki, amelde kılmıştır. Müşriklere de müşrik den­mesinin sebebi ibadetlerinde Allah´ın gayrını, Allah´a ortak etmeleridir. Allah-u Teâlâ´nın «Onların çoğu, ancak Allah´a ortak koştukları halde, Allah´a iman etmezler.»[169] kavl~i celîlinin manâsı da budur. Yine Cenab-ı Hak, «Doğrusu Allah, kendisine eş koşulmasını (eş koşanın günahını) ba­ğışlamaz»[170]buyurmaktadır. Biz, günahlardan bağışlananların hata ve mecburi olarak işlenen günahlar olduğunu Kur´ân-ı Kerîm´de varid olduğu gibi beyan ettik. Kuvvet ancak Allah´tandır.

İnsanlardan bazıları günahları iki kısma ayırdılar : Onlardan bazıla­rını küçük günahlar olarak isimlendirdiler ki, büyük günahlardan kaçın­mak suretiyle af, mükâfat ve benzerleri hususlarla bağışlanır. Bu hu­sustaki ifadeleri ve sözleri birbirine uymamaktadır. Bu ise, bizim küçük günahları irtikâb edenin imandan çıkarılmasının caiz olmadığını ve imanlı olanın Cehennem´de ebedi olarak kalmasının fasid ve batıl olduğunu ifade etmemizin ta kendisidir. Çünkü bu husus vaadi yerine getirmemeyi icap ettirir. Çünkü, Cenab-ı Hak, «Zira, kim, zerre miktarı bir hayır islerse onun mükâfaatım görecektir» buyurmaktadır[171]. Bu hususta daha bir çok âyetler varid olmuştur. Kim ki iyi ve güzel ameller işlerse o kimse mü­mindir. Allah´ın vadi de bu hususda varid olmuştur. Sonra hakikatte küfür ve şirk ismini men´ ve reddeden bir kaç yön vardır.

Birincisi : Allah-u Teâlâ, Peygamberine, kendisi için ve mümin er-kokler ve kadınlar için istiğfar etmesini emretmiştir. Sonra küfür ve ya­hut şirkin ispat edilmesi ile birlikte istiğfar etmeyi emretmek imkân ve ihtimal dahilinde olmaz. Çünkü Cenab-ı Allah, «Müşriklerin Cehennem´-lik oldukları, müminlere belli olduktan sonra, bunlar akraba bile olsalar, artık onlar için, ne peygamberin, ne de mümin olanların mağfiret dileme­leri yoktur.[172] buyuruyor. Allah-u Teâlâ, Peygamberine, müminler için bağış talebinde bulunmasını emretmiştir. Kendilerinden iman zail olduğu halde iman ismi ile bağışlanmanın talep edilmesi için emir verilmesi müm­kün değildir. Çünkü o, yalanı icabettirir. Sonra, Allah-u Teâlâ, adı geçen âyeti kerîme ile müşrikler için istiğfar edilmesini Peygamberine yasak etmiştir. Münafıklar için istiğfar edilmesini de şu âyet-i celîlelerle yasak­lamıştır : «Henüz iman kalplerinde yerleşmemiş olduğundan Hudyebiye seferinden» geri kalan bazı bedeviler, sana şöyle diyecekler : Mallarımız ve ailelerimiz bizi (seninle Hudeybiye seferine çıkmaktan) alıkoydu. Onun için bize mağfiret dile...»[173], «Onlar için mağfiret dilesen de, Mağfiret di-lemesen de haklarında müsavidir; Allah, o münafıkları asla bağışlamaz ve Allah (böyle) fasıkîar topluluğunu hidayete erdirmez[174]. Alîah-u Teâlâ, Peygamberini o mümin olmayanın cenaze namazını kılmasını menetti. Binâenaleyh kendilerinin bağışlanmasını dilemesini emretmiş olduğu kim-soîer, hakikatte iman ehli olanların ta kendileridir.

Sonra kendilerinin günahları yok iken veyahut günahları bağışlan­mışken, istiğfar etmeleri için emrolunanaları muhtemel değildir. Çünkü istiğfar, mağfiret istemek demektir. Günahı bağışlanmış olan kimse için mağfiret talebinde bulunmak, mağfiret nimetini gizlemektir ki, o da ni­mete karşı nankörlük olur. Bilakis onun hakkı hamd ve şükretmektir. Gü­nahı olmayan kimse için mağfiret talep etmek, İsmet nimetine karsı nankörlüktür. Sual etmek te caiz olmaz. Zira onun gibisini cezalandırıp azap çektirmek onun hükmünde cömertliktir.

Sonra Allah´ın Resûlü´nün ve meleklerinin istiğfar etmeleri emrolu-nan kimse için istiğfar edip, sonra dileklerinin kabul olunmasının ihtimali yoktur. Binaenaleyh bununla her günahla imanın gitmemesi ve günahlar­dan bağışlanmayan bazı günahın bulunduğu ve onun da tevbe ile bağış­lanacağı sabit olur. Zira günahkâr olmayanın istiğfar etmesinde tevbe yoktur. Bu husus mu´tezile´nin, sahibinin bağışlanmadığı her günahla, bağışlanmcaya kadar imanı gidermelerini nakzeder. Ve yine zikrettiğimiz hususlarla haricilerin öne sürdükleri şeyler nakzolur. Allah-u a´lem.

Yine Cenab-ı Allah, bağışlamadığı günahlar hakkında şöyle buyuru­yor : «Onlar için mağfiret dilesen de mağfiret dilemesen de haklarında müsavidir; Allah, o münafıkları asla bağışlamaz. Ve Allah fasıklar top­luluğunu hidayete erdirmez.»[175], «... Ey müminler, hepiniz Allah´a tevbe ediniz ki; dünya ve Ahıret saadetine kavuşasınız.»[176], «Ey iman edenler, Allah´a öyle bir tevbe edin ki, tam bir pişmanlıkla halis bir tevbe olsun...»[177] Cenab-ı Hak bu âyet-i celîlelerle kendilerinde, imanı ispat etmekle bera­ber tevbe etmelerinin gerektiğini beyan buyurup onları tevbe ile bağışla­yacağını haber veriyor. Bu hususta iki vecih vardır : Birincisi, Mu´tezile´-nin, kendüeri nezdinde ancak tevbe ile bağışlanan her günahta imanı gi­dermelerinde aleyhlerine olan bir delil oluyor. İkinci vecih ise, haricilerin günah işleyenlere kâfir ve müşrik demeleri ve bu hususların kendilerinde bulunması ile birlikte onlara mümin denmesinin ve imanın gayri ile de emretmenin mümkün olmadığı hakkındaki sözlerinin reddedilmesi beyan edilmektedir. Tevfik Allah´tandır.

Eğer herhangi bir şeye küfür ismi verilir ise, o, onların yaptıkları ve benzeri hususlar olması bakımından mecaz olarak bu isim verilir. Buna göredir ki kendisinin, hakikatinin anlaşılması mümkün olan şeyin, haki­katine vakıf olamayan kimseye sağır ve kör diye hitap edilir. Allah-u Te-âlâ´nın ... «Kalbi iman ile kararlaşmış olduğu halde (küfür kelimesini söylemeye) cebredilenler müstesna. Kim, Allah´a küfrederse onlara şid­detli bir azap var...»[178] âyet-i celîlesd gibi. Bununla Cenab-ı Hak, küfür kelimesini söylemeye mecbur kalan kimsede küfür kelimesini hakikati ile değil de lafzan onda ispat etmiştir.

Çünkü onun kalbi iman ile kararlaşmıştır. Binaenaleyh karşılaşılan tehlikelerden kurtulmak için konuşulan küfür kelimesi ile mecazi olarak isim verilmesinin caiz olduğu sabit olur. Öyle ise ameller de bunun gibi­dir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Yine hakikaten Cenab-ı Allah «Zira kim zerre miktarı bir hayır iş­lerse onun mükâfatını görecektir.»[179] buyurmuştur. Sonra bilinir ki, o ha­yır ve şirkle beraber hayrın raükâfaatım görmez. Küfür halindeki genin cezasını da, iman ettikten sonra görmez. Çünkü Alîah~u Teâlâ, «Kim, bir fenalık yapar, yahut nefsine zulmeder de Allah´tan mağfiret dilerse Allah´ı çok bağışlayıcı, çok merhametli bulur»[180], «(Ey Resulüm), küfre­denlere de ki; eğer peygambere düşmanlıktan vazgeçerlerse, geçmişteki günahları bağışlanır.»[181], «Ancak tevbe eden ve iman edip de salih amel işleyen kimse müsnesna; çünkü bunların kötülüklerini Allah, iyiliğe çe­virir.». Hal ve durumun tahkik edilmesinden zikrettiğim hususlar, onda iki işin, ceza ve mükâfatı bulunduğuna delâlet eder. Bu hususta Mu´tezi-lenin sözüne göre, ne büyük günahlar işlendiği vakit ve ne de küçük gü­nahlar işlendiği zaman olur. Haricilerin sözleri hakkında da durum böy­ledir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra Allah-u Teâlâ : «Doğrusu Allah, kendine eş koşulmasını (eş koşanın günahını) bağışlamaz. Ondan başkasını, dilediği kimse için ba­ğışlar...»[182] buyuruyor. Gerçekten sirkin tevbe ile bağışlanması bilinmek­tedir. Böylece Kur´ân-ı Kerîm´in taksim ettiği şey için kelâm eden kimse­nin sözü batıl olur. Tevbesiz büyük günahların bağışlanmasını iptal eden kimsenin sözü yersiz ve batıl olur. Zira Cenab-ı Zülcelâl hazretleri, mağfiretin dilenmesini kendi satı için kılmıştır. Bu da hikmette olan şey hakkındadır. Fakat[183], onun reddedilmesi aptallıktır. Cenab-ı Allah, bu gibi sıfatlardan yücedir; berî ve münezzehtir. Binâenaleyh, zikrettiğim her iki sözün hepsi de lâsam gelir.

Sonra haricilerin küçük günah işleyenlerin kâfir olduklarım ifade eden sözleri Peygamberler ve velilerin imtihan olarak müptelâ oldukları husus nakzediyor. Küfür icabettiren şey, nübüvveti ve veliliği iskat eder. Bu husustandır ki, onun imanının vasfolunnıası peygamberler iledir. O ise peygamberleri inkâr edip kâfir olmuştur. Onlar günahları büyütüp tazim etmekte peygamberleri tekfir etme haddine ulaştılar. Bu hal ise günah­ların en büyüğüdür. Bu da, hükümde Allah´ın kanunlarının sınırını teca­vüz eden, Allah´ın dini hakkında azgınlık gösteren o kimsenin hakkı, kendi katında kurtulma sebeblerinden olandan helak olmasının daha faz­la beklenmesini gerektirir[184]. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bu husustaki Mu´tezile´nin sözüne göre : Allah-u Teâlâ, Peygamber­lerini kendisine içtenlikle, gizli, nıükâfaatmı tamah edip azabından kor­karak dua etmeleriyle ve kendilerinden sadır olan ayak kayma tabiri ile ifade edilen hatalardan dolayı ağlamaları, sızlanmaları ve kendisine dua­ları kabul olunup istedikleri verilinceye kadar niyazda bulunmaları ile vasfetnıiştir. Eğer onarın hataları Allah´ın ilminde onların azaplanma-larına sebeb olmamış olsaydı veyahut peygamberlerde bu hatalardan do­layı azap görme korkusu bulunmamış olsaydı, bu hususta haddi tecavüz etme, cömertlikle vasfetme ve ondan da tecavüz etme hususu bulunurdu ki, bu ise hataların en büyüğüdür. Binâenaleyh, bu husus, mağfiretin kü­çük günahlarda bulunmasını ve cezalandırma fiilinin hikmetten çıkarıl­masındaki Mu´tezile´nin sözünü ve haricilerin iman isminin ondan çıka­rılmasını nefyeder. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra küçük günahları küfre, şirke veyahut onun cezası olarak Ce~ hennem´de baki kılınmaya sebeb kılınması hakkındaki söz terkedilmiş, kenara itilmiş bir sözdür. Çünkü bu gibi ifade Allah-u Teâlâ´ya affedici, acıyıcı ve bağışlayıcı, isimlerinin verilmesinin manâsını yok eder. Çünkü tevbesiz bir hatânın ve bir günâhın, affetmesi için Allah´ın gücü yetmez. Bu Allah´ı affedici, bağışlayıcı ve kerem sahibi olduğunu bilmesinden sonra onun hüküm ve hikmetlerine tecavüzü icabettirir. Bunun içindir ki, kendisinden bu isimi izale edip, her leîm olan ve katı kalbli olmakla vasfo lunan kimse gerçekten Allah´ın hükümlerine tecavüz etmiştir. Bununla «Zira bu günahların en büyüğüdür. Çünkü onlar, Allah´ın sıfatıdır.» di­yenin sözüne müstahik olur. Sonra peygamberlerin müptela oldukları hu-«uslarla peygamberleri, o hallerde tekfir ediyor. Bir vakitte peygamberi

tekfir eden kimse, hiç şüphe yoktur ki, kendisi kâfir olur. Sonra bu, Al­lah´ın cömertlik vasfıdır. Çünkü kendisinde hata işlemekle sevap­ların iptali vardır. Adalet, Cenab-ı Hakk´ın kereminden izhar ettiği şeyle iyi amele karşı mükâfat, kötü amele karşı da ceza vermesidir. Sonra peygamberlikle vazifelerine salür olan ve emaneti yerine getiren kimseyi, sonra ondan başka bir kimsenin bulunmadığını bilmemekle techil edilir. Bu zikrolunanlarda güç ve takatin yetmiyeceği şeyle teklif vukubulınus. olur. Sonra, ondan korku ve ümitli olma hali kesilir. Emin olma ve ye´s üzere bulunmuş olur. Bunlann üzerine sapıklık ve küfürle şahadet edilir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra, biz büyük günahlar hakkında edilen kelâmları beyan ederiz. Çünkü büyük günahlar, bağışlanma ihtimalinde bulunduğuna göre onla­rın küçüğü olan günahların bağışlanması daha evlâdır. Büyük günahlar hakkındaki sözlerle vukubulan ihtilâfın islâm ümmetinin üzerinde açik olarak görülen eseri vardır, sözünü oraya sarfetmek daha doğru ve ger­çek olur. Tevfik ancak Allah´tandır. [185]


Mes´sele (Büyük Günah İşleyenler Hakkında Müslümanlann İhtilâfı)



Sonra müslümanlardan, büyük günah irtikâp edenin hükmü hakkın­da islâm ümmeti ihtilâf etmiştir ki, müslümanı, o büyük günahları[186] işle­meye, şehevî isteklerinin kendisine´ galebe çalması, yahut gaflet içinde bulunması, yahut şiddetli öfke ve kavmi asabiyete kapılması veyahut da tevbe edip bağışlanma ümidine düşmesi itmiştir. Aynı zamanda işlediği günahlara helâl demediği, onları emreden ve nehyedeni küçümsemediği de sabit olmuştur. Bu gibiler hakkında müslüınıanlardan bazısı büyük gü­nahı işleyen kâfirdir demiştir. Bazısı da onu müşrik yapmıştır. Bir kısmı ise büyük günah işleyen ne mümindir ve ne de kâfirdir demiştir. Bazı müslümanlar ise, büyük günah işliyeni münafık yapmıştır. Bazıları da büyük günah işîiyen kimse, olduğu hal üzere mümindir, işlediği fiili ile de asidir demiştir. Böyle olana kendisine fisk ve fücur ismini vermezden fasıkdır demiştir. Ancak kendisine bu isim verildiğini bilen müstesna. Bu­nunla beraber Allah´ın onu günahı kadar cezalandıracağım ve kendisin­den sadır olan ibâdet ve diğer iyi amel ve hayırlı işlerdeki sadakatinden dolayı onu bağışhyacağım öne sürer. Bazı müslümanlar vaîd hakkında bir şey demeyip durur. Ve onunla mümkün olmayan, yahut ondan gayri murad edildi der. Ve onu vacip olarak görür. Küçük günahlardaki affın imkânının veyahut imanın baki kalması sabit olan hususda büyük günah­larla küçük günahların arasının zikrettiğim şeylerle tefrik edilmesi vaîdi büyük günahlara sarfeder. Küfrün cezası ve şirk ve benzerlerinin zikre­dilmesinden sabit olan husus şirk isminin gerçekleşmesini, küfür söz üzere vaki olur diyen kimselerin sözünün gerçek olduğunu gerektirir. Bu­nu Allah-u Teâlâ´nın «Ey oğullarım, haydi gidin de Yusuf´la kardeşinden iyice araştırarak haber edininiz. Allah´ın lûtfundan ümidinizi kesmeyiniz; çünkü Allah´ın lûtfundan ancak kâfirler topluluğu ümidini keser.»[187], «İb­rahim dedi ki : «— Sapıklardan başka kim Rabb´inin rahmetinden ümit keser »[188] âyet-i celîleleri teyid etmektedir. Bununla beraber büyük günah işîiyen kimse, Allah-u Teâlâ´nın hükmünü terketraiş ve Allah´ın gönder­diği île hükmetmiş olur. Gerçekten Alîah-u Teâlâ, «... Kim, Allah´ın in­dirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar kâfirdirler»[189] buyurmak­tadır.

Gerçekten Allah-u Teâlâ´nın fisk, fücur ve zulümden kâfirlere ver­diği isimlerle büyük günah işleyenlere isim verilmektedir. Buna göre kü­für isminin verilmesi lâzımdır. Bununla beraber Allah-u Teâlâ, beşeri, dünya ve Ahiret´teki işleri üzerinde olan hususlar halikında Levh-i Mah-fuz´da yazıldığı şekilde-taksim buyurmuştur. Çünkü Alîah-u Teâlâ âyet-i celîlelerinde şöyle buyurmaktadır : «Sizi yaratan O´dur; öyle iken içiniz­den kimi kâfir oluyor, kimi mümin...»[190] «(Ey Resulüm), de iki : «—Kuran, Rabb´inizden gelen bir haktır. Artık dileyen iman etsin, dileyen kâfir ol­sun.»[191], «Allah, kime hidayet etmeği dilerse, İslâm´a onun göğsünü açar...»[192], «Allah dileseyidi, elbette hepinizi tek bir ümmet yapardı. Fakat Allah di­lediğini sapıtır ve dilediğine de hidayet verir.»[193], «öyle ya, mümin, olan hiç fasık (kâfir) olan gibi olur mu Onlar müsavi olmazlar,»[194]

Sonra kendisine fasık ismi verilenin kâfir olduğunu beyan etti. Ve Ahı-ret işi hakkında şöyle buyurdu : «Kıyamet gününde bir takım yüsler ak ve bir takım yüzler de kara olacak.»[195], «İşte o vakit, ikitabi sağ eline ve­rilmiş olan kimse der ki : «— Gelin, Kitabımı okuyun.»[196] Binaenaleyh Ce-nab-i Allah, onların hepsine isim vermiştir. Gerçekte üçüncü bir isim yok­tur. Bununla beraber hakikaten Cehennem´in kâfirler için hazırlandığı açıklanmıştır. Cehennem azabı ile olan vaîd, büyük günah işliyenler için olduğu sabit olunca, onu kâfir kılmıştır.

Sonra Allah-u Teâlâ, gerçekten Allah´ın lûtfundan ümidini kesenle­rin ancak kâfirler zümresinin olacağını beyan ederek böyle vasfetmiştir. Binaenaleyh kendisinin bir söz üzere ümitsiz olmamasının lâzım olması ona küfür isminin verilmemesini gerektirir. Oysaki gerçekten İsimler sa­hiplerine ne fayda verir ve ne de zarar. Fayda ve zararlar ancak isimlerin konduğu hakikatlerdedir. Cehennemde ebedi kalmak gerektiği zaman eğer mümin ise isimden gelecek fayda yok olur. Eğer kâfir ise, küfür isini onu menetmez. Çünkü küfrün icabettirdiği azapla cezalandırılmıştır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Onlar, ismin kaldırılması ile yalan lâhik olacak vaîdi gerekli kıldılar. Allah-u Teâlâ bunlardan yücedir; berî ve münezzehtir. Zikrettiğim hu­suslardan hepsi de Mu´tezile´yi küfür ismini vermeyi menetmeleri hak­kında ilzam eder. Oysaki gerçekten bu iki isim îslâm´a meyledip onu be-ninısiyenlerin sözlerindendir ki, onlar isimler hakkında abes üzere ve imanın kadri şerefinin kalplerinde yücelmesi bakımından beşerin yaratıl­mış olduğu şeyi iptal etmek hakkında hasıl olmuşlardır. Allah-u Teâlâ ise, islâm dinini akıllarda büyük göstermiştir. Binaenaleyh islâm fırkalarından biri iman ismini islâm dininin değişmesini ve tahrif edilmesi korkusunu kesen her hayır için kılmıştır. Ve Islâmm kadru şerefini giderme korkusu bulunduğundan bu husus hasıl olmuştur. Çünkü onlar, islâmm ismine ken­disi için hayır ismi olması muhtemel olan hususlardan her şeyi katmış­lardır. Binaenaleyh bu hususa haşeviyeler ve mu´tezâleler iştirak etmişler­dir. Ne varki Mu´tezile, büyük günah işiiyenlerden küfür ismini menet­mek suretiyle ayrılıp tek başına kalmıştır. Bu hususta azaplardan küfür ismini menetmek suretiyle ayrılıp tek başına kalmıştır. Bu hususta azap­lardan küfür hakkında olanların hepsini gerçekleştirmekle beraber ta­hakkuk etmiştir. Binaenaleyh Mu´tezile için küfür isminden korktukla­rından dolayı büyük günah işliyenlere bu husustaki vaîdin büyüklüğün­den başka bir şey hasıl olmamıştır. Eğer olmuş olsaydı küfür ismini ver­mekten hâli kalmazlardı. Çünkü elem verici şey, menfaat için temenni edilir veyahut zarardan dolayı ondan korunulur. Binaenaleyh O ismin güzelliği ile güzel olma veyahut çirkin olması ile çirkinleşmenin vacip ol­madığı zaman müslümanlardan onu kötü olsun, güzel ve iyi olsun, mubah olduğu ifade edilirdi. Kuvvet ancak Allah´tandır.

, Bunun üzerine açıklaması geçen husus hakkında küfür ve şirk is­minin verilmesi dahil olmuştur. Ona münafık ismini veren kimse imandan ifade etmek üzere dili ile söylediği ve Allah´ın hududuna riayet edeceğine söz verip fiilleri üe zahir olan hususla Allah´ın hududlarını koruması ba­bında verdiği söze aykırı olarak hareket etmesiyle muhalefetinin belir-mesindendir. Allah-u Teâlâ´nm «Allah, iman edenleri elbette büir ve mü­nafıkları da eblette bilir»[197] kavH celîli ve yine «(Müşrikler tarafından eziyet edilen) o insanlar sandılar mı ki, «iman ettik» demeleri ile bıra­kılacaklar da imtihana çekilmiyecekler »[198] kavl-i celîli de bu hususu açıklamaktadır. Cenab-i Allah, dillerin mihnet ve meşakkat ile yalan ve gerçekten ifade ettikleri hususun beyan edilmesi ile haber vermiştir. Yine Resulü Ekrem Sallallahuteâlâaleyhivesellemden rivayet edilmiştir. O, bu­yuruyor ki : «Kimde üç şey bulunursa o kimse münafıktır : Konuştuğu zaman yalan konuşur. Söz verdiği zaman yerine getirmez. Kendisine ema­net bırakıldığında ona hiyanetlik eder[199]. Bunların hepsi, büyük günahları irtikâp edende görülmüştür. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Mu´tezile, isim hakkında büyük günah irtikâp dene kötü ve çirkin isimlerle isim verilmesiyle ihticac etmiş ve iman, temiz isimlerden oldu­ğundan onunla isim verilmez iddiasında bulunmuştur. Bununla beraber vaad etme, iman ismiyle[200]varid olmuştur. Vaad ise, hususiyete muhte­mel değildir. Sonra büyük günah sahibi hakkında vaîd gelmiştir[201]. Böy­lece onun mümin olması batıl olur ve kendisine verilecek isim varid ol­madığı için de ona kâfir ismi verilmez. Binaenaleyh ona fasık, facir ve zalim olarak isim vermiştir ki, bu ismin kendisine verilmesi hususunda icma vardır. Sonra onlar için vaîd hakkında iki emir vardır. Birincisi : Al­lah-u Teâlâ´nm haberlerinin umum ifade etmesi, İkincisi ise; Allah-u Teâlâ´nın «Eğer siz, yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınır­sanız, sizden diğer kabahatlerinizi örteriz ve sizi iyi bir gidişata sokarız.»´4 kavl-i cehlidir. Allah-u Teâlâ, bu âyet-i celîlesinde bağışlanan ve bağış­lanmayan günahları beyan buyurmuştur. Bununla beraber Cehennem´de ebedi kalma hususundaki vaîd, menetme babında daha büyük ve açık ol­duğuna göre o, daha lâyıktır. Oysaki gerçekten vaîd, vacip olduğu vakitte cehenneme girmek gerekir. Onlar hakkında Cehennem´den çıkmayı zik-retmemigtir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Faklh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz, Allah´tan yardım dilemek suretiyle deriz ki; o, ihtilâfları üzerine değil, kendisi icma olduğunu iddia ederek der ki, gerçekten vaîd kendisine müminlerin iştirak etmediği hu-suslardandır. Bilakis o, her günah hakkında varid olmuştur ki, o günah, kendisini işliyeni imandan çıkarmış ve ondan iman ismini düşürmüştür. Murcie de onlara muvafakat edip hakikaten her günah sahibini imandan çıkarır. Böylece ona lâzım gelir diyor. Sonra gerçekten Murcie büyük gü­nah işliyenler hakkında kendileri ile imanın bulunması ile beraber azaba duçar olmalarından müminler hakkında endişe duyup korkuyorlar. Mu´-tezile ise bu hususta müminler için korkmazlar, onların ihticaclan eser­lerin umumu ile varid olmuştur. Zikrettiğim hususlarla sabit olmuştur ki gerçekten Murcie günahları Allah´a havale etmiştir. Bu ise, ifade bakı­mından umumu iddia etmekten umum olarak kullanılması bakımından daha şiddetlidir. Çünkü onlar, fiil elde edildiğinde vaîdi beşerin fırkala­rından biri hakkında kılmışlardır ki onlar da mümin olmayanlardır. Kuv­vet ancak Allah´tandır.

Sonra hakikaten Kur´ân delilleri ile, ehli imanın üzerinde karar kıl­mış olduğu hususlar ve lisanlarda ifade edilenlerle sabit omuştur ki, ger­çekten tasdikten ibarettir. Biz onunla iman ederiz, haram ve helâl hak­kında, toplumlar hakkındaki iştirak ve ibarelerin kendisi ile ayakta du­ran husus ve zikir, hayır meclislerinde toplanmak hakkındaki hükümler, onlardan herhangi bir inkâr vukubulmazdan Kur´ân hükümleri cari ol­muştur. Müminlerin hakkı kendilerinde kabul edilmiştir. Kendisi ile hitap cari olan hususların hepsi böyledir.

Mu´tezile mezhebinden, haricilerden ve haşevüerden, kendileri ile be­raber bulunan çeşitli günahlarla beraber -ki, o günahların büyük günah­lardan olduğu kendilerine zahir olsun veyahut hitap emri hakkındaki ha­berle o günahların hakikatleri kendilerine zahir olmasın- hiç bir kimse yoktur ki, kendisinde bulunan hususun gayri bir kimse olsun. Binaena­leyh kendisinden gerçek imanın zail olmadığı ve iman isminin kendisinde bulunduğu sabit olur. işte ıbu cümlelerle -ki bunları reddedenlerin kibirli ve inatçı kimseler oldukları bilinir- Hariciler ve Mu´tezilelerin ifade ettik­leri hususlar batıl olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Yine gerçekten Allah-u Subhanehû ve Teâlâ «Ey iman edenler; niçin yapmıyacağınız şeyi söylersiniz »[202] kavl-i celîli ile beyan edilen hükmün hakkındaki vaîdi üzerine olan şeyin tahakkuk etmesiyle beraber onun için iman ismini ba,ki kılmıştır. Binaenaleyh iman ismi ile beraber «Niçin söylersiniz» kavli ile günahın ayrılmasından önce söylenmesi imkân ve ihtimal dahilinde olmayan azabın bulunması ile beraber iman isminin ken­disinde bulunmakla Öfkeyi icabettirmiştir. Buğz, kendisinin bağış­lanmasını gerektiren hikmet hakkında günahı icabetmez. Allah-u Te­âlâ «Eğer müminlerden iki birlik çarpışırlarsa, hemen aralarını düzelte­rek barıştırın...»[203] buyurarak onlar için ikisinden birinin savaş hakkında tecavüz halinde olduğu için ona, mütecaviz ismini gerektirmekle beraber onlar için iman ismini ispat ederek imanlı olduklarını beyan buyurmuştur. Ve kendisine tecavüz edilenin Ölümü gelen kimseye de diğerinden Allah´ın emrine düşünceye kadar aynı hususu ilzam etmiştir. Eğer o, imandan çıkmayı[204]ifade etmiş olsaydı, bunun gibisinin hakkı zikredilenin gayri olur idi. Allah-u Teâlâ, «Ey iman edenler, (kasden) öldürülmüşler için size kısas (misilleme yapmak) farz kılındı.»[205] buyurmuştur. Bilinir ki, kısas ancak kasten öldürmek ile vacip olur. Cenab-ı Hak, âyetin başlan­gıcında onlar için iman ismini sabit kılmış ve aralarındaki kardeşliği ibkâ etmiştir. Gerçekten bunu Rabb´inizden bir rahmet, bir hafifletmedir, diye haber vermiştir. Bu vasıflar, fiilin kendilerini imandan çıkardığı kimse­ler hakkında ifade edilmesi çok uzaktır. Yine Allah-u Teâlâ «... iman edip te hicret etmiyenlere gelince; hicretlerine kadar sizin için mirasta onlara hiç bir velayetiniz yoktur...»[206] buyurduktan sonra şöyle buyurmaktadır. Bununla beraber eğer dinde yardımınızı isterlerse, onlara- yardım etmek de üzerinize borçtur[207]. Cenab-ı Hak, bu âyet-i kerîmede onlar için imam ispat edip hicrette birbirleriyle ayrı düştükleri halde dinde aralarını cem-etmiştir. Bu husus, Allah-u Teâlâ´mn «(Mekke´den hicret vacip olduğu zaman oradan hicret etmeyip küfür diyarında kalarak) nefislerine zul­mettikleri halde meleklerin, canlarını aldığı kimselere (azarlama kasdı ile) melekler şöyle derler : Ne işte idiniz ...»[208] kevl-i celîli ile bulunan vaîdin büyüklüğüne rağmen. Yine Cenab-ı Allah, «Ey iman edenler, düşmanlanmı ve düşmanlarınızı dostlar edinmeyiniz...»[209]«Ey müminler, Allah´a ve Peygamber´e hainlik etmeyin»[210] buyurmaktadır.

Cenab-i Allah, bu âyet-i celîlelerie onların yaptıklarının kötü ve çir­kin olmaları ile beraber kendilerine iman ismini ispat etmiştir. Kuvvet ancak Allah´tandır.,

Yine Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır : «Ey iman edenler, Allah´a öyle tövbe edin ki; tam bir pişmanlıkla halis bir tevbe olsun.»[211], «... Ey müminler, hepiniz Allah´a tevbe edin ki, dünya ve Ahıret saadetine kavu-şasınız.»[212]. Allah-u Teâlâ, onların üzerinde tevbe ile bağışlanan günah­ların kendilerinde iman isminin ibkâ edilmesiyle bulunduğunu haber ve­riyor. Onların sözlerine göre ise bu husus caiz olmaz. Binaenaleyh, esas olan sözün büyük günahları irtikâp edenlerden imanın zail olmadığını ifade edenlerin sözü olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Diğer bir husus da sudur ki : Gerçekten Allah-u Teâlâ, ibadetlerin bir çoğunu iman ismiyle vacip kılmıştır. Ve onlardan çoğu hakkındaki helâl ve haramın bilinmesini, imanın isminin bulunması ve zevali kılmıştır. Sonra bu hususlarda imanla beraber günah işini işliyen kimseler, gayrine iştirak etmiştir. Böylece imanın kendilerinden zail olmadığı sabit olur. Bununla beraber geçen konularda imanın kendisinde bulunduğunu belir­ten hususlardan lâfı uzatmadan akıl sahibi olanlara kifayet edecek şe­kilde beyan edilmiştir. Sonra Şafaatin ispatı hakkında haberleri rivayet edenler icma etmiştir. Sonra Müslüman ümmetinin kıble ehlinden ölen kimselerin hepsinin üzerine cenaze namazının kılınması hakkında birbir­lerinden naklen gelmesi ve ölülerine rahmet okumaları, onlar için istiğfar etmelerinin tevarüs etmesi, kendini sahih haberleri yalanlamaktan[213] ka­çındıran ve hidayete ulaşan ve hidayet yollarını gösteren imamlara mu­halefet etmekten kendini sakındıran kimse için bir delil teşkil etmekte­dir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra Mu´tezile´nin küfür ismini kendilerinden nefyetmeleri ile be­raber Allah-u Teâlâ´nın rahmetinden ümidini kesmeyi gerçekleştirmek hakkındaki sözleri ve Allah-u Teâlâ «... Sapıklardan başka Rabb´inin rahmetinden kim ümit keser »[214] kavl-i celîli ile tenakuz teşkil etmektedir. Çünkü Cenab-ı Allah küfür ile ümitsizliği bir arada toplamıştır. Kim ki bunlardan birini ispat ederse diğeri de lâzım olur. Halbuki bizce ve Mu´te-zile´ce ümidini kesenin kâfir olmadığı sabit olmuştur. Çünkü Örfte küfür, yalanlamaktır. Büyük günah irtikâp eden ise, tasdik halinde bulunur ki, onunla Allah´ın azabından korkar ve ondan bağışlanmasını ümit eder. Ve bilir ki, gerçekten Rahb´inin rahmetinden ümidini kesen kimse, sapıtmış-tır, Allah´ı bilememiştir. Öyle ise bu hali ile onun yalanlayıcı olmadığı sa­bit olur. Gerçekte ise küfür, örtmenin ismidir. Büyük günah işliyen kim­se ise, Rabb´isinin nimetlerinden hiç bir şeyi örtmüyor ve onun hakkını inkâr da etmiyor. Binâenaleyh onun kâfir olması batıl olur. İman da onun gibidir ki, örf ve naklî deliller itibariyle o tasdikten ibarettir. Böylece bilinir ki, o, bir şeyde Allah´ı yalanlamamıştır. Ve onun mümin olduğu sabit olur. Tevfik Allah´tandır.

Sonra hak olan şöyle demektir ki, bütün hariciler ve Mu´tezile mez­hebinden olanlar, kendi sözlerine göre büyük günahları irtikâp etmele­rinde küfre girmişlerdir. Cehennem´de ebedi kalmayı kendilerine vacip kılmışlardır. İslama gönül veren ve islâmı benimseyen sınıflardan kendi­lerinden gayri olanları da bir kaç yönden[215], bu hususlarla vasfetmişler-dir :

Gerçekten onlar, Allah-u Teâlâ´nın kendisine rahmet ettiği kimse hakkında icma ederek ifade etmişlerdir ki, o da âyet-i celîîelerden zikro-lunan hususla küfürle vasfetmektir. Aynı hususu Allah-u Teâlâ´nın «Al­lah´ın âyetlerini ve ona kavuşmayı inkâr edenler ise, işte onlar Allah´ın rahmetinden ümidini kesmiş olanlardır. Onlar için acıklı bir azap var­dır.»[216] kavl-i celîli ile delil getirmişlerdir. Buna göre her iki zümreye kü­für ve Cehennem´de ebedi kalmak gerekir. Allah-u Teâlâ´nın âyet­lerine iman edenlere gelince : Onu affedici, bağışlayıcı ve merhamet edici olarak bu hususlar için gerçekleştirdiklerinden onu bunlarla vakfetmiş­lerdir. Onlar hakkında ancak ümit etme olduğunu ifade ederler. Her iki emirden birisi ile onlar için şahadet getirmeleri caiz olmaz. Herkesin sözü lâyık olduğu yerde bırakılır. Tıpkı Allah-u Teâlâ´nın, «... Ve müminlerin yolundan başkasına uyar giderse onu, döndüğü sapıklıkta biralarız. Ahiret´te de kendisini Cehennem´e koyarız ki, o, ne kötü bir dönüş yeridir.»[217] kavl-i celîli ile beyan buyurduğu gibi. Kuvvet ancak Allah´tandır.

İkinci vecih; gerçekten onların hepsi Allah-u Teâlâ´nm rahmetini o kadar darlaştırdılar ki, günahı[218], kapsamına almiyacak şekilde kıldılar. Çünkü büyük olmayan[219]günahlarla azaplandırmak caiz olmaz. Kendisine azap verilmiyen husus hakkında Allah´ın rahmeti için ve kendisinden müstağni olunan şey hakkındaki Allah´ın bağışlaması için bir hikmet yoktur. Her günahı kapsamına alan gadap Ve öfkeyi, hikmette kıldılar ki, onunla azap vermek caiz olur. Binâenaleyh onların sözlerine göre ne af vardır ne de rahmet. Bu sözün hakkı ise rahmet ve bağışlanmaktan mahrum olmaktır. Amma, AÎİah-u Teâlâ´yı geniş kapsamlı rahmet ve bağışlamak ile vasfeden kimseye gelince; onun hakkı bağışlanmak, Al­lah´ın rahmetine nail olmaktır. Çünkü gerçekten her kerim olan bununla vasfolunur. Mu´tezile ve haricilerin onu vasfettiği şey ile Allah´ı vasfet-mekten, ona daha meyillidir.

Üçüncü vecih şöyle ifade edilmektedir : Allah-u Teâlâ, «Ey Resulüm» o küfredenlere de ki : «— Eğer Peygamber´e düşmanlıktan vazgeçerler­se, geçmişteki günahları bağışlanır.»[220] buyurmuştur. Vazgeçme ile mey­dana gelecek hususun hudutsuz olması bütün taatlara ulaştığının ve ha­ricilerin sözüne göre hayatın tehir edilmesi ile bütün, işlerin meydana gel­mesinin bilinmemesi ile olması caiz olmaz. Buna göre vazgeçilen hususun kendisinden vazgeçilmeyecek bakımından olur. Mu´tezile´nin sözüne göre de durum böyledir. Binaenaleyh gerçekten vazgeçmenin her vakitte hep­sine malik olduğu, şey olduğu sabit olur ki, o da küfür ve masiyetin bü­tün çeşitlerinden beri olmaktır. Allah´a iman etmek ve kişinin iman ettiği şeyin hepsinden de berî olmaktır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bu husus Mu´tezile´nin sözü üzeredir. Çünkü onlar iman ile küfür arasında bir yerin bulunduğunu öne sürdüler. Allah-u Teâlâ ise küfürden vazgeçmekle zikrohman şeyi vadetmiştir. Böylece büyük günah işleyen kimsenin bağışlanmış olması lazımgelir. Özellikle küfürden vazgeçmek­le beraber olduğu zaman büyük günahları irtikâp eden kâfirin bağışlan­ması lazımgelir. Bunun üzerine Cehennem´de ebedi kalma hakkında umum olarak ifade edilmesi ile azabın verilmesi ve mağfiretin vukubulm asının reddedilmesi vacip olur. Tevfik Allah´tandır.

Sonra biz Mu´tezile´ye şöyle deriz : Siz diyorsunuz ki, büyük günah işliyen ne mümindir ve ne de kâfir. Gerçekten onlar büyük günah işîiyene her iki isimden birinin müstahak olmadığı şey ile mi isim veriyorlar, yok­sa onlardan biri ile mi Ve siz gerçekten onu bilmiyorsunuz. Eğre onlar birincisini kabul ederek onunla ifade ederlerse onlara şöyle denir; Allah ona imanın hepsini mi verdi yoksa bazısını mı ihsan etti veyahut imandan hiç bir şey vermedi mi Bunun için ismi batıl oldu. Eğer evvelkini söy­lerse, büyük, söz söylemiş olur ve Allah´ın kendi fiilinin1 ismini Allah´tan menetmiş olur. Halbuki Allah, ona iman vermiştir. Allah´a kendi ismini gerçekleştirmediği için Rabb´ini bilmemiştir. Eğer bu caiz olmuş olsaydı hiç bir kimsenin sözünde doğru olarak gelmiş olmaması caiz olurdu. Ger­çekte ise Allah katında o, sözünde sadıktır, ve böylece hal sahibidir, otu-rucudur, ayakta durucudur. Allah´ın katında böylece olması caiz olmaz. Veyahut Allah-u Teâlâ´nm onu böylece bilmesi caiz olmaz. Zikrettiğimiz hu­suslardaki birbirine zat olan sözleri bunun gibidir. Bu husus, onların Al­lah´ı bilmemelerinin alâmet ve işaretidir. Eğer ikincisini söylerse, haki­katen Allah-u Teâlâ bazısına iman eden kimselere ve bazısına da iman etmeyip küfreden kimselere şahadet etmektedir. Çünkü onlar, «Biz kita­bın bazısına iman ederiz, bazısına da iman etmeyip küfrederiz» demiş­lerdir. Onlar, hakikaten ve gerçekten küfreden kimselerdir ki, onlara kü­fürle isim vermek lasını gelir. Bu ise haricilerin görüşüdür. Eğer onlar üçüncü şıkkı ifade ederlerse o çok uzaktır. Çünkü Allah-u Teâlâ, kita­bın bazısına iman edene kâfir ismini vermiştir. Binâenaleyh kendisinde hiç iman bulunrmyan kimseye kâfir ismini vermek daha gerçek ve doğ­rudur. Şu aslı iki vecih teyid etmektedir : Birincisi; Allah-u Teâlâ´nm, beşeri, dünya ve Ahıret işi hakkında iki kısma ayırmasında zikrettiğim husus. Mu´tezile ise beşeri üç kısma ayırarak Allah´ın hududuna tecavüz etmişlerdir. Onlar gibisinin hakkı, kendilerine «Allah size bu hususta izin mi verdi, yoksa siz Allah´a iftira mı ediyorsunuz » denir. Veyahut tıpkı yahudilere denildiği gibi kendilerine «Siz mi daha iyi biliyorsunuz yoksa Allah mı » denir. İkincisi ise, gerçekten Allah-u Teâlâ, kendisinde küfür gerçekleşen zümreden Kur´ân-ı Kerîm´inin muhkem âyetleri ile imanı nefyetmiştir. Çünkü Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri «Onlar, iman eden kimseler değillerdir», buyurmuştur[221]

Gerçekten onların kâfir olmadıkları hiç bir akıllı olan kimsenin zihninden geçmez. Bilakis kendisinde iman[222]fiiîi olandan iman zail oldu­ğu vakitte ancak küfür ile zail olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Eğer onlar onun için iki isimden birinin bulunduğu bilinmez derler­se, onun için Allah nezdinde öyle bir benzeri vardır ki, onun ağırlığı ve zahmeti cedel ve husumettir. Çünkü onların bilmedikleri şey, sayılan hu­suslardan daha çoktur. Bu hususta onlara delil getirip ihticac etmek lâ­zım olsaydı, ömür boyu hayat batıl olarak boşa geçerdi. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra insanlar ihtilâf etmelerine rağmen, büyük günah irtikâp ede­nin gerçekten dinlerde şirk, veya küfür veyahut da iman olmak üzere İsim verilmesinde ittifak etmişlerdir. Kim ki şek ve şüphe ile konuşmak­tan korunmak için bunları iptal ederse ittifak üzere ifade edilen hususu iptal etmiş olur. Onlar, bu husustaki kitapta varid olan debilere ve sün-netde bulunan hususlara şahid olmuşlardı ki, onunla kendisinin şahid ol­duğu veyahut anlayış sahibi olan kimsenin işitmek suretiyle elde etmiş ol­duğu deliller hakkındaki şek ve şüphe ortadan kalkar. Kuvvet ancak Al­lah´tandır.

Sonra fasık ve facir isimlerini mutlak olarak söylemek kendisinde dağınıklık meydana getiren hususlardandır. Kim ki ona kâfir veyahut müşrik ismini verirse onu mutlak olarak söylemiştir. Kim ki ona mümin derse, bu husustan kaçınmıştır. İşte böylece Allah-u Teâlâ´nm düşman­larının ismini inkâr ettiler. Mu´tezile de bu iki ismi, emrin bulunduğu şeyin hilâfına o isimleri menetmek üzere meydana çıkarmıştır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra Allah-u Teâlâ´nm «doğrusu Allah, kendisine eş koşulmasını (eş koşanın günahını) bağışlamaz.»[223] kavl-i celîlini hariciler yanlış ve hata olarak te´viî etmişlerdir ki, o te´vil fasiddir. Çünkü o günah değil­dir ki, bağışlansın. Bunda ise bağışlanmak zikredilmiştir. Onun altında tevbenin[224], gizlenmesi muhtemel değildir. Çünkü onun gibisi ile şirk ba­ğışlanmaz. Âyet-i celîle ise iki günahın arasını ayırdetme hakkındadır. Allah-u Teâlâ´nm : «Eğer siz, yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınırsanız, sizden diğer kabahatlerinizi Örteriz ve sizi iyi bir gidişata sokarız.»[225] kavl-i celîli de böylece ona muhtemel olmaz. Çünkü onda gü­nahı Örtme vardır. Günah olmayan hususta da örtme bulunmaz. Hatâ ise günahı gerçeldeştirmez. Örtme, bağışlama, kendisi ile ceza verilen şey için olur. Mu´tezile´nin söylediği söze de muhtemel değildir. Çünkü onların sözü, benzemenin[226] gerçekleşmesini men´eder. Çünkü o büyük günah iş­lemeyenler hakkında bağışlanmış olarak vaki olur. Bunda ise ispat edile­rek vukubuluyor. Sonra günahları örtmeği onlar, örtülmüş olarak değil, bağışlanmış olarak kılıyorlar. Çünkü bağışlanmış olan, üzeri Örtülmüş olandır. O red edilinceye kadar baki kalır. Örtülen ise sahibinden güzel bir fiil gelip onunla bağışlanıp örtülmüş olur. Tıpkı Allah-u Teâlâ´nm, «... Çünkü bunların kötülüklerini Allah iyiliğe çevirir» buyurduğu gibi[227] Allah-u Teâlâ´nm, «Ey iman edenler, size öyle bir kazanç göstereyim mi ki, sizleri acıklı bir azaptan kurtarıversin »[228] ve «Eğer sadakaları aşikâre verirseniz, o, ne güzel şeydir. Eğer sadakaları gizler.de onları öylece fa­kirlere verirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Ve günahlarınızdan bir kısmını örter.»[229]Allah-u Teâlâ´nm, «Ey iman edenler, Allah´a öyle tevbe edin ki, tam bir pişmanlıkla halis bir tevbe olsun.»[230] kavl-i celîli de böy­ledir. Bu hususta asıl olan Allah-u Teâlâ´nm, «Gündüz iki tarafında (öğ­le ve ikindi vakitlerinde) ve geceye yakın üç vakitte (akşam, yatsı ve sa­bah vakitlerinde) gereği üzerine namaz kıl. Doğrusu bu hasenat, günah­ları mahveder...»[231] kavl-i celîlidir.

Sonra gerçekten âyet-i celîle Mu´tezile´nin sözüne muhtemel değil­dir. Çünkü onlar günaha musir olan kimseyi büyük günah sahibi, günaha devam etmiyeni de günahdan pişman olan ve tevbe eden kılıyorlar. Binâr-enaleyh, böyle olan günah, tevbe ile bağışlanır. Bütün günahlar da tevbe ile bağışlanır. Her ikisi[232] de Allah-u Teâlâ´nm şu âyet-i celîlelerinden ayırt edilmekle carî olmuşlardır[233] : «Doğrusu Allah, kendisine eş koşulmasını (eş koşanın günahını) bağışlamaz.»[234], «Eğer siz yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınırsanız, sizden diğer kabahatlerinizi ör­teriz ve sizi iyi bir gidişata sokarız.»[235]. Allah´a yemin ederim ki, o, haki­katen şirkin ancak tevbe ile bağışlanacağım ve gayrinin Allah-u Tealâ´nın fazlu ihsanı olarak bağışlanmasının veyahut âyet-i celîlelerin ayırt edil­mesi için faydanın tahakkuk etmesiyle beraber ifade edilen sözün doğru olması için hasenattan gayri ile örtülüp bağışlanmasının caiz olduğunu daha iyi bilir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra âyet-i eelîlede Mu´tezile ve haricilerin sözlerini menedecek ve-cihler vardır. Birincisi; Cenab-ı Hak, «Eğer siz yasak edildiğiniz günah­ların büyüklerinden kaçınırsanız...»[236] buyurmuştur. Âyet-i eelîlede büyük günahlardan sakınmayanın hükmü yoktur.

İkincisi; büyük günahlar iki çeşittir : Birincisi, kâfirlerin ihtilâf et­tikleri yalanlama ve inkâr edip küfretme çeşitlerinden olan, itikatta vuku-bulan büyük günahlar. İkincisi ise, Allah-u Tealâ´nın onu büyük fiil ve günah olarak beyan buyurduğunu görmesi iie, o şekilde itikat ederek sa­hibinin kendisinden kaçınmış olduğu fiiller sebebiyle olan büyük günah­lar, îşte sakınmak budur. Onu fiille yapar ki, ona irtikâp denir. Yoksa âyet-i ceîîlede sakınmayı beyan eden hiç bir vecih yoktur. Bunun üzerine onun itikat yönünden sakınılması gereken husus olması caiz olur. Onlar, şirkin nevileridir ki, her ikisinin gayrini Allah dilediği için iy ve güzel ameller veyahut fazlu kereminden dilediği ile bağışlar, Örter. Tıpkı her iki âyetten birinde, günahı Örtmek, diğerinde ise mağfiret etmekle beyan ettiğimiz gibi. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Üçüncüsü : Büyük günahlarda azapların miktarı beyan edilmemiştir. Şu husus bilinen bir gerçektir ki, doğrusu Cenab-ı Hak, günahlarda misli ile ceza vermekten fazlasını nefyetmiştir. Şirk ve inatlaşmak suretiyle küfrün cezası ancak Cehennem´de ebedi kalmaktır. Hiç şüphe yoktur ki, inatçı kâfir ve Allah´a eş koşan müşrik olmayanın ibadetteki günahı, o günahı işlemekten başka bir şey değildir. Hatta onun itikadının sıhhatli ve kuvvetli olması, Allah´ın kendisini, sakındırdığı şeyden korkmasına ve itikat hakkında kendisini imrendirdiği şeyi ümit etmesine sevketnıiş-tir. İgte o, günahının bağışlanması ve kabahatinin örtülmesi için her şeye sebkat edendir. Onun günahının evvelkinin günahı kadar olması caiz ol­maz. Binaenaleyh küfür ve şirkin gayri olan güna-hlar sebebiyle cehen­nemde ebedi kalmak ta caiz olmaz. Buna iki şey dahil olur; birincisi : Va´d hakkında vukubulan yalan. Çünkü Cenab-ı Hak, «... Kim de bir "imah ile gelirse, ona ancak misli ile (günahı kadarla) ceza edilir.»"[237] buyurmuş­tur. Şu husus bilinir ki, gerçekten inatçı kâfir olana eğer kurtulup rahat etmesi suretiyle ceza ve azap çeşitlerinin hepsi kendisine tatbik edilse, yine küfrü seçer. Böylece onun günahının misli ile ceza verilmesi/onun cehennem azabında baki kalmasından ibarettir. Günahı ondan az olan kimsenin onun gibisi ile, yani cehennemde ebedi olarak azap çekmesi ile kendisine ceza verildiği zaman ^ünahmın mislinden daha fazlası ile ceza­landırılmış olur. Halbuki o, irtikâb[238] ettiği şey sebebiyle cezalandırılma­mıştır. Hikmete uygun olan ise, günahı kadarı ile cezalandırılmaktır. Bu ise hikmeti meneden hususlardandır. Tevfik Allah´tandır.

İkincisi : Bilinir ki, hayır olandan inatlaşma ve inkâra karşı bulunan şey, inatlaşma ve inkârdan olan şey üzere işlemeyi terketmeyi tercih edip kabullenmede olan şeye karşı bulunan, diğerinden daha yüce ve büyük­tür. Öyle ise hayır hakkında daha büyük olan ile gelmiştir. Şer hakkında ise nihayetine ulaşmamıştır. Onu Cehennem´de ebedi kıldığı zaman ser­den madununu irtikâp etmek sebebiyle hayır olanların en üstününün se­vabını iptal eder. Bu ise adalet vasfını değil, cömertlik vasfını reddeder. Adalet ise verdiği azabın üzerine onun gelmiş olduğu sevabından ziyade kumaşıdır. Allah-u Teâlâ, bir hayırlı ve güzel amel işleyene o amelin on mislini, sevap olarak vereceğini, kim de bir günah, işlerse ona günahı ka­dar ceza vereceğini haber vermiştir. Bu hususta ise, hayır ve iyi amelde misline ulaşmadığı gibi günahta da mislinden noksan olmamıştır. Allah-u Teâlâ, bu gibi sıfatlardan yücedir, beridir.

Evvelki hakkında yalan olacağına dair fiilin terki ile delil getirmek isteyen kimsenin delil getirmesi mümkün değildir, fasittir. Çünkü herke­sin aklında yalandan korunmanın gerektiği hususu yerleşmiştir. Tıpkı onu kabullenmede ibka edilmesi yerleştiği gibi. Sonra onun varlığı aklının yalanma delil olmaz. Çünkü aklında onu meneden şey vardır. Eğer ona tecavüz ederse, onun gibisinin aynı tecavüzünün vaktim kabul etmekte de bulunur. Eğer onda açıklama olsaydı, evvelki ile herşeyin açıklanması veyahut fasid ve haram olması vacip olan helâl olurdu. Yine eğer öyle olmuş olaydı, aslen kâfir olana verilen cezamın aksi olarak mürtede ceza verilmesinin vacip olmaması gerekirdi. Bilakis küfrü sarahatle ifade et­mekle evvelki hakkında vukuıbulan yalanı zahir olmazdı. Nasıl olur ki, işlediği gey hakkında zahir olsun Eğer bununla[239], olmuş olsaydı son­radan kâfirin imanı ile yahut örf ve âdetle yalanını çirkinleştirmeyen şeyi teati etmeseydi, yine o zahir olurdu. Onun aslı iki vecih olarak gö­rülmektedir.

Birincisi; eğer onunla evvelkinde yalan zahir olsaydı, lâzım olmak muhakkak ortadan kalkardı. Lâzım olmak ortadan kalktığı zaman da onu izhar etmek için varlığının sebebi olması batıl olurdu. Bunda ise, on­ların söyledikleri hususun batıl olduğu anlaşılıyor. Kuvvet ancak Allah´­tandır.

İkincisi : Herkes muhakkak olarak itikadının bulunduğu vakit, ken­dinden bilir ki, o, bu hususta yalancı değildir. Sonra dinine56 tecavüz ede­ni bilir. Eğer onunla zahir olma olsaydı, hakikatte kendisinde ilim vuku-bulmazdı. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bilakis bunu iddia edene o husus lâzım gelir. Çünkü yalan konuşma­mak onun itikadında mevcuttur. Bu göz ile yalancı olacağını her mümin olan bilir. Allah Sübhanehu ve Teâlâ da böylece bilir. Zira Allah, gayri ile değil, bizatihi herşeyin hakikatini olduğu hal üzere bilir. Onun evvel­kinde de doğru ve sadık olduğunu bilir. Ondan sonra eğer tecavüz ederse, o sözün sahibi Allah nezdinde ve kendisinin yalancı olduğuna şahit olan kimsenin yanında yalancı olur. Bununla herkes başkasının küfrünü tes-bit etmeği murad ettiği sözü hakkında onun küfrü ile hüküm vermeği kendisine vacip kılar. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Allah-u Teâlâ´nın «Yahudilerden o kimseler ki, Musa´ya iman getir­diler, buzağıya taparak kâfir oldular. Sonra tevbe ederek Tevrat´a iman ettiler, sonra[240] İsa´yı inkâr ettiler, sonra Peygamber (aleyhisselânıı) tanı­madılar da küfürde ileri gittiler; Allah, onları mağfiret edecek de değil, doğru yola iletecek de değil,»[241] kavl-i celîlinde eğer zikrolunan şey olsay­dı, onlar için ebediyyen iman sabit olmuş olmazdı. Bunun üzerine onların sözlerinin fasid ve ıbatıl olduğu sabit olur. Bu küfür hakkında ifade edi­lendir. Küfrün mâdûnu olan şey hakkında bu husus nasıl sabit olmaz Kuvvet ancak Allah´tandır.

Mahlûkattaki hallerin muhtelif olması da buna göredir ki, o hallerin gayrinde onların birbirine zıd düşmelerinin fasid olması vacip olmaz. Tev-fik Allah´tandır.

Bu husus yine büyük günahlar hakkında Mu´tezileye gerekir. Sonra onlardan taaccüp edilecek husus şudur ki, onlar büyük günah sahibi olan­lara namaz kılan ve ehli kıblenin ismini ispat ediyorlar. Onlara bu ismin verilmesinin sebebi imandır. Öyle ise o ismin baki kalması halinde imanın zail olması mümkün değildir. Onunla sabit olan ise, muhakkak zail ol­muştur. Allah-u a´lem.

Âyet-i celîlenin kıraatinde[242], «Yasak edildiğiniz günahların büyüğün­den kaçınmak üzere» olarak da rivayet edilmiştir. Her ne kadar bilinen o ise de cemi siğasiyle fertlerin murad edilmesi de caizdir. Âyet-i celîle­nin o manayı ifade eden kıraat üzere rivayet edilmesini biz inkâr etmiyo­ruz. Çünkü bu hususu Allah-u Teâlâ´nın şu âyet-i celüeleri açıkça beyan ediyor : «... Kim şeriatın hükümlerini tanımaz, imam inkâr ederse, bütün yaptıkları boşa gitmiştir.»[243], «Kim islâmdan başka bir din ararsa o iste­diği din asla kendisinden kabul olunmaz...»[244], «... Sizden kim dininden döner de kâfir olarak- ölürse, bu gibilerin yaptığı iyi şeyler, dünyada da Ahırette´de boşa gitmiştir.»[245]. Allah-u Teâlâ´nın, «Doğrusu Allah, kendi­ne eş koşulmasını (eg koşanın günahını) bağışlamaz.»[246] kavl-i celîlinin te´vili de ona göredir ki, sonradan Cenab-i Hak, «Ondan başkasını, dile­diği kimse için, bağışlar ve mağfiret buyurur.»[247]buyurmalttadır. Tıpkı bunda, «... Günahlarınızı örter ve sizi bağışlar...»[248] buyurduğu gibi. Binâ­enaleyh, onu getirmek bir hüküm ile olur. Bilinen bir gerçektir ki, Mu´te-zile ve Haricîler, ikiden birini idrak edemedikleri gibi, diğerini de anlayamamışlardır. Sonra Allah-u Teâlâ´nm, «Eğer siz yasak edildiğiniz günah­ların büyüklerinden sakınırsanız, sizden diğer kabahatlerinizi örteriz ve sizi iyi bir gidişata sokarız.»[249] kavl-İ celîli hakkında haricilerin sözüne go--re asıl olan şudur ki, sanki Cenab-ı Hak, «Eğer siz küfür ve Allah´a eş koşmaktan sakınırsanız» buyurmuştur. Mu´tezile´nin sözüne göre de «Eğer siz imandan çıkmaktan sakınırsanız zikrolunan sizin diğer kabahatlerinizi Örter mağfiret ederiz.» buyurmuştur sanki. Bu takdirde Mu´tezile´nin sö­züne göre imandan çıkmaktan başka büyük günah yoktur. Onların sözü­ne göre," âyet-i kerîme hâssa rücu´ etmiş oiur ki, o da din ve imandan çık­maktan ibarettir. Bu husus ise, onların âyet-i celîle umum ifade ediyor davasındaki sözlerini iptal eder ve âyet-i celîlenin umum değil, husus ifa­de ettiğini söylemelerini gerektirir. Kim ki bir şey hakkında, bir şey ve açıklık olmaksızın hüküm verirse kendisi mahkûm olur. Bu ise, ken­disinde vaîd bulunan hususların hepsinde durmayı ifade eden Hüseyin´in sözünün lüzumunu ve zikrolunan kimsenin sözünün batıl olduğunu ge­rektirir. Allah-u a´lem.

Sonra asıl olan odur ki, doğrusu Allah-u Teâlâ, iyi. ve güzel ameller ve onunla beraber büyük günahlardan sakınmağı zikretmeksizin mükâ-faat vadetmiştir. Günahlar üzerine de umum ifade eden vaîdle ceza ve azap verileceğini beyan buyurmuştur. Tıpkı iyi ve güzel amellere mükâ-faat vadettiği gibi. Kim ki, her iki âyeti birlikte umuma yöneltirse, her iki emri bir işte toplamak suretiyle tenakuzu gerektirmiş olur. Bu da aptallığın alâmet ve işaretidir.

Sonra âyetlerin ifade ettikleri umum ve husus hakkındaki sözler, bir­birine uymamaktadır. Mu´tezile ve hariciler vaîd ifade eden âyetlerin umumi manâda mütalâa edilmeleri daha doğrudur diye iddia ettiler. Çünkü onlar menetme ve öğüt verme hakkında daha açıklık ifade etmek­tedirler.

Murcie´ler ise, vaad ifade eden âyetlerin umumun ifade etmeğe daha lâyıktır diye iddia etmişlerdir. Çünkü diyorlar, rahmet, afv ve mağfiret­ten Allah´ın sıfatlarından bilinene o daha lâyıktır. Bunun için büyük ve küçük günahlarda vaki olur. Bununla beraber Allah-u Teâlâ´nm «Doğru­su Allah, kendisine eş koşulmasını (eş koşanın günahını) bağışlamaz.»[250] kavl-i celîli helâl kılanlar için vaîde muhtemel olması ile beraber ona şahadet ediyor. Vaîdin eğer tahsis edilmesi vacip olsaydı; gayrine de mu­hakkak vacip olurdu. Vaîd de kendi nefsi içindir. Binâenaleyh, vaîdin hu­sus ifade etmesi daha evlâdır. Bununla beraber vaîdin vukubulması için devamlı olmasını şart koşmuştur ki, bu da husus ifade etmesinin alâmet ve işaretidir. Bu husus va´d hakkında bulunmadığı için onun şirki helâl kılanlara sarfedilmesi, yahut kendisinde iyi ve güzel ameller bulunmazsa o, kendisinin cezası olmasına sarfedilmesi gerekir ki, böyle olunca onun yanında muvacehenin bulunma-sı vacip olur. Yahut o, cezasıdır; Allah-u Teâlâ´da rahmetiyle onun ümitvar olduğunu bildiği şeyle, fazlu ihsanı ile kulu bağışlamasına sarfetmesi gerekir. Kul, Allah´ın mağfiretinin ne kadar büyük olduğunu bilir. Bunun için Allah, kulunu kendisini ümtivar eden Allah´ın fazlu ihsanından zahir olan hususla onu afvinden mahrum bı­rakmaz. Yahut onlara kullarından seçkin olanları onlar hakkında şefa­atçi kılar ve onlar için. istiğfarlarını kendilerinden kabul eder. Çünkü ku­lun yani kendisinin istiğfar etmesi çok uzaktır. Kuvvet ancak Allah´tan­dır.

Sonra bu hususta asıl olan odur ki, gerçekten Allah-u Tsâîâ kuluna günah irtikâp etmezden önce ona mümin demiştir. Ve kendisinden Ce­nab-ı Hak «Ey müminler, yabudi ve hristiy ani arın sizi kendi dinlerine davetlerine karşı şöyle deyin : Biz, Allah´a ve bize indirilen Kuı-´an´a, îb-rahim ve İsmail ve îshak ve Yakup ve torunlarına indirilenlere, Musa´ya> isa´ya verilenlere ve bütün Peygamberlere Rabb´leri tarafından verilen kitaplara iman ettik...»[251], «Peygamber (aleyhisselâm) ve müminler, Rabb´isinden kendine indirilen Kur´ân´a iman ettiler. »[252] âyet-i celîlelerle küfür ismini izale buyurdu. Binâenaleyh Cenab-ı Hak, kişinin mümin ol­masına sefoeb olan şeyi beyan buyurdu. Onun gibisine sen mümin değil­sin demeği de «... Size islâm selâmı veren kimseye dünya hayatının geçi­ci nimet ve menfaatine göz dikerek, sen mümin değilsin, demeyin...»[253] kavl-i celîli ile haram kılmıştır. Allah´ın Resulü (s.a.v.) Cebrail aleyhis-selânı, kendisine iman hakkında sual ettiğinde bu hususta açıklamada bu­lunduğu zaman onları ifade eden kimseye mümin ismini vererek mümin­lerden olduğunu gerçekleştirdi. Ve yine böylece Peygamber aleyhisselâm «Ben, insanlarla savaşmam hususunda emrolundum...»[254]buyurmuş olduğu bu Hadîs-i Şerifin devamında şahadet getirinceye kadar diye ifade buyurmakta. Binaenaleyh, işte bu, şimdi kitap, sünnet, icmai ümmet ve lügat ehlinin şahadeti ile mümindir.

Sonra büyük günah sahibi olan hakkında ihtilâf edildi. O, Mu´tezile´-nin inatîaşarak vasfettiği şey ve Haricilerin islâm dışı görüşleri ile vas-fettikleri sıfatla bulunmaktadır. Hatta onlar kendi görüşleri için tercih ettikleri ve Allah´ın rahmetinden ümit kesmeleri sebebiyle onlara isim­ler talktılar, Aîlah-u Teâlâ´nin hikmetinde onların bağışlanmasının cai i olması görüşünde olmadılar. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra fısk, isyan ve zulüm için olan manâlar, iman Üe zıt düşmemek­tedir. Çünkü fısk, emirden dışarı çıkmanın ismidir. Fıslan üç kısım üzere olması caizdir : Onlar da : İrşad emri, farz ve itikata ait olan hususlar­dan dışarı çıkmaktan ibarettir. Zulüm de böylecedir. Çünkü o, bir şeyi ye­rinden başka bir yere koymaktır, isyan ise, muhalefette bulunmanın is­midir. Kim ki bunların hepsini ceza hakkında veyahut manânın hakika­tinde tertip eder ve her günah için iman isminin ziyadeleşmesini[255], murad ederse o kimsenin kendisi zulmetmiş olur. Allah-u Teâlâ´nm ve Resûlü´-nün ve müctehid olan imamların ayırt etmiş oldukları hususu reddetmek için de haddi tecavüz etmiş olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Gerçekten kendisine iman ismi verilen husus, geçen mevzularda açık­lanmıştır. Sonra biz; Kâ´bî´nin, mezhebi için seçip rıza göstermiş olduğu sözlerini, sonra onun Allah´ın dini hakkında ulaşmış olduğu yeri azıcık düşünen kimsenin bileceği şey ile delillerini zikrederiz. Kuvvet ancak Al­lah´tandır.

Kâ´bî, şöyle iddiada bulunur : Gerçekten Ehl-i Hakk´ın «Her tâat imandandır. Ve imanın ismi, terkettiğinin fasık ismini icabettiren şeye nıüstahik olur.» Sözü gerçek değildir. Ve devamla diyor ki : Bizim «mü­mindir sözümüz, yalnız fiilden alınmış değildir. Çünkü birini tasdik eden ve ona boyun eğip itaat eden herkese mutlak isim olarak onunla isim ve­rilmez. Ve yine onun ismi yalnız o değildir. Çünkü eğer onun ismi olsaydı onun gibi olmayan kimseye de aynı ismin verilmesi caiz olurdu. Tıpkı gü­zel olan kadına çirkin ismi verilmesi gibi. Böyle olmadığı zamanda onun fiilden alınma isim olduğu ve din hakkında da medih olduğu ve isminin de ayırt edilmek için olduğu sabit olur.

Şeyh Eba Mansur (r.h-1 divor lki : Biz Allah´tan yardım talep ede­rek deriz ki; Kâ´bî´nin «Ehl-i Hak, böylece haktır.»[256] sözü ile eğer her taat imandandır´sözünden o, imadan başka bir şey değildir demediğini murad ederse, bu sözü tıpkı her nim^ Allah´tandır demek gibidir ki, ben Allah´ın izni ile ona nail oldum ve o iıinıet var idi manâsına gelir, iman da böyle­cedir. Onun «iman´ın ismi Sıma müstahik olur» sözünü ise, onu nakzet-mistir Günkü o. büyük günah sahibi ile beraber fiil bulunduğunu ve fakat[257] ona sim verilmediğini iddia etmiştir. Bu hususta ise zikrolunan şeyi vas-fetmistir. O da gerçekte onun katında imanın ismi değil, mümin olanın ismidir. Çünkü o, imanı onsı»z kendisine gerçekleştiriyor da, ona isim ver­miyor. Bu husus, onun sözü $e iminin ulaşabildiği yerdir. Onun «mü´mi.n kelimesi, fiilinden alman bir i^ değildir» sözü acaib bir sözdür. Çünkü o, bu ismi onun fiili için gerçekleştirdi, sonra onunla isim vermeyi menet-ti. Bu ise, herkese gerçekte fiilinin isminin gayri ile isim vermenin ve aynı zamanda o ismi kendimden menetmenin caiz olduğunu icabettir^ ki bu husus her fail olana faU" olmayan ve her fail olmayana fail ismini vermeyi gerektirir. O hareli ve benzerleri hakkında da böyledir. Onun «böylece tasdik etti, onunla isim verilmez» sözü ve ona tabi kıldığı «bütün din ehli o fiilin hata olduğu hususunda ittifak etmiştir» sözü, iki yönden yalandır : Birincisi; onun şö^e demeğidir : Ona isim verilmez. Belki o is­me verilmiştir. Fakat onun iffîan ile ^ murad etti^ bilinmez. Bunun içindir ki, onu tesbit etmesi vaciptir. Fakat bu ona isim olduğu için değil. Ve yine böylece felan murad ve maksadı bilinmeyen husus bakımından birine itaat ettiği şey ile mutlaka felana itaat etti denmez. Bu da fiilinin mutlak olmasına müstahik olmadığı için değil, fakat kendisi ile emir bi­linmeyen kimseye olan itaat olduğu içindir, iman da böylecedir. Bilmeye vardığı vakitte onu ifade el^elî gerekir ve yine böylece birisi hakkında ifade ettiği şey ile o husus ayan beyan oluncaya kadar o yalancıdır veya­hut tasdik edicidir, denmez- Som-a her Allah´a küfreden kimseye yalan­cıdır denir. Çünkü onun haleti bilinmiştir. Mümin de onun gibidir. Tev-fik Allah´tandır.

Dinler ehlinden rivayet ederek naklettiği şey de böylecedir. Ondan görülen ve işitilen taaccüp edilecek hususlardan şu kitapda eşya hakkmda ümmetten devamlı olarak rivayet edilir. Belki onun bulunması üm­metten söyle dursun, onlardan birinden bulması güç olur. Ve kendi batıl fikrine vesile kılar. Onu aklı olan kimse düşünürse veyahut mezhebi hak­kında kendisine karşı çıkanlardan biri onu iman etmiş sanır. Kuvvet an­cak Allah´tandır.

Onun, «O, onun ismi[258] değildir.» sözüne gelince, kendisine şöyle de­nir : Eğer isim fiilin gerçekleşmesi için olmamış olsaydı onu kendisine isim kılmayı[259] menetmek için de olmazdı. Fakat onu isim kılmakta haki­kati gizlemek vardır ki, gerçekten o, ismin hakkıyla ona isim vermiştir; veyahut da fiilin hakikati ile. Ve fiillerden alman isimlerin bulunduğu hal üzere olan şeyin hepsi böylecedir. Onun ismini[260] hakikati olmayana an­cak mecaz üzere veyahut onunla dalga geçmek ve onu aşağılamak için verir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra diyor ki : Biz fasid hakkında tahkik ve tedkik edildiğinde o mümin değildir demiyoruz. Bilakis biz ona mümin ismini vermiyoruz. Bu­na göre kendisine şöyle denir : O, tahkik ve tedkik edildiğinde mümin midir veyahut mümin değil-midir. Veyahut mümin ve kâfir değil midir Eğer evvelkini yani mümindir derse, o, öyle bir adamdır ki kendi nefsini yalancı olmadığı şey hakkında yalanlamaya davet etmiştir de bunun üze­rine ona itaat etmiştir. Onun gibisinin hakkı, kendisinden yüz çevirip onu görmemektir. Çünkü o, her mukallidin aşağısmdadır. Eğer son iki vecih ile söylerse, kendi nefsini ondan rivayet etmiş olduğu husus hakkında yalanlamıştır. Tevfik Allah´tandır.

Sonra tâatm hepsine iman ismini vermeğe hepsinin nezdinde dinden olan hususlarla ve Allah-u Teâlâ´nm «Kim İslâm´dan başka bir din arar­sa, o istediği din asla kendisinden kabul olunmaz.»[261] kavl-i celîli ile delil getirdi. Bununla beraber hakikaten islâm dininden olduğuna itikad etmek­sizin kendisine işaret etmek üzere ibadetlerden bir şeyi talep eden kim­seden o istediği şey kendisinden kabul olunmaz. Her ibadet ancak islâm dininden olması sebebiyle kabıü olunur. Onun kendisine işaret edilen iba­detin ismi olduğu sabit olmuştur. Her ibadet, İslâm´da ibadet olarak be­lirtildiğinden kabul olunur ve kuvvetine binaen varid olur. İşte bu hepsi­nin dindendir demelerinin manâsıdır. Yoksa, herşeyin bir şeye izafe edilmesiyle ondan kendisine isim verilmesi gerekmez. Allah-u Teâlâ «Sizdeki her nimet Allah´tandır...»[262] buyuruyor. Yoksa her nimet Allah değildir. Bilakis o hususta dinin başka olduğuna delildir, tâ ki ona izafe edilsin. Binâenaleyh ondan fariğ olduktan sonra onu yerine getirmiştir. Tevfik Allah´tandır.

Sonra Cenab-ı Hakk´m «(Ey Resulüm) müminlere müjdele, onlara gerçekten büyük bir mükâfaat var.»[263] kavl-i celîli ve ona benzeyen âyet­lerle mutlak olan isimle müminler için vaîd olduğuna delil getirdi. Sonra o, rızkı irtikâp eden de yoktur. Vaîdin umumiyeti hakkında her ne kadar ihti­lâf vukıibulmuş ise de vaadin umumun ifade ettiği hususunda hepsi gö­rüş birliğine varmışlardır.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz Allah´ın izni ve tevfikıyla deriz ki; onun, âyetlerin umumu hakkında icma´ vardır demesi yalandır. O kimse devamlı olarak her belâ ve musibet[264] hakkında kendisini korku ve endişe içinde kılmaktadır. Doğrusu Cenab-ı Hak, «İşte böyle demelerine karşılık Allah da kendilerine sevap olarak ağaçları altından ırmaklar akan cennetleri verdi ki içlerinde ebediyyen kalıcı haldedirler...»[265] buyurmakta­dır. Onun gibisi olan söz için vacip değildir. Özellikle hepsinin sözü hak­kında işte böylece onun rivayet ettiği husustaki yalanı sabit olmuştur. Son­ra âyetlerle istidlal etmesine üç noktadan cevap verilmiştir :

Birincisi : Hallerin nihayetinden haber vermektir ki, her müminin82 varacağı yer orasıdır.

tkincisi : Vaadin kendi ahlâkı ile ve ona yol gösteren şeyle imanı ger­çekleştirmek için olması. Her hangi birine bir şeyle isim vermek caizdir ki, o da emrin ismidir. O emirlerin hepsi onunla birbirleriyle bağlanır. Kendisine verilen isimle, ismin ispat edilmesinden onun bulunması caiz olur. Allah-u a´lem.

Üçüncüsü : Onun için cezanın ve kendisi ile azaplandırılan hususun bulunması ki, o da kendi hakları ile azaplandınlmaktır. Ona dininin hakkı olarak iaabet eden şey, kendisinden, dininden bir şeyi noksanlaştırmış olmuyor. Bununla beraber Cenab-ı Hak gerçekten onun için Allah´tan büyük bir mükâfaat olduğunu beyan buyurmuştur ki, gerçekten iyi ve güzel amellerin cezası Allah´tan elan bir mükâfaattır. Mükâfaat vermenin hik­meti ise, haller ve vakitlerin ihtiyar edilmesinden o hususu yerine getirene mahsustur.

Sonra Murcie´nin, mezheplerindeki sözlerinin yalan olduğunu bilen kimselerden onun hakkında her düşüncenin bileceği şeyle onların sözünü açıklama zahmetinde bulunmak, onu anlayanın onlara lanet etmelerine bir yol olsun içindir.

Bunun içindir ki, onun hakkındaki sözleri nakletmekte pek az bir fayda mülâhaza ettiğim için ben onların sözlerini terkettim. Çünkü onla­rın sözle- yalandan ibarettir. Sonra der ki : Murcieler arasında ittifakla sabit olmuştur ki, fasık olan kimse [266]tevbe etmeden önce Ölürse o fasıktır. Onun hakkındaki vaîd sabit olmuştur. Kendisi ile kastedilenin onun ol­ması da caiz olur. Mukatil´in[267], «gerçekten onun vaad ehlinden olmaması mümkün değildir. Onun gibisi için, kendisinin mümin olmadığı hususun­da vaki olan icma´ ve ittifak terkedilmez.» demesinden başkasının olma­ması da caizdir. Bunun üzerine kendisine şöyle denir : Eğer senin anlat­tığın olursa, iddia ettiği şey sabit olur. Eğer onlardan .nakledilen söz, se­nin anlattığının zıttı ise iddia ettiğin söz fasid olur. Sonra Murcie mez­hebine mensup olanların çoğu vaîdin, şirki helâl kılanların gayri hakkın­da olmasını inkâr ettiler. Bu husus onların aralarında bilinmektedir. Binâ­enaleyh o, anlattığı husus hakkında kendisine isnad ettiğimiz yalanı daha iyi açıklıyor. Allah-u a´lem.

Sonra soruların çoğunu sormamıştır. Azıcık anlayışı olan kimsenin dahi razı olamayacağı şeyle cevap vermedi. Bunun içindir ki, zikredilme­sinde pek az[268] yarar olduğundan ben onların zikredilmesini terkettim.

Sonra küçük günahları terketmek, imandır diye iddiada bulundu. Çünkü büyük günahlardan sakınmazsa, küçük günahlardan dolayı azap görür dedi. Bunun üzerine kendisine şöyle denir : Büyük günahlar işlendiğinde, onun iman sahibi olması vacip olduğu zaman onun zıttı olduğu vakit niçin azap görüyor[269] Halbuki o, sakındığı zaman iman sahibi değil­dir. İşte bu husus en çok hayreti mucip olan şeydir.

Sonra büyük günahlar için, İslâm ümmeti katında facir için mağfiret talep etmenin caiz olmaması ile ihticac etti. Bunun için kendisine denir ki : Facirle neyi kastediyorsun Kâfiri mi, yoksa haramı helâl kılmaksızm iman halinde iken büyük günah irtikâp edeni mi Eğer kâfiri kasdettiğini söylerse itidalden öteye geçmiştir. Eğer, haramı helâl kılmadan iman sa­hibi iken büyük günah işleyeni derse; o zaman islâm ümmetine yalan isnad etmiş ve yapmış olduğundan zahir olanla Cehennemde ebedi kal­masına müstahak olması için onu delÜ kılmıştır. Kendisi için dilediği şey, onun için mebzuldür. Sonra o hususta onun aleyhine tezahür eden iki şey vardır :

Birincisi : Bir kerresinde ona facir demek. Halbuki o, bulunduğu halde iken günah fiili yoktur. Ona iman sahibi olduğu halde kendisinde aklî ve nakli delille ispat edilen günah fiilinin hakikatinin bulunması ile beraber mümin demek de caiz olur[270] Hatta tebeyyün edinceye dek ona facir denmesi caiz olmaz. Halbuki günah fiili bulunduğu zaman Kur´ân-ı Kerim´de varid olanla ve dil ehlinin ittifakı ile kendisine mümin demek caizdir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

İkincisi : O, peygamberlerin ve velilerin mağfiret talep etmelerini, mağfiret olunmuş olana yöneltti. Bu ise mağfiret nimetinin gizlenmesi ve şükredilmesi gerekene şükretmekten kaçınmaktır. Bu ise çok uzak bir hal ve mümkün olmayandır. Tevfik Allah´tandır.

Sonra «Kazf» âyeti ile ihticac ederek, doğrusu Cenab-ı Allah, helâl kıldıklarını ve ondan başkasını zikretmeden onların, yani ailelerine zina isnad ederek iftirada bulunanların lanetlenmiş olduklarını haber vermiş­tir. Lanetlenmiş olan ise, söz ile mümin olmaz dedi. Tevfik Allah´tandır.

Âyet-i celîlede beyan edilen, eğer öyleyse Allah´ın laneti onun üze­rinde olur. Âyet-i ceîîlede Allah-u Teâlâ´nm ona mel´un ismini verdiği hak-kmda bir beyan yoktur. Sende bulunan hastalığın üki Kur´ân-ı Kerim´e yalan atfetmekle iftira etmendir. Sonra ona, Allah-u Teâlâ´nm «Beşinci defa şöyle denilir : «Eğer yalancılardan ise, Allah´ın laneti muhakkak üzerine olsun...»[271] kavl-i celîli ile kendisinin mümin olduğunu söylediği hal-,de ona imanı gerektirmedi de nasıl oldu da ona laneti lüzum kıldı Yine o, iki lanetten birini had cezasının tatbik edilmesine gönderdiği hususu gerçekleştiriyor. Had cezasının diğeri de böyledir. Oysalki âyet-i celîle, münafıklar hakkında nazil olmuştur. Zira Cenab-ı Hak, «Buna dört şa­hit getirselerdi ya!... Madem ki şahid getiremediler, o halde onlar, Allah katında yalancılardır. »[272] buyurmuştur. Her zina isnad edip iftira eden böyle değildir. Onun manâsı şöyledir : Doğrusu onu söylemeğe cesaret gösteren Allah´ın gadap ve lanetini küçümseyen kimseye lanet[273] vaîdi olur. Asıl olan şudur : Gerçekten küfür, tard edilmektir. Her günah işle­yen kimse, Allah´ın rahmetinden tard edilmiş değildir. Vacip gördüğü şey, kadannea azap olunsa da ondan özür kabul olunmaz. Allah´ın laneti üze­rine olsun dediği herkese Allah´ın laneti müstahik olmaz. Eğer Allah´ın lanetine müstahik olan kimse varsa, onun bu sözün sahibinin olması ön­celikle gerekmektedir. Çünkü bilinir ki, o fışkı teati ediyor ve tarafsız olan imamlara dahi muhalefet ediyor. Bunların hepsi kendi mezhebine göre gerçek laneti gerektirir. Âyet-i Ceîîlede olan lanet sözü hakikatte vukubuîmamıştır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra Allah-u Teâlâ´nın «kim de Allah´a ve Peygamberine isyan eder, şeriat ve hükümlerini çiğneyip geçerse, onu da içinde ebedi olarak kalmak üzere ateşe koyar[274], kavl-i celıli ile had cezalarının askıya alınması hak­kında ihticac etmiştir. Onun gibisi hakkında büyük ve küçük günahların işlenmesi zikredîlmeksizin cehennemde ebedi kalma hakkında söj^lenmiş-tir. Eğer o te´vil edilme üzere olursa, ilki de onun gibidir. Bununla bera­ber Cenab-ı Allah, onun gibisi hakkında «... Kim Allah´ın indirdiği hüküm­lerle hüküm vermezse işte onlar kâfirdirler.»[275] buyurmuştur. İşte o da yine had cezalarının askıya alınması hakkındadır. O ise bunu ifade et­mekten kaçmıyor. Âyet-i celîleyi haram olanı helâl kılmaya sarfediyor. Zikrolunan husus da onun gibidir. Onun Cenab-ı Hakk´in «Sonra bu pey­gamberlerle, saîih kimselerin arkasından (kötü) bir nesil geldi ki, na­mazı terkettiler[276], kavl-i celîli ile ihticac etmesi de o,mm gibidir. Bununla beraber Allah-u Zülcelâl «Artık tevbe ederler, namazı kılarlar, zekâtı ve­rirlerse dinde kardeşleriniz olurlar...»[277] buyurmaktadır. Dinde kardeşlik ve namazı kılmaktan zikrolunan şey, fiille değil, sözle vaciptir. Böylece namazı terketmek de tehir etmökîe değil, reddetmekle olur. Kuvvet an­cak Allah´tandır.

Allah-u Zülcelâl buyuruyor ki : «... İman edip de hicret etmeyenlere gelince : Hicretlerine kadar sizin için mirasta onlara hiç bir velayetiniz yoktur...»[278], «Ey Müminler, Allah yolunda cihada çıktığınız zaman mü­mini kâfirden ayırdetmek için iyice araştırın. Size islâm selâmı veren kim­seye -dünya hayatının geçici nimet ve menfaatına göz dikerek- sen mü­min değilsin demeyin...»[279]. Buna göre onun söylediği husus ne imanı gi­derir ve ne de ismini. Allah-u a´tem.

Yine Cenab-ı Hakk´ın, «Artık tevbe ederler, namazı kılarlar, zekâtı ve­rirlerse dinde kardeşleriniz olurlar...»[280] kavl-i celîli ile delil getirdi. Fakat biz, hakikaten onun kabul olma hakkında olduğunu beyan ettik. Çünkü onunla fiil, intizar"[281] edilmiş olsaydı, onların din kardeşliği ebediyyen va­cip olmazdı. Kendileri de serbest bırakılmazlardı. Bir yıla kadar yorgunluk içinde bırakmak da vacip olmazdı ki, bu manâsı olmayan şeylerdendir. Biz hicret işini geçen konularda beyan ettik. O, farzlardan bir farz olup, hicret etmeyenler hakkında şiddetli vaîd gelmiştir. Sonra bu husus bu­lunmadığı halde iman ismini ispat etmiştir. Allah-u a´lem.

Allah-u Teâlâ´nın «Kim de bir mümini kasden Öldürürse onun ce­zası, içinde devamlı kalmak üzere cehennemdir.»[282], «Ey iman edenler, mal­larınızı aranızda batıl sebeblerle yemeyin.-.»[283] kavl-i celîli ile ve yetimin[284]malının yenmemesi hakkında varid olan âyetle delil getirdi. Aniden adam öldürmeye gelince : Onun üç yönü vardır :

Birincisi : Dini için Öldürmeyi kasteden kimse hakkında olması. Bu ise hata ile adam Öldürmenin vecihlerinden biridir. Allah-u a´lem.

İkincisi : Bu husus onun cezası obuası. Allah-u Teâlâ´da fazlu ihsaa: ile onu bağışlaması ve iyi-güzel âmeller karşılığı mükâf a atlandırması. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Üçüncüsü : Âyet-i eelîlenin kâfirler hakkında nazil alması. Kıssada bu husus hakkında delil vardır.

Sonra bizim beyan ettiğimiz hususların delili, Allah-u Teâlâ´nm, «Ey iman edenler, kasden öldürülmüşler için kısas (misilleme yapmak) fan kılındı´[285].

Onların üzerine kısas ancak kasden Öldürdükleri zaman farz kılın­mıştır. Öldürmekten sonra onlarda imanı baki kılmıştır. Sonra Cenab-: Hak, «... Öldürülmüş olanın ´kardeşinden (verese ve velisinden) katüii lehine olarak bir şey bağışlansa da kısas düşürülse, ölünün velisi hakkın­da ziyade olmayarak örfe göre diyet almalıdır...»[286] buyurup onlara kar­deşliği bırakmıştır. Yine Cenab-ı Allah, bundan sonra, «... îşte böyle affe­derek diyet almak, Rabb´iniz tarafından size bir hafiflik ve merhamet­tir...»´[287] buyurmak suretiyle kendi rahmetine kulunu irarendirmiştir, yüce olan Allah.

Bununla beraber kasden adam öldürenin cehennemde ebedi kalmaa çok uzak bir ihtimaldir. Sonra Mu´tezile´nin bu husustaki görüşü, tevfce-den sonra Ahiret azabının izale edilmesi, kısasın gerekmesi ve her ne ka­dar âyet-i, celîlede iman zikrediliyorsa da âyet-i celîleyi imandan çıkı kâfir olmayı ifade etmeğe sarfetmesi yönündendir ki, bu da âyet-i ceS-leyi tahsis etmektir. Yetimin malının yenmesinde zikrolunanın hepsi tah­sis üzerine toplanır. Çünkü o, azı içine alan bir isimdir. Bu ise murad olar değildir. Yetimlerin malları da böyledir. İkinci olarak Allah-u Teâü âyet-i celîlede zulüm ve düşmanlığı zikretmiştir. Bu ise, Allah´ın hükmüm tecavüz ettiği için azabı, tecavüz sahibi olana da zulmü beyan etmek ü^-re gelmiştir. Bununla beraber o husus adam öldürme hakkında bizim iri­de ettiğimize de muhtemel olur. Sonra onlara şöyle denir : Kendisin:; iman zikredilen âyet-i kerîme, imanı izale eder mi, yoksa izale etme;.".; bakî kılar mı Eğer imanı izale eder derse, âyetin tahsis edildiğini ikrr etmiş olur. Eğer imanı izale etmez, bilakis baki kılar derse, onları Murcie mezhebine nisbet eden kimsenin görüşüne irca etmiş olur ´fevfik Allah´­tandır.

Sonra der ki; hakikaten onun söylediği sözle ben onufı gerçekten Al­lah´ın Resulü olduğunu bilmem için Resûlüllah´ı (s.a.v.) imtihan ederim. Onu anladıktan sonra kendisine reddederim. O da bunun gerine Allah´ın Resûlü´nün sadık olduğunu bilir ki, o kimse bu bilme il*. ,nümin olmaz. Bu husus delâlet eder ki, gerçekten iman ismini vermek lügat itibariyle olan şey üzere olmaz.

Fakih Obu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz Allah´ın izni ve tevfiki ile deriş ki; lügat itibariyle imıan ismini ispat ettiği zaman o ne büyük ce­halete sahip olmuş olur. Sanki o, şöyle diyor : Lügat itibariyle ona iman ismi verilir; fakat ben onu menederim. Binâenaleyh o, bunun hepsinde kendi ismini yalanlıyor. Bununla beraber onda şu husus gerekir[288] Ger­çekten Allah-u Teâlâ, onlara bildirdiği şeyle onlardan ameli menetmiş ve onlara bildirmeyip cahil kıldığı şeyle de amel etmeği onlara lâzım kılmış­tır. Cenab-ı Allah, bu gibi vasıftan yücedir, berî ve münezzehtir.

Sonra marifet her ne kadar mecazi olarak kendisine iman ismi ve­rilmiş ise de, gerçekte iman değildir. Tıpkı kendisine tasdik denilen şeye Ailah´m fazlu rahmeti denildiği gibi. Zikrolunanların hepsi hayalden iba­rettir. Hiç bir manâsı yoktur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra iman isminin menedilmesine, Allah-u Teâlâ´nm kendisine iman ismini verip, sonra onu hükümlerle menetmesi; ve küfür ismine hüküm­ler irad buyurup onun o isme yakın olması hususu ile delil getirdi. Kendi­sine denir ki; senin her iki yönde bağlantısı bulunan manâlar olmaksızın hükümlerin varid olması hakkında anlatmak istediğin şeye delâlet eden nedir Sonra şöyle diyor : Tazim, tezkiye, müvâlât ve şahadetin kabul ol­ması onlardandır. Bunun için de kendisine şöyle denir; bunların hepsi­nin, imanın ´kendisinin bulunmasını gerektirdiği âdetler kendisine zem edilmemiş şartlar gerçekleşmeksin ismi hâs olarak söylenmesi için ol­duğunun delili nedir

Sonra imanın bulunması lâzımdır. Kendisinden menşelilerim hepsi, kendisinde bulunan iman ile menolunmuştur. Çünkü onun hakikatini biz zikrettiğimiz hususlardan menettik. Bununla beraber kendisinde had ve kısas cezaları sabit olan için velayet de sabit olur. Ve onun için şahadet vacip olur. Bizim zikrettiğimiz hususların hepsi sabit olup haklarında şahadet kabul olunduğu gibi onlardan dolayı had cezası da tatbik edilir. Hiç bir kimse yoktur ki, Allah´ın azabından bağışlanan şeyle o ismi nef­yetsin. Bilakis onların hepsi tıpkı Resûlî Ekrem Sallallahu aleyhivesellemin «(Onlar, müslüman olmak için şahadet getirdiklerinde) benden canlarım, mallarım korumuşlardır. Ancak onun hakkı için olan müstesna.» buyur­duğu gibi. Onu Cenab-ı Hakk´ın «(Bekâr olup da) zina eden kadınla zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun. Allah´a ve Ahıret gününe ina­nıyorsanız, bunlara Allah´ın dini hususunda merhametiniz tutmasın.»[289], kavl-i celîli teyid etmektedir. Doğrusu eğer iman zail olmuş olsaydı el-betteki onu merhamet tutmazdı. Bilakis imanın merhameti onu tutardı. Hatta belki de, o merhamet had cezasının askıya alınmasına sebep olma­ğa varırdı. Binâenaleyh onu sınırlandırdı ve onu tevbe etmesi muhtemel olan şeyle teyid etti. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Had cezasını tatbik etmek de, rahmet ve merhamettendir. Çünkü o, günahını örter ve bağışlanmasına vesile olur. Bu hususta asıl olan şudur : Hakikaten küfür için verüen ceza sahibini küfür pisliğinden temizlemez. Bilakis onu ebedi azaba teslim eder. Tıpkı Cenab-ı Zülcelâl´in «Onlar gü­nahları yüzünden suda boğuldular da ateşe atıldılar...»[290] kavl-i kerîmi gibi. Had ve kısas cezaları ise yapılan suçlara karşı keffaret kılındılar. Bu­nun içindir ki, onların böyle oldukları sabit olur. Bu suçların işlenmesi ile işleyenden iman zail olmaz. Allah-u a´lem.

Sonra biz deriz ki; Cenab-ı Allah, hükümleri üç kısma ayırmıştır. Bu kısımlara ayırma da, küfür, iman isimleri küfür olmayan, iman olma­yan şey bakımındandır ki, onlardan birinin hükmü kendisinden zail oldu­ğunda ortada bulunan lâzım gelir. İsimlerde ortada bulunan bir şeyin mevcudiyetine delil nedir Bilakis Cenab-ı Allah, ilme muhtemel olan be­şerin cümlesini dünya işi ve Ahiret işi olarak iki kısma ayırmıştır. Kim ki bunun üzerine bir şey ilâve ederek ziyade kılarsa, o kimse kendisine izin verilmeyen hususta Allah´ın dini hakkında bid´at ihdas etmiştir. Allah´ın Resulü (s.a.v.) «Kim ihdas olunana[291] sığınırsa onun üzerine lanet olsun»[292] buyurmuştur. Bu .böyle olunca bid´at ihdas edenin hali nasıl olur Bu gibilerden bizi muhafaza etmesini Cenab-ı Hakk´tan dileriz. Kâfir ol-. mayalılarla, kâfirlerle savaşmak ve onlardan cizye almak ve benzerleri .olan hükümleri ihtiva eden âyetlerle, mümin olmayanlar için de müjde, velayet ve benzerlerini beyan eden âyetlerle ihticac etti. Böylece bu sözü ile müminlerin ifade ettikleri hususun dışına çıkmış oldu. Bununla o, on­lar için" varid olan diğer hususlardan gafil imiş gibi görünmeye çalıştı ki, müjde igi gerçekten şartlı olarak olsun yahut akıbeti o olsun, büyük yü-nalı işleyeni mümin gören kimsenin nezdindedir.

Haricîler nezdinde ise, kâfirler hakkındaki hüküm iki kısımdır : Bi­rincisi : Öldürülme ve cizye alınma hükmü. İkincisi ise : Öldürmeme ve cizye almama hükmü. Tıpkı kadınlar, münafıklar ve benzerleri gibilere varid olan hüiküm gibi. Kim ki, hükümler hakkında iki zümre katında bulunanlarla, hükümler hakkında ortada bir hükmün olmasını kastsder-se, amma bu ortada olduğunu zikrettiği şeysiz gerekiyorsa o kimse islâm ümmetinin sözünden haberi olmayan gafildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bununla beraber Cenab-ı Allah üç kısmı beyan buyurdu : Kâfirler, Müminler ve münafıklar. Münafıklar ise imanla küfür arasında tereddüd edenlerdir. Cenab-ı Haik münafıkların müminlere de, kâfirlere de bağlı olmadıklarım haber veriyor. Kim ki, her iki zümrenin ortasında birinin var olduğunu isterse, bu âyet-i celîlenin beyanına göre varid olmaz. O kimse onu âyetin kargısında kılmayı murad etmiştir. Allah-u Teâlâ´nm kendisine orta bir hüküm kıldığı hakikati nefyetmek üzere böyle yapmış­tır. Binaenaleyh o kimse, taiksim etme haklarını zayi ettirmiş ve Kur´ân-ı Kerîm´in beyan ettiği tertibi bozmuştur. Böylece tüm ehli islâmın nefret ve öfkesini üzerine çekmiştir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra kendisine kadın hakkındaki hüküm ile itiraz olundu. Amma onun tahsis edilmiş olduğunu iddia etti. Bu ise hayalden bir çeşittir. Bi­lakis küfre ait olan hükümler muhteliftir. Onlarla bir şeye delil getiril­mez. Ben onu haricilere karşı çıkmakta uzun uzadıya. kelâm ettiğini gör­düm. Kendisine mukabelede bulundukları hususlardan dışarı çıkma kül­fetinde bulundu. Bu[293], onu düşünen herkesin109 bildiği hususlardandır ki, kastedenin istediği husus gerçekleşmemiştir. Karşılaştığı hususlardan da tam manâsı ile sıyrılıp kurtulmamıştır. Bunun içindir ki, ben onları zik­retmekten vazgeçtim.

Sonra büyük günah irtikâp edenin kâfir olmadığı gibi mümin de ol­madığı ifade edilmekle ihticac etti. Şöyle ki : Gerçekten Murcie mezhe­binden olanlarla hariciler, lügatin gerektirdiği hususlardan olan iman kı­yasla bulunmaz. O, ancak naklî delille bulunur. Binaenaleyh herhangi bir kimseye mümin denmesi ancak mütevatir olan naklî delille veyahut icmai ümmetle caiz olur dedi. Ve bunun da gerçekten kâfi bir delil oldu­ğunu iddia etti.

Şeyh Eba Mansur (r.h.) diyor ki : Biz Allah´ın tevfikı ile deri-z ki : Bu hususu tebliğ edenden´[294], naklettiği husus hakkında yalan konuştu. Çünkü ehli islâm lügatin icap ettirmesi ile imanın hakikatinin bulunması

ve sahibine mümin isminin verilmesi hakkında ittifak etmişlerdir; fakat Haricîler Cenab-ı Hakk´ın «(Müşrikler tarafından eziyet edilen) O insan­lar sandılar mı ki, «iman ettik» demeleri ile bırakılacaklar da imtihana çekilmiyecekler.»"[295] kavl-i celîli ile tasdikten izhar ettiği hususta büyük günah işleyen ile delil getirdiler. Murcieler ise istidlal etme, ekseriyetle yalan ve gerçeğin zahir olması içindir; yoksa gerçekten hakikatte tasdik onsuz bulunmaz, anlamına değildir. İman ise, hakikatte o tasdikten iba­rettir. Her ne kadar delil getirilen şey üzerine delâlet etmesi hususu olsa da, ne büyük günah işleyenden nefyedilmesi ve ne de ipka edilmesi mev­cudiyeti hakkında hakikat değildir diye iddia ettiler. Allah-u alem.

Böylece onların sözü lügatin icap ettirdiğine göre hasıl olur. Onun rivayet hakkındaki yalanı da zahir olur. Sonra İslâm ümmeti Mu´tezile mezhebi meydana çıkmadan önce büyük günah işleyen hakkında o mu-min-i fasıktır, yahut fasık, kâfirdir diye iki görüş üzere buhmuyordular ki, onu kâfir gören nezdinde küfrünün yönü, fasık gören katında da fışkın yönü bilinsin. İşte bu da mekruh olan haramdır; mekruh olan helâldir diye söylenen husustur ki, gerçekten beyan edildiği bilinsin ki, o da mut­lak olarak ifade edilen haram olmayıp kerahet bulunandan ibarettir. Ve helâldan da kastedilen rağbet ve tercih edilen helâl olmayıp kendisinde baza şüphelerin bulunduğu helâl olduğu bilinsin. Benim zikrettiğim şey hakkında ümmetin işi de bunun gibidir. Sonra Mu´tezile iki isimden birini

iskat etti : tşte o da bilinen husumet ve kavganın manâsıdır. Hakikatini bilmeksizin mutlaka onu menetmede diğerini ilzam etti. İşte bununla is­lâm ümmetine muhalefet ettiler. Binaenaleyh bu, niyeti sırf Allah rızası olan kimse için ikna edici bir delildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra, sen ismi hükümlere tabi kıldın diye kendisine itiraz edildi. Ve dendi ki, sen hükümlerinin muhtelif olması ile büyük günah sahiplerinin arasını ayırt etmedin mi O, yaparım dedikçe de şuna fasık, buna da ifti­racı ismi verir. Bunun üzerine denilir ki ; Kendisinde fisk isminin gerçek­leşmesi ile beraber ona fasık dediğin zaman, ondan fiilinin ismini menet­mesinde, kendi fiili ile kendisinde iman bulunmasına müstahik olduğu halde mümin olandan iman ismini menedersin ve ona mümin değildir der­sin. Ancafc güzel olanı menetmek suretiyle fiilden çirkin olan şeyi ele ala­rak geniş kapsamlı olan ifade müstesna ki bu da fiil hakkında zulüm olur. Sonra seksen değnek vurulmakla kendisine fasık demek vacip olmaz. Fa­kat tazim etmek, sevip dost edinmekle fasık demek vacip olur. Bu, ona muarız olanın takdir derecesinin yüceliğini beyan eder. Amma o bunu murad etmiştir. Allahu a´lem.

İsimlerde müsavilik bulunması üzere hükümler hakkında ihtilâf bu­lunduğundan dolayı hükümlerde isimler takdir edilmez. Başlangıçtaki takdir edilmesi, bununladır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra makamlar ve derecelerin birbirlerinden üstün olmaları ile ta­zim ve muvalat, birbirlerine uymaz. Meselâ Peygamberler, sonra imam­lar, sonra âlimler ve sonra da müminler gibi. Buna göre dinde iki husus gerekir : Birincisi; onlar yaptıkları iyi ve güzel ameller kadarmca büyük günah irtikâp ettiler. Yapmış oldukları günah kadarmca da azaba müs­tahik oldular. Binâenaleyh kim ki yapmış olduğu iyi ve güzel amelleri onların zıttı olmayan günahlarla red etmek isterse o, hükümde zulmedi-cidir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra «O gün Allah, Peygamberlerini ve onunla beraber iman eden­leri utandırmayacaktır...»[296] mealindeki âyet-i celîle ile büyük günah iş­leyenler hakkında delil getirip eğer o mümin olsaydı kendisine ne azap olunurdu ve nede onunla korkutulurdu dedi. Âyet-i kerîme ise, bir kaç veçhe rücu eder :

Birincisi : Mümin olanın, Allah´ın Resûlü´nün şefaatinden mahrum edilip cezalandırılmaz. Bilakis Peygamber aleyhisselâm, kendisine şefaat eder ve onu şefaatiyle azaptan kurtarır.

İkincisi : Bu hususun, onlara «özürleriniz ile beraber günahlarınızdan dolayı eziliniz» dendiği zaman hasıl olıması ile ifade edilir.

Üçüncüsü ise : Cehennemde ebedi kalarak kâfirlerin hüsranda kal­maları gibi onları cezalandırmaz. Çünkü o kemalin nevileridir. Nitekim Cehab-ı Hak «Onlara, (hayvanların bile sakınıp yiyemediği) bir nebat­tan başka yiyecek yok.»[297] buyurmuştur. Başka bir âyet-i celîlede de Ce-nab-ı Hak, «Bugün de ona burada (yardım edecek) bir yakın yok; Ce­hennemliklerin irinden-başka bir yiyecek de yok.»[298]. Yerlerinin muhtelif almalarına rağmen böyle buyurmuştur. Vakitlerin muhtelif olmalarına göre de bunun gibidir. Onu cezalandırmaz demek, onun ayıplarını mey­dana vurup rezil etmez manâsına da muhtemeldir. O, her mümin hakkın­da da böyledir. Sonra Mu´tezile´nin sözünü âyet-i celîlenin başlangıcı nak­zediyor. Âyet-i celîlin iptidasında Cenab-ı Hak, «Ey iman edenler, Allah´a öyle tevbe edin ki, tam bir pişmanlıkla halis bir tevbe olsun.»[299] buyura­rak onlara tevbeyi ilzam etti ve onlar da iman ismini baki kılarak mağ­firet için tevbeyi şart kıldı. Onların sözlerine göre, küçük günahlar da büyük günahardan sakınmakla bağışlanmıştır. Binaenaleyh âyet-i celî­lenin büyük günah sahipleri için olduğu sabit olur. Onlarda iman ismi de baki kaldı. Kuvvet ancak Allah´tandır.

îmanın, adaletin zail olması ile yok olmadığına delil Cenab-ı Hakk´m «Ey iman edenler, sizden birinize ölüm hali geldiği zaman vasiyet vaktin­de içinizden adalet sahibi iki kimseyi, yahut yolculukta iken ölüm mu­sibeti başınıza gelmişse, milletinizden olmayan (müslüman olmayan) iki adamı gahid tutun...»[300] kavl-i celîlidir. Eğer her mümin adalet sahibi ol­muş olsaydı Cenab-ı Hak «Sizden iki kişiyi gahid tutun» buyururdu. Âyet-i celîlenin başlangıcının[301] muhatabı müminler olduğu içindir ki, mümin adalet sahibi olduğu gibi adalet sahibi olmadığı da sabit olur. Yine Cenab-ı Allah buyuruyor «Ey iman edenler, muayyen bir vade ile birbirinize borç­landığınız zaman, onu yazm (senet yapın) aranızda bir yazıcı da doğrulukla onu yazsın. Kâtip, Allah´ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçın­masın, yazsın. Üzerinde (başkasına ait) hak olan kimse, borcunu ikrar ederek yazdırsın ve Rabb´i olan Allah´tan korksun, o halde (borcundan) hiç bir şeyi eksik etmesin. Eğer üzerinde hak bulunan kimse (borçlu) akılsız, bunamış, olursa yahut kendisi söyleyip yazdiramayacaksa, velisi dosdoğru söyleyip yazdırsın. Erkeklerinizden iki kişiyi de şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa, o halde doğruluğuna güvendiğiniz şahidler-den bir erkekle iki kadın gerekir...»[302]. Eğer her mümin kendisine gü­venilir bir kimse olsaydı, o zaman şartın hiç bir faydası olmazdı. Allah-u Teâlâ´nm, «... Ve içinizden adalet sahibi iki erkeği de gahid yapın.»[303] kavl-i celîli de böyledir. Binâenaieyh mümin olanın adalet sahibi olduğu gibi adaletsiz de olması sabit olur. Yine Allah-u Teâlâ´nm «... Eğer bulûğa vardıktan sonra kendilerinde bir akıl ve rüşd görür ve anlarsanız hemen mallarını onlara teslim edin,..»[304] kavl-i celîli de böyledir. Yetimlerden re-şid olanı olduğu gibi. reşid olmayanı olduğu da sabit olur. Eğer her mü­min olan adalet sahibi olsaydı ve her adalet sahibi olmayan da mümin olmamış olsaydı, imtihan edildikten sonra fısk ile şahadet ret edilmemiş ourdu ve adalet ve fışkın bilinmesi için hallerden sual etmek de caiz ol­mazdı. Bilakis bu hususta imanın bulunduğu yeri görmesi gerekirdi ki bu­nunla onu yerine getirme imkânına sahip olmuş olsun. Böylece onun du­rumunu soruşturmadan ve hallerine itibar etmeden şahadetinin kabul olunması vacip olur. İslâm ümmeti birbirine varis olma, haram ve helâl­den iman edilmesi gereken hususlara iman etmenin şartlarından olan hu­suslar hakkında mal ve mülkle iktifa edilenin zahir olan şey üzere varıl­masının terkedilmesi ve hallerin araştırılması üzerine görüş birliğine varmışlardır. Sonra ibadetler gerçekten imanı ve kişinin kendisi ile mü­min olduğu hususu ve imanın hükümlerini gerektireni ayan beyan eden bir delildir ki o, isyan ve fışkın nevilerini ibkâ eden her şey değildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bu ümmetin namazları cemaatle kılma hakkında[305]", ki taahhüdü, oruç tutma, zekât verme hususu hakkındaki söz vermesi, onların günahlara girişmek haramları çiğnemek hakkında ihtilâftan bulundukları hal üzere zikredilen hususların yapmanın manâsı ona göredir ki ümmetin buluııduğu şey ile Mu´tezile ve Haricîlerin hak ve gerçek olandan dışa çıkmış oldukları sabit olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra biz Kâ´bî´nin kendinden ve kendine tabi olanlardan imanı gi­dermesi ve Allah´ın rahmetinden[306] ümidin kesilmesinin gerektirmesi için uzaklaştırılmış olan hilelerle Kur´ân-ı Kerîm´den âyetlerle kendisine de­lil getirmiş olduğu şeyi hakkında zikrettiğini anlatacağız. Kâ´bî´nin bu hususları ihtiyar etmesi, büyük günahlara olan düşmanlığından ötürü­dür. Sanki o, bununla dünya hakkında fayda elde etmiş olup din hakkın­da da övülmeğe nail olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Binaenaleyh onun üzerine delil getiren kimseye cevap vermek" mak­sadı ile şu âyet-i celîleyi öne sürdü; «Ey iman edenler, Allah´a öyle tevbe edin ki, tanı bir pişmanlıkla halis bir tevbe olsun»[307]. Tevbe ancak iki yön­den olmak üzere günahtan olur. Birincisi : Her ne kadar bağışlanmış ol­sa da küçük günahlardan dolayı tevbe etmek. İkincisi : Tehlili tekrarla­mak ve Melâikelerin duaları gibi ibadet etme maksadı ile yapılan tevbe. Meleklerin ettikleri dua, Cenab-ı Hakk´m «Arşı yüklenen Melekler ve onun etrafındakiler Rabb´lerine hamd ile teşbih ederler, ve iman eden kimseler için de şöyle mağfiret dilerler : «Ey Rabb´imiz, senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Bunun için tevbe edenleri ve senin yoluna koyulan­ları bağışla, onları cehennem azabından koru.»[308] kavl-i celîli ile ifade et­miştir.

Biz ona deriz kj : Birinci vecih, tevbenin manâsı ile onun cehaletine delâlet etmesidir. Çünkü tevbe, pişman olmak ve günahtan rücu etmektir. Üzerinde bulunmadığı şeyden rücu etmesi mümkün değüdir. Günahı ba­ğışlanmış olduğu halde de ona azap vermek caiz olmaz. İkincisi : Üzerin­de bulunan Allah´ın hakkı bağışlandığı zaman onun için hamd etmesi ve affedildiğinden dolayı da şükretmesi gerekir. Tevbede ise bu hususlara nankörlük vardır. Çünkü o, tevbe etmekle kendisinde günahın vaki kal­dığını zanneder. Üçüncüsü ise : Gerçekten Allah-u Teâlâ, «... Olur ki, Rabb´iniz, kötülüklerinizi örter...»[309]buyurmak suretiyle onu tevbe ile örtülen şeye mevkuf kılmıştır. Böylece sabit olur ki, o, iman sahibi olmaya müstahik olduğu halde kendisinde günahın baki kaldığı sabit olur. Al­lah-u a´lem.

Her vakitte ona kolaylık göstermek, sınırlandırmanın hükmüdür. Çünkü fiillerin hakikati baki kalmamaktır. Tevbe ise günahtan olur. Hal­buki günah da yoktur.

Sonra gerçekten ibadet için tehlili (Lâilahe illellah demeği) emret­mek caiz olur. Fakat bağışlanmış günahdan dolayı tevbe ve istiğfar ile etmeyi emretmek caiz olmaz. Çünkü bu hususta günahın bağışlanmaması kanısı bulunur ki bu da nimetlere karşı nankörlük olup caiz değildir. Tıpkı zulmetmemesi ve caiz olmaması için dua etmek caiz olmadığı gibi. Me­leklerin dualarına gelince : Bu, bağışlanmamış olan günahlardan, zikro-lunan kimse için olduğundan dolayı caiz olur. Ve dua da bu hususa yö­neltilir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra Allah-u Teâlâ´nm «Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız şeyi söylersiniz »[310] kavl-i celîli hakkmda der ki; ancak o, fiili olmayan gey hakkındadır. Tıpkı bazı azgınları çirkin olan işe davet eden, diğerini gören kimsenin ona kendisini nehyetmek yolu ile şöyle demesi gibi : Ey kardeşim, dinine noksanlık getirecek ve üzerine Rabb´inin öfkesinin ica-bettirecek şeyi niçin yaparsın Bunu ona yapmadığı halde söyler, fakat onu yapmaması için bunu söylemiş olur. Binâenaleyh cevap olarak ken­disine denir ki : Eğer kendisinde Allah´a tazimde bulunma ve yapmış olduğu günahların akıbetlerinden korktuğu halde sen büyük günah ir­tikâp edenlerden iman ismini gidermeğe çalışıyorsan, bunu ona mümin değilsin demen için yapıyorsan, kendi nefsin için seçtiğin ve yaptığın sa­na aittir. Eğer sen bunu başkasından imanı gidermek için yapıyorsan muhakkak ki o kimse Allah´ın, seni ona verdiğin (kâfirsin) isminin gayri ile isim verdiğini anlaması ile senin Allah´a isnat ettiğin şey hakkındaki cür´et ve cesaretini bilir. Artık onun Allah´ın verdiği haber hakkında hiç bir şüphesi olmaz. Bununla beraber Şeytan´m vesvese ve iğvası ile Al­lah-u Teâlâ´ya yapılan iftiraları da bilir.

Sonra benim zikrettiğim şeyin söylenmesi ancak sefih ve abdal olan kimse için muhtemel olur. Azap göreceği şey hakkındaki yalanının bilin­diği hususla kendisine elem çektirilir. Kendisinden hiç bir şeyin gizli kal­mayacağı Allah ise her akıl sahibinin kendisinden nefret edip kaçacağı bu hususlardan yücedir, berî ve münezzehtir. Yardım ancak Allah´tan­dır.

Sana gelince; sen azaba lâyıksın. Çünkü sen, Allah´ın rahmetinden ümidini kesiyorsun. Şehevî isteklerine râm olup, Allah´a düşmanlığı tercih ediyorsun. Şeytanın dostluğunu benimseyip onu Allah´a tercih edi­yorsun. O Şeytan ki, Allah´ın lanetine ve azabına uğramak için insanı kendi mezhebine sürükleyip sokar[311]. Kerim ve Rahim olan Allah´ı bırakıp kendin için ihtiyar ettiğin bu husus, sana afiyet olsun. Kuvvet ancak Al­lah´tandır.

Sonra Allah-u Teâlâ´nm «İman edenlere, vakti gelmedi mi ki, kalp­leri Allah´ın zikrine ve inen Kur´ân´a saygı ile yumuşasın...»´[312] kavl-i ce-lîli hakkında şöyle diyor : Onların kalplerinde saygı ile yumuşama olmasa bile kendilerine imanı ispat etmiştir. Hakikaten âyetin ilki huşu bulun­maksızın imanı ispat etmiştir. Halbuki siz, imanı ancak kalp ile bilmek, dil ile de tasdik olduğunu görüyorsunuz. İkinci olarak da, Allah´tan kor­kan ve ona şükretme gayesi ile bulunan kimseye «Senin bana şükretmen ve benden korkman gerekmez mi » denmiştir. Yoksa o kimse Allah´a şükretmeyici değildir. Bilakis bu husus ona tenbih için söylenmiştir.

Fakih Ebu Mansur (r.hO diyor ki : İlk görüşe gelince; âyet-i celîle ancak Allah´ı zikretmek için kalbin saygı ile yumuşamasıdır. Allah için kalbi yumuşamayan, huşu bulmayan kimse, mezmum ve fasıktır. İmanın hûşuu ise, Allah-u Teâlâ´nm celâl ve kibriyasmı bilmektir. Bu da mümin­den zail olmaz. Her ne kadar onunla mezmum ise de, imanla kendisine mümin denir. Âyet-i Kerîme´de güç ve kuvvete delâlet vardır ki, o da ken­dilerinde bulunmaktadır. Bu husus da onların katında büyük günah ile vasfetmeği gerektirir. Allah, onlarda iman ismini ibkâ etmiştir. Binaena­leyh, onların sözleri bununla batıl olur. Tevfik Allah´tandır.

İkincisi : O, nimeti[313] şükrü bilmeyen kimsenin vasfıdır ki, onîarm her ikisin kabul etmez. Kabul etme ve tazim halikı olan şey üzere olmadı­ğı için azap görür. Eğer Mu´tezile nezdinde Allah-u Teâlâ´nm vasfı bu idi ise o, ona en çirkin olanı verilmeden öte ölümüne ve cehennemin en alt tabakasında ebedi kalmağa, ulaşmıştır. Kendisine isyan edip şaki olmak­tan Allah´a sığınırız. Sonra bu sözü çok uzattı; fakat onun binasının aslı zikrettiğim husustur. Bu konuda biz ancak, isabet etmekten uzak kalma bakımından sözü uzatmağı istemiyoruz. Yardım ancak Allah´tandır.

Sonra Allah-u Teâlâ´nm «Eğer. müminlerden, iki birlik çarpışırlarsa, hemen aralarını düzelterek barıştırın...»[314] kavl-i celîli hakkında cevap vererek o tıpkı Allah-u Teâlâ´nm,, «... Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse, bu gibilerin yaptığı iyi şeyler dünyada da, ahırette de boğa gitmiştir...»[315] kavl-i kerîmi gibidir ve gerçekten Allah ondan önce ken­disine mümin demiş idi dedi.

İkinci olarak da derki : Çarpışmanın itişip çekişmek gibi silahsız ol­ması veyahut çatışıp savaşmak için çalışmış olmaları kastedilir ki, bu­nunla onlar îmandan çıkmazlar. Buna cevap olarak denir ki : Onların aba­larının düzeltilmesi ile ve onlara kardeşler ismi verilmesi ile emrin varid olması dinden dönüp kâfir olma manâsını-ifade etmek batıl olur. Allah-u Teâlâ´nm «... Eğer onlardan biri (Allah´ın hükmüne razı olmayarak) te­cavüz ediyorsa, o vakit tecavüz edenle Allah´ın emrine dönünceye kadar savaşın...» (Hucurât, âyet 9) kavl-i ceîîlinm ifadesinde tecavüz eden ger­çekten bilinmiyordu. Yoksa orada tecavüz için çalışma yok idi. Bununla beraber Resûl-i Ekrem Sallellahualeyhivesellem, onların içinde bulunuyor­du. Onîarm bu çarpışma haddine varmaları için çalışmalarına rıza göster­mezdi. Sonra emir, savaşmağa delâlet ediyor. Küçük günahlar bağışlan­mış olduğu için ona mukabil olmaz. Oysa ki onların günahları büyük gü­nahtır. Bununla beraber Allah-u Teâlâ, onlara müminler diye isim ver­miştir. Tevfik Allah´tandır.

Alîah-u Teâlâ´nm «Müminler (dinde) ancak kardeştirler.»[316] kavl-i kerîmi hakkında da geçtiği gibi ifade etti. Biz onun bu vehmini beyan et­tik. Sonra onun, büyük günah sahibi olan Allah´ın düşmanıdır. Böyle olan kimsenin hayır ile dua etmeğe gücü olmaz. O´na lanet gerekir sözü ise, yanlış bir ifadedir. Çünkü aralarını bulup barıştırmak, ancak hayır ve salahla dua etmektir. Kuvvet ancak Allah^tandır.

Kısas âyet-i ve ondaki kardeşler deyimi hakkında şöyle diyor : Ger­çekten Cenab-ı Allah, mutlak olan kardeşliğe ne sevap vaad etmiştir ve ne de onları övme. O, ancak dindeki kardeşlik hakkındadır. Onlara ce­vaben şöyle denir : Aİlah-u Teâlâ, onlara âyet-i celîlenin evvelinde mü­minler demiştir. Sonra âyetin sonunda da onlara «kardeşler» ismini baki bırakmıştır. Hiç bir manâ geçmemiştir ki, kardeşlerin zikredilmesi ken­disine muhtemel olsun. Böylece onun iman isminin baki bırakılması ile beraber din hakkında olduğu sabit olur. Sevaba gelince : O, hazan mut­lak olarak, bazan da mukayyed olarak şart koşulmuştur. Allah-u Teâlâ´-nm, «İşte böyle demelerine karşılık Allah da kendilerine sevap olarak, ağaçları altından ırmaklar akan Cennetleri verdi...»[317] kavl-i celîli bu hu­sustandır. Sonra senin katında, kendisi için her ne kadar sevap vaad edilmiş ise de imanın bulunması ile beraber korkutmak caiz olur. Mutlak olarak isim verilmekle mümin de bunun gibidir. Allah-u Teâlâ «Allah´a ve peygamberine iman edenler, işte bunlar, Rabb´leri katında, (imanları hu­susunda), tıpkı çok sadık olanlarla, (Allah yolunda can veren) şehitler gibidir.»[318] buyuruyor. Ve yine Cenab-ı Allah «Allah´a ve Peygamber­lerine iman eden ve peygamberlerden hiç biri arasında fark gözetmeyen kimselere gelince; işte bunların kıyamette Allah mükâfatlarını verecek-1 tir.»[319] kavl-i celîli de böyledir. Büyük günah sahibi olana, Allah ve pey­gamberlerine iman etti, Peygamberlerden hiç biri arasında fark gözetme­di denir. Sonra onun gibisini vaîdle korkutmak caiz olur. Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ, «Şüphesiz ki Allah, zerre kadar zulüm etmez. Eğer zerre kadar bir iyilik olursa onun sevabını kat kat artırır. Ayrıca kendi katın­dan büyük bir mükâfat verir.»[320] buyurmuştur. Büyük günah sahibi olan iyi ve güzel amel işlemiştir." Onun yapmış olduğu amele güzel amel den­meğe müstahik olmuştur. Öyle ise her ne kadar kendisine vaîd gelmişse de o kimse kendisine mümin denmeğe müstahik olmuştur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra kendisine imanın ismini icabettiren ve onunla helâl kılan hu suslarla -ki bu hususa büyük günah sahibi de girer- itiraz olundu. Bunun üzerine onların bu hususa girmeelri, isimle değil, icma iledir demesi ile cevap verdi; ve tıpkı sizin Allah-u Teâlâ´mn «... Bu vasiyet ebeveyn ve akrabasını mahrum etmemek için takva sahiplerine hak oldu.»[321] ve «... Bu ihsan edenler üzerine borç bir haktır.»[322]. Her ne kadar fasık böy­le değilse de Allah´ın işbu âyetlerinin hükmüne soktuğunuz gibi. O´na ce­vap olarak şöyle denir : İcma, âyetlerin helâl kılması ve vacip kılması ile vukubulan hitaptan anladıkları ile onları bu hususa sokmuştur. Onlar­dan hiç bir kimse yoktur ki, ondan başka bildikleri bir vecih zikretsin. Fışkı mütaleâ edenlerden hiç bir kimse de birine âyeti tahsis edildiği hu­susu sormamıştır. Bilakis[323], o âyetlerin bu hususu kapsamına aldığını bi­lir. Her iki yönle olan hitap takva ismi ile mükâfatlandırmaz. Bunun için­dir ki takdir batıldır140. Onun «Şunun üzerine haktır» demesinin manâsı, takvayı murad eden kimseye o, haktır demektir. Bunda vacip kılma hu­susu bulunmaz. Bununla beraber bizim bulunduğumuz konu hususunda[324] hitap hakkında takvanın manâsını zikrolunduğu söze tahsis bulunup mu­hatabın ismi bulunmadan hitaba girer. Yoksa ne mutlak olduğu için ve ne de tahsis ile girer. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Küçük ve mecnun olma sebebiyle helâl kılma hakkında itiraz olun­du. Bu hususa cevap olarak denir ki : Küçük ve deli olanlarda, küçüklük ve deliliğin gayri ile imanın hükmü vardır. Zira eğer o başkası, olmamış olsaydı imanın hükmü (kendilerine islâm hükümleriyle muamele etme) onlara vacip olmazdı. Tıpkı kâfirlerin çocuklarına vacip olmadığı gibi. Bi­zim bulunduğumuz şeyde başkasma değil, o hususa tabi olur. Binaena­leyh, o kimse bunu kendisindeki iman sebebiyle kendisine vacip kıldığı sabit olur. Sonra fasık´ın, namaz kılması ve oruç tutması ile itiraz olundu; bunun üzerine «Belki fışkının fazlalaşmaması ve onları terketmekten do­layı vukubulacak azabın kendisinden zail olması için oruç tutup namaz kılmıştır diye cevap vermiştir.

Şeyh Ebıı Mansur (r.h.) diyor ki : Kendisine şöyle denir : O, suali anlamadı. Onun manâsı ancak, şöyle ifade edilir : Namaz ve orucun her ikisi de ancak iman ile caiz olurlar. İmansız onların yapılması caiz olmaz. Eğer o kimse mümin olmasaydı, onların bunları yerine getirmeleri gerek­mezdi. Terketmelerinden dolayı vukubuîacaık olan azap da zail olmazdı.

Bilakis onları terke tmekten hiç bîr şey lâzım gelmezdi. Ve eğer mümin olmamış olsaydı, onu yapması caiz olmazdı. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bu âyet-i celîleler hakkında kitaplarımızın[325] bazısında müstakil ola­rak bahsettik. O, izahımız bizi burada uzun uzadıya ifade etmeye ihtiyaç hi.ssettirmetmis.tir.

Sonra biz Cehennem azabında ebedi kalacak olan ile, ebedi kalmaya­cak olanın arasını hikmet yolu ile ayırırız. Bu da iki yönden meydana çı­kar : Birincisi : Günahların kendi varhklarmdaki birbirlerine benzeme­meleri itibar edilmesi yolu ile ki, Allah-u Teâlâ, onu işleyeni ancak misli kadarı ile cezalandıracağını vaad buyurmuştur. Hikmetin hakkı olan da böyledir. Çünkü azablandırmak, ihtiyar ettiği şeyle değil, hikmetin gerek­tirdiği şeyle olur. Zira o ihtiyar edilen neviden değildir. Özellikle aksi kendisine zarar vermeyen kimseler. Sonra o Rahmet etme ve afvetme ile mevsuftur. Bunun içindir ki günahlardan çoğu için afvu mağfireti icabet-tirmedi.

Sonra bu bir (kaç vecih üzere meydana çıkar : Birincisi : Hiç bir kimse yoktur ki, şirkten başka büyük günahlardan birini işlemek sure­tiyle Allah´a isyan eder de, isyan ettiği vakit azaptan korktuğu, Allah´ın gazabından ürktüğünden ve keremine güvenip rahmetinden ümitvar ol­duğu için taatda bulunmasın. Bunların hepsi de hayır olan islerdir. Eğer onlarla kabul olunursa şehevî isteklerin galip gelmesi, öfkenin mahkûmu olarak iyi ve hayır olanların hilafını irtikâp etmez. Bunlar ve benzerlerini kendisinden hayır sadır olmasını, ser sadır obuasına tercih ettiği için yapar. Öyle ise hayrın menfaatmdan mahrum edilmesi, şerrin azabının kendisine icabettirmek caiz olmaz. İşte bu bakımdandır ki, onun fiili cûd ve keremle vasfolunmuştur. Onların manâları ise böyle değildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Allah-u Teâlâ´yı inkâr edip kâfir olan ve ona ortak koşup müşrik olan kimsede hayır ve hasenat ismine müstahik olacak bir manâ taşıyan amel bulunmaz. Çünkü o, Allah-u Teâlâ´yı yalanlar, emir ve yasaklarını inkâr eder. Onda Allah´ın rahmetine ümitvar olma hali bulunmaz. Onun azabının devamlı olması da kerem ve cömertlik manâlarma zıttır. KuVvet ancak Allah´tandır.

İkincisi : Hakikaten Cenab-ı Hak, yapılan günahın ancak misli kadarı ile ceza vereceğini vaad[326] buyurmuştur. AJden ve agahtan daha bü­yük olan Allah´a ortak koşmanın cezası da kendi mL,| kadarı ile olur. Bununla beraber şirkle ve şirkin gayri olan küfürle bt,ri,,ber hasenat bu­lunmaz. Onların cezası ancak Cehennem´de ebedi kah], ^zap çekmektir. Çünkü bilinir ki, gerçekten kâfir olan uzun zaman içiı,^, birgün olur da kurtulabilme ümidi kendisinde olsa idi onun için gön^jtj olduğu azabın bir çok katını katmaya razı olurdu. İşte bu husus ayan l(eyan eder ki, onun cezasının tamamı cehennemde ebedi kalmaktır. Kendilinden başkası için onun gibi cezaya tabi tutulmuş olsaydı bu kez başkası kendi fiilinin misli kadarı olandan daha fazla ve çoğu ile cezalandırılmış olur. Bu ise Allah´ın hikmetinde zulümdür. Allah-u Teâlâ, bu gibi sıfatdan yücedir, berî ve münezzehtir. İşte bu böyle. Bunun madunu olanı irtikâp edenin hasenatı bulunur. Fakat bunun bulunmaz. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Yine dünyada tatbik edilen had cezaları, işlenen günahlara keffaret kılınmışlardır. Eğer onlarda günahları örtme hususu bulunmamış olsay­dı, küfür için verilen cezalara ziyade olmuş olurlardı. Küfrün madunu olanm cezasına ziyade kılınmak mümkün değildir. Böylece had cezalarının keffaret oldukları sabit olur. Dünyada küfür için keffaret yoktur. Binâ­enaleyh o, azap hakkında muhtemel değildir. Küfrün azabı, Cehennem´de ebedidir. Küfrün gayrının cezası ise had cezasıdır. Günah hakkındaki azap da böyledir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Yine Allah-u Teâlâ, küfreden ve başkalarını küfre sokmak için sa-pıttıranların azabı, kendisi küfredip başkasını sapıtmayanın azabından kat kat fazladır. Sonra eğer kâfir için başkasını sapıttırmaktan başka olan azabı, sapıttırmak için olan azabın misli kadarı olmuş olsaydı, her kâfirin azabı kat kat olurdu. Çünkü hiç bir kâfir yoktur ki, kendisinde küfürden başka büyük günahlar bulunmasın. Allah-u Teâlâ, «Muhakkak onlar, kendi günahlarını ve o günahlarla beraber bir çok (sapıttırdıkları kimselere ait) günahları yüklenecekler...»[327] kavl-i celîli ile sapıttıran kim­selerin günahlarının kat kat olmakla tahsis buyurmuştur. Yine Cenab-ı Hakk´ın «... Ey Rabb´imiz, bizi sapıtanlar, işte bunlardır. Bunlara ateş­ten iki kat bir azap ver...»[328] kavl-i celîlinde beyan buyurduğu gibi tabi olanlar da aynı hususu ifade edecekler. Herkes için kat kat azap kılın­mıştır. Binaenaleyh bunun büyük günahlara karşı verilecek olan bir ceza olması batıl olur. Bilakis o azap, eğer küfür hakkında olsaydı islâmda onun misli kadarı ile azaptan kat kat verilmesi daha gerçek olurdu. Gö­rülmüyor mu ki, [329], yani kâfir, küçük ve büyük günahlardan tümünden ceza görüp azap çeker îslâm dininde inanç sahibi olan kişinin durumu böyle değildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra itibar yolu ile diğer bir vecih de şudur ki; gerçekten küfür, tesis edilen bir mezheptir. Mezhepler ise, ebediyyen devam etmek için kurulur. Mezhabin azabı da buna göre olur. Diğer büyük günahlar ise, vakitler içinde yapılır. O, ebedi olaraık değil, muvakkat bir vakitte şe­hevî isteklere mahkûm olma neticesinde istenir. Onun cezası da buna göre olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra gerçekten küfür, aynı ile çirkindir. Onu affetmek ve haram olmasının kaldırılması imkân ve ihtimal dahilinde değildir. Hikmette onun azabı da buna göredir; onun bağışlanması ve ortadan kaldırılma­sının imkân ve ihtimali bulunmaz. Diğer günahlar ise, aklen onların haram olmalarının kalkması ve kendisi için azap verilen hususun mubah kılın­ması caizdir. Onun azabı da bunun gibidir. Tevfik Allah´tandır.

Üçüncüsü : Kâfiri bağışlamak, afvm yeri olmayan hususta bağış­lamak olur. Çünkü kâfir, in´âm ve ihsan edeni inkâr ediyor ve onu da hak görüyor. Bunun hakkındaki affetme, affı z-ayi etme ve nimeti iptal et­mek olur. Diğer günahların durumu böyle değildir. Bilâkis diğer günah­ların sahibi in´âm ve ihsan edeni bilir. Onun için en büyük yer vardır. Onun ikramı için de en ayan-beyan olan mahal vardır. Böyle olunca hik­mette onu bağışlamak ve mağfiret etmek caizdir. Yardım Allah´tandır.

Allah-u Teâlâ´nm, fiilinin^ kendisinde meydana getirdiği korku anında din hususunda ona ihsan etmiş olmasıdır. Bu husus kulun Allah hakkını dünya ve Ahiret varlıklarından kalbinde daha büyük gör­mesi ve peygamberlerinin kıllarına dokunmak veyahut Allah´ın dininin emirlerinden her hangi birini hor görmek veyahut da ihtiyar ettiği ve dostluğunu Allah dostluğuna tercih etmiş olduğu şey hakkında Allah´ın düşmanlarına meyletmeğe müstahik olmaya muhtemel olan şeylerden si­nesini, içini tertemiz etmekle hasıl olur. İşte bunların hepsi, Allah-u Te­âlâ´nm ona olan in´âm ve ihsanıdır. Allah-u Teâlâ´nın nimetlerini zayi et­mesi ve onları eza olarak değiştirmesi muhtemel değildir. O bilir ki onun günahları Allah-u Teâlâ´nm kendisine in´âm ve ihsan ettiği sayılmayacak kadar çok olan nimetleri kadarına, ulaşmaz. Allah, mahlûkatına şu temi­natı verir ki, gerçekten o, bîr kavme İn´âm etmiş olduğu nimetlerini o kavm, kendilerinde bulunan hususları değiştirmedikçe değiştirmez. Ve ikram etmiş olduğu şeylerin hepsini onunla zayi etmez. Zikrolunan husus da böyledir. Peygamber aleyhisselâm, «bu husustan kaçınanlar müstes­na, diğer müminler Cennet´e girer» buyurmuştur. Zikrettiğim kimse ile onun düşmanı arasını, onlarla Allah´ın dinine yardım etme ve i´lâikelimetul-lah için çok çok mücahede etmekle beraber cemetnıiştir. Ve onu üzerine mühür basmıştır. Hayır, Allah bunu yapmaz. Çünkü O, Ganîdir, Kerîmdir afv ve mağfiret sahibidir, çok merhametli ve Vedûd´tur. Bununla beraber Allah´ın Resulü Sallellahualeyhivesellemden kulların sevdikleri kimselere katılacağı hakkında müjde gelmiştir. Sonra zikrolunan şeyler Allah´ın Resulüne daha sevimli idi. Onu Şeytan´ın yakını kılar ve Allanın Resûlü´-nü ziyaret etmeği ona haram kılar. Allah-u Teâlâ, Mutezile ve Haricîle­rin kendisini vasfettikleri bu vasıftan berî ve münezzehtir. Bu husus ve iş, onların hepsinde zahir olmuştur. Hatta bundan hiç bir kimse kurtul­maz. Belki de hiç bir harici ve Mu´tezile mezhebinden olandan bu inanç ve itikattan berî olarak öldüğü[330] zikromnmaz. Allah-u Teâlâ´nın, şehevî isteklerine rârn olup Allah´a düşmanlığı tercih eden en küçük dünya men­faatleri uğruna Allah´ın rahmetinden ümidini kesen, dünyanın en küçük ve basit nimetine kapılarak Allah´ın dininden çıkmayı tercih eden kim­seyi din hakkında doğruya muvaffak kılması ve bu vasfın zıttı kendisin­de bulunanın mahrum bırakması ilâhî hikmetten çok uzaktır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Şeyh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra fısk, fücur, isyan veyahut zulümden olmak üzere isimlenen hususların vaîd hakkında varid olan eserlerin tümü üç husus için isim oldukları bir gerçektir, ilâhi hikmette fışkın gayrine isim verildiği için fiile işaret edilmesi ve mezmum olan isimlerin gayri olmayana işaret edilmiş olması caiz olur. Bazılarının da böyle olması caiz olmaz. Aralarında bu zıddiyet bulunan iki şeyin kaste-dilmesi mümkün değildir. Binaenaleyh onun hakkı, isim ve hükümde şüphe olmayan hususa sarfedilmesidir. Çünkü[331] o üç kısım üzeredir. Fakat onû tazammun etmemiştir. Bütün kısımlar o husus hakkında hususiyet ifade ettiği sabit olur. Binaenaleyh onun kendisinde şek ve şüphe olma­yana sarfedilmesi gerekir. Çünkü gerçekten onu umuma yöneltmek afv haberleri varid olduğundan onun için tenakuz teşkil eder. Böylece onun hususiyeti sabit olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Yahut kendisine isim verilenin[332], taksim olunması sebebiyle umum ve husussa ihtimali olduğu vakitte onun gibisinin hakkı kesin ifade et­mek değil, korkmaktır. Kim ki kesin ifade ederse şüphe anmda hikmetin icabettirdiği şeyden yararlanır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra Cehennem´de ebedi kalma hakkında vaîdi ifade eden hususa delalet eden hususa şirkin madunu olan günahlara muhtemel olmaz. Çünkü insanların yaratılış itibariyle her ne kadar aklen veyahut delille veyahut taklid ederek dinlerinde muhtelif olmaları ile beraber işledikleri günahlardan şirkin madununun bulunmasını itikad etmiş olsalar da din­lerinden çıkmayı gerektirecek hususlardan kaçınırlar. Binaenaleyh bu husus mahlûkatm yaratılmış olduğu şeylerden olduğuna delâlet eder. Hatta onu akıl bile teyid eder. Çünkü inançlar, sahipleri katında ebedi olarak bulunurlar. Kendisine işaret edilen fuller ise böyle değüdir. Fiil­lerin zıttı olanlar da böyledir. Ihtüâf üzere kendilerine işaret edilen fiiller hakkmda varid olan nakli deliller de böyledir. Fiillerin terki de buna gö­redir. Bizim zikrettiğimiz hususlar Mu´tezüe mezhebinin insanların yara-tılmış olduğu işten ve kendilerine has tedbir ve irade edilme hususundan dışarı çıktığına delâlet eder. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra Mu´tezile´nin mezhebinde mümin demelerinden kendilerini alı­koyan şey üzere olduklarından onları ilzam eden hususlardan bir ikısnum zikredeceğim. O da şudur : Hakikaten Mu´tezile mezhebine göre, bü­yük ve küçük günahların arasındaki had cezası biliniyor ki, kişi, umut­suzluğa düşmeyip hem ümitvar olsun ve hem de korkmuş olsun. Bu gö­rüşlerine cevap olarak deriz ki : Sizden hiç bir kimse yoktur ki; kendi­sinin bütün günahlardan berî olduğunu iddia etsin, ümitsizliği ve ümidi icabettiren had cezasına ulaşmayı bilsin. îşte bu, büyük günahla küçük günah arasında halin tereddüt etmesidir. Büyük günah, imanın ismini giderir. Küçük günah ise, size, imanın ismi ve imanın zevali hakkında şek ve şüphe getirir. Tıpkı büyük ve küçük günahların ismi hakkında şüphe getirdiği gibi. Binaenaleyh sizdeki bu şek ve şüphe ümitsiz ve ümitli olmayı söylemeyi menetti. Sonra iman ismini meneden şey ile bu iki hususu reddeden şey birdir. Sonra korkmakla beraber ismin ispat edilmesi caizdir. Ve siz, gerçekten mümin, kendisinde korku bulunmayan kimsedir diyorsunuz; niçin sizin kendinize mümin demenizden onlar kork­muyorlar Büyük günahlardan olduğu bilinen yalan, sizden iman ismini giderir. Bunun üzerine imanla isim vermek, sizin büyüklüğünüzden olur. Siz, Allah-u Teâlâ´nın «... Şimdi nefislerinizi temize çıkarmayın...»[333] kavl-i ceiîli ile nefislerin temize çıkarılmasından insanları sakındırdınız. Sonra iyilik ve takva ile karşılaştınız. Bunlarla itirazdada bulundunuz. Siz, kendinizde iyilik ve takva bulunduğuna veyahut bulunmadığına şahadet eder misiniz Eğer şahadet ederiz derlerse, onlara; iyi ve muttaki olan­ların Allah´ın gazabına uğrayıp cehennemde ebedi kalmaları gerekme­sinden korktuklarını ifade etmek gerekir ki, böylece cehennem, Allah´tan korkan ve Allah emirlerini yerine getiren kimselerin yeri olur. Yoksa fa-sık olanların değil. Allah-u Teâlâ, «Muhakkak ki iyiler, naim cennetinde-dirler.»[334]´ buyurmuştur. Binaenaleyh Allah-u Teâlâ´nın, «... Ey Rabb´imiz, günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört ve ruhlarımızı iyi kimselerle be­raber al...[335] kavl-i ceiîli ile dua etmek batıl olur. Eğer bu hususla isim vermekten kaçınırlarsa iman hakkında da onun gibi ifade etmeleri kendi­lerine lâzım gelir. Çünkü o, iyilik ve takva gibi Allah´ın gazabından kur­tulmaya vesile olanın ismidir. Sonra denir ki; nebî ve rasûî olanlardan sabit olmuştur ki, onlar, Allah´a korkarak ve sevabına tamah ederek dua ederlerdi. Halbuki onlar, büyük günahlardan birini işlemekle imtihana tabi tutulmuşlardır. Bu korku, büyük günahlarla imtihan olunmayan kimselerden sadır olmuştur. Niçin size bildirmiyor ki veya delâlet etmiyor ki, had cezasının beyanının terkedilmesi korkulan ve umut edilen husus için değildir Bilakis o, Allah-u Teâlâ´nm küçük günahlar sebebiyle dile­diği kimseyi cezalandırması caiz olmasındandır. Sizin sözlerinizden biri de şudur : Gerçekten ceza ve azabı icabettiren şey, imanı giderir. Binâ­enaleyh bu sözlerinizden ibret alınız ki, sis hakikatte size haber verilen şeylere iman etmiş kimseler değilsiniz. Tevfik Allah´tandır.

Allah-u Teâlâ, «... Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah´a ve Pey­gamberine iman etmişlerdir; sonra (imanlarında) şüpheye düşmemişler ve Allah yolunda mallan ile canları ile savaşmışlardır...»[336] buyurmak­tadır. Sizin katınızda ise mümin, Allah´ın azap ve gazabından korkmadığı gibi onun rahmetinden de ünıitvar olmaz. Bilâkis o eğer mümin idiyse Allah´ın rahmetine müstehak olur. Ve mümin olduğundan da Allah-u Te-âlâ´nın onu azap etmemesi ihtimali bulunur. İşte iman o kimseyi bu hu­susa yöneltmiştir. Siz onlara korkuyu nasıl ilzam ettiniz Halbuki o, ha­kikatte mümin değildir. Siz, onları iman hakkında şüphelenmekten men-ettiniz. Halbuki imanda şüphelenmek korkuyu gören şeyle olur. îşte bu hususlarda tenakuz açıkça görülmektedir. Kuvvet ancak Allah´tandır. [337]


Şefaat Meselesi



Bazıları şöyle diyor : Eğer büyük günah sahiplerine şefaat caiz ol­muş olsaydı, bir fiili işlemeyi terkeden kimsenin şefaata müstehak olması gerekirdi ki böylece büyük günah irtikâp etmekle emrolunnıuş olur.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz onun vehimden ibaret oldu­ğunu söyleriz. Çünkü şefaat olunan kimse, yapmış olduğu günahla şefa­ate müstahak olmaz. Bilakis şefaati terketmiş olduğu şey hakkında vela­yeti vacip olan hasenatla müstahak olur. Fiili terkeden kimseye «Sen is­yan et, günah işle» denmesi doğru değildir. Fakat ona «îtaat et ki, onunla isyan ettiğin şey hakkında şefaat bulasın» denir. Ve yine böylece «mağfireti gerektirecek olan fiili elbetteki işlerim» diye yemin eden kim­seye sen küçük günahları irtikâp et denmez. Bilakis büyük günahlardan korunması ile ve mağfiret olunması için büyük günahlardan tevbe etme­siyle emrolunur. Şefaat işi de bunun gibidir.

Şefaat kendisi ile ihticac edilen hususların en büyüğündendir. Ger­çekten[338] Kur´ân-ı Kerîm´de şefaat hakkında âyetler varid olduğu gibi Al­lah´ın Resulü Sallallahualeyhivesellemden hadîsler rivayet edilmiştir. İn­sanlar arasında bilinen ve mahud olan şefaat, Allah´ın gazap ve azabım gerektirecek günahları işlemiş olduğundandır. Binâenaleyh büyük günah irtikâp edenlerin günahları Allah´ın seçkin, kulları ve Allah´ın rızasına[339] nail olanların şefaatleri ile bağışlanır. Sonra küçük günahlar, büyük günahlar irtikâp edenlerin cehennemde ebedi kalacaklarını söyleyen kim­seler katında kendileriyle azaplandırılmak caiz olmayan hususlardandır. Kâfirler ise, şefaatla bağışlanmazlar. Böyle olunca Kur´ân-ı Kerîm´de ve Hadîs-i Şeriflerde in´âm ve ihsan hakkında varid olan hususların büyük bir kısmı batıl olmuş olur. Ve ilim ehlinin Allah´ın rahmetine ümitvar ol­ma bakımından yaratıldıkları hal üzerinde olmaları sakıt olur ve müslti-manların, peygamberlerin şefaatini istemeleri hakkındaki niyazları batıl olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bazıları şöyle diyor : Şefaat3 iki vecih üzere[340] meydana çıkar. Birin­cisi; birinin diğeri katındaki iyi ve güzel işlerinin yad edilmesi üzere ki, onun için büyük bir rütbe ve iyi bir yer takdir olunmuş olur. İkincisi; bi­rinin kendisine dua etmesiyle olur. Binâenaleyh, birincisi, şefaatin ken­disine tevcih olunması muhtemel olandır. İkincisi, Cenab-ı Allah´ın «Arş´ı yüklenen melekler ve .onun etrafındakiler Rabb´lerini hamd ile teşbih ederler, O´na iman ederler ve iman eden kimseler için de şöyle mağfiret dilerler : «— Ey Rabb´imiz, senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Bunun için tevbe edenleri ve senin yoluna koyulanları bağışla, onları Ce hennem azabından koru.»[341] diyen kimseler hakkında beyan edilmiştir. Cenab-ı Allah, «Allah, onların önlerindekini de, arkalarındakilerini de bi­lir ve onlar onun rıza verdiği kimselerden başkasına şefaat etmezler...»[342] buyurmuştur. Bu âyetler şefaatin iki yönüne delâlet etmektedir. Çünkü Cenab-ı Allah´ın razı olduğu kimse derece ve şeref sahibidir. O kimse me­leklerin şefaatim beyan eden âyet-i celîlenin kapsamında bulunanlar­dandır.

Şeyh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz Allah´ın izni ve tevfikı ile deriz ki : Ahıret hakkındaki vechin iki yönden manası yoktur. Birincisi: Emri onu bilmeyen kimse katında takdir edilmesi hakkındadır. Allah-u Teâlâ, o emrin hakikatini bilir. Ve hatta Allah´ın gayrinin üzerine haki­katlerin gizli[343] olması caiz olur. Tıpkı Allah-u Teâlâ´mn «Allah Kıyamet gününde peygamberleri toplayıp şöyle buyurur : «— Ümmetinizi davet ettiğiniz de, size ne cevap verdiler » Onlar da «— Bizde hiç bir bilgi yok.

Şüphesiz ki, sen .bütün gaibleri kemal üzere bilensin derler.—»[344] kavl-i ce-lîlinde olduğu gibi. îsâ aleyhisseîâmm da şöyle dediğini Cenab-ı Hak, «Sen bana ne emrettinse, ben kendilerine ondan başkasını söylemedim...»[345] kavl-i celîlinde beyan buyurmuştur. Bunun üzerine o hususda Allah´ın kulunun da ilmi olacağı ifade edilmiştir. Halbuki onlar bu hususu bilmeyi ondan uzaklaştırdılar ve onu yalnız Allah bildiğini ikrar ettiler. Kuvvet ancak Allah´tandır.

İkinci yönü ise; gerçekten ahırette herkese verilen kitapları vardır ki, o kitaplar da Ademoğullannm amelleri, ve kendilerinden küçük ve büyük günahlardan geçen hususların hepsi yazılmıştır. O, eğer ihticac etme hak­kında olursa takdirde kâfidir. Eğer bildirme hakkında olursa Allah-u Te-âlâ´nm onları bilmesi Allah´ı onlardan müstağni kılmıştır. Kuvvet ancak Allah´tandır. ;

Dua hakkındaki âyet-i celîleye gelince; yine böylece o vasıf kendi­sinde bulunan kimse için dua etme ve kendisinde bulunan günahlardan[346] ona o husus hakkında şefaat etme caizdir deriz. Yoksa onların fiilleri bu olduğu vakitte onlara şefaat eder demiyoruz. Çünkü ilahi hikmette fiiller­den zikrolunan hususlardan dolayı onları azaplandırmak caiz olmaz. Bi­lakis o fiillerden dolayı onlar için sevapların en büyüğü ve yerlerin de en üstünü vardır. Bunun gibisi için mağfiret ve şefaat talep etmek birkaç yönden abes olur :

Birincisi: ilâhî hikmette o günah sebebiyle ona azap vermek[347] caiz ol­maz. Çünkü onlar Allah´dan zulmetmemesi ve haksızlık yapmaması[348] talep etmişler gibi olur. Bu ise, yaratılan en üstün bir fısktir İd, Allah-u Teâlâ´ya dua ve niyazda bulunmak şöyle dursun, onu fasık yapmak yerine çıkar. Yüce, kerîm ve hakîm olan Allah, bu sıfatdan berî ve münezzeh­tir.

İkincisi : Azaplanmış olmayıp, sevap görenlerden biri olan onun gibi­sinin hakkı, kendisinden hamd ve şükrün meydana gelmesidir. Duada ise bunun gizlenmesi ve ona karşı nankörlük yapması vardır. Bunun gibisi hakkında ne izin ve nede dua mümkündür. Tevfik Allah´tandır.

Üçüncüsü : Gerçekten bu, kendisine Cennet vaadolunarak Cennetle müjdelenmiş olan hakkındadır. Binaenaleyh onun gibisinin batıl olma­sı[349] kendisi haküanda cehalet icabettirir. Ancak vaktin açıklanmaması müstesna. Bu da acele etmekten ileri gelir. O, bizim büyük günah işle­yenler, eğer günahları kadarı ile azaplandırılmış olsaydı, o ilâhi hikmette adalet olur[350]. Bunun üzerine kendisinden şefaat talep eden bu hakkını al­mak suretiyle adaleti yerine getirmeksizin fazlu ihsanı ile şefaat eder. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Ebu Bekir El-Kîsâi[351] Allah-u Teâlâ´nın «Doğrusu Allah, kendisine eş koşulmasını (eş koşanın günahını) bağışlamaz. Ondan başkasını, di­lediği kimse için bağışlar.»[352] kavli ceîîli hakkında şöyle der : Gerçekten Cenab-ı Hak, dilediği kimseye mağfiretini vaadetmiştir. Sonra onu «Eğer siz, yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınırsanız, sizden diğer kabahatlerinizi Örteriz ve sizi iyi bir gidişata sokarız.»[353] kavl-i celîli ile kü­çük günahlar hakkında olduğunu beyan buyurmuştur. Böylece vaîdin bü­yük günahlar için olduğu sabit olur. Vaad ise baki kalır. Onun hakkı vas-folunduğu şeye ihtimali olduğu için zikrolunan şeyde devamlı olarak bu­lunur.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bunun üzerine biz ona bir kaç yönden cevap veririz :

Birincisi : Gerçekten senin zikrettiğin vaîd, emir ve nehyi küçümse­mek ve haramları helâl edinmeğe muhtemeldir. Binaenaleyh, bu âyet-i celile ile imrenilen mağfirete ait olan husus terkedilmez. Çünkü iki yöne müteveccih olan vaîdle ümitvar olmak ve tamah etmek zail olur. Veya­hut ta her ikisinde tevakkuf eder. Tamah ise, her iki vecihten biri hak­kında muhtemel olmak ve ihtimal bulunduğu için diğerine tama´ı menet­mekle olur ki, bu da tahakkümdür. Kuvvet ancak Allah´tandır.

İkincisi: Hakikaten âyet-i celîle, mağfirete muhtemel olanla olma­yan arasında bir üstünlük[354] meydana getirme hakkındadır. Âyet-i celîle küçük günahlara tevcih edildiği zaman, sirk ismine tahsis edilmesi batıl olur. Ve işitme yeri karıştırılıp şaşırtılır. Vaîd emri üstünlük kılan yere gelen husus hakkında değildir. Bilakis üstünlük hakkım, vermek için ge­len şey, günahları örtmek ile mağfiretin zikredilmesidir. Günahları ört­mek de iyi ve güzel amellere verilen mükâfat veyahut kötü amellere veri­len ceza olur. Tıpkı, Allah-u Teâlâ´nm «Eğer siz, yasak edildiğiniz günah­ların büyüklerinden sakınırsanız, sizden diğer kabahatlarınızı örteriz. Ve sizi iyi bir gidişata sokarız.»[355] kavî-i celîlinde beyan buyurduğu gibi. Tev-5k Allah´tandır.

Üçüncüsü : Cenab-ı Hak «Kime dilerse» diye buyurmuştur. Bu ise, bağışlanan günahlardan değil; bağışlanmış olan kimselerden kinayedir. Bağışlanmış kimselerden kinaye olan âyet-i celîlenin, günahlara tahsis edilmesine sarfetmek caiz değildir. Vaîdi ifade eden âyetler, kimler hali­kında gelmiş ise onlar hakkında gerçekleşmiştir. Bağışlamayı ifade eden .iyet-i celîieler de varid olduğu şey hakkında gerçekleşmiştir. Onun vaîde sarfedilmeyip nazil olduğu hususa sarfedilmesi daha evlâdır. Tevfik Al-´ah´tandır.

Sonra, gerçekten Cenab-ı Hak «kimi dilerse» diye buyurmuştur. Kü­çük günahlar, sizce Allah´ın lûtfu ve ihsanı ile bağışlanmıştır. Yoksa vaad üe bağışlanmamış tır. Âyet-i celîle de bu hususu bildirmektedir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra Mu´tezile diyor ki : Küçük günah sahibi, o günaha ısrar edip işlediği zaman büyük günah sahibi olur. O fiil üzere ısrar etmek ise, ona gereken şey değildir. Çünkü lâzım olması mümkün olan fiil bulunmamak­tadır. Hatta ondan başka fiile geçip de fiil olmaz. Öyle ise küçük günah-´ara ısrar etmek ondan pişman olmadığı ve tevbeyi terk etmekten başka bir şey değildir. Şirk ve gayri olan günahların hepsi, onlardan pişman olup tevbe etmekle bağışlanmış olurlar. Buna göre onların âyet-i celîlenin lirk ve şirkten aşağı olan günahların arasında üstünlük ifade etmekte­dir, sözü batıl olur. Diğer âyet-i celîlenin de büyük günahlarla küçük gü­nahların arasındaki üstünlüğü ifade etmesi hususundaki sözleri de batıl 3İur. Hulâsa gerçekten her günah, cehennemde ebedi kalmayı icabeder. Ancak günahdan tevbe eden hariç. Bu husus düşünen kimse için açık ve seçiktir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Biri şöyle diyor : Allah-u Teâlâ´mn emrine muhalif olan her şey, Şeytan´m davet ettiği, husustan olup işlendiğinde şeytan memnun olur­sa, niçin o şeytana itaat olmasın. Kim ki şeytana itaat etmek için bir fiil işlerse, o kimse kâfir olup o ful ile şeytana biadet etmiş olur. Çünkü ken­disinden sadır olan bu iş, Allah´ın hükmüne karşı bir hüküm vaz etmek ve ona çağırmaktır. Ve kim ki şeytana ibadet ederse o kimse şeytanın kulu olur. Cenab-ı Hak, Şeytana ibadet edenlerin gidecekleri yerleri be­yan buyurmuştur.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu mesele, hariciler ve Mu´tezî-lelerin, peygamberler ve Allah´ın seçkin kulları olan velilerin küçük gü­nahlar işlediklerini ikrar ettiklerinden dolayı onların meselesi değildir. Fakat bu mesele, bu mesele ile kâfir olmaları için şeytanın kendilerine vesvese verip o vesveseye kendilerini kaptırıp aldananlarm meselesidir. Çünkü o, biliniyor İd, şeytanın süsleyip güzel gösterdiği ve ona çağırdığı şeydir. Onların söylediklerine göre, şeytana itaat eden kâfir olur. Bu gibi çirkin duruma düşmekten bizi korumasını Cenab-ı Allah´tan dileriz.

Sonra ifade ederiz ki; bu hususta bir kaç vecih vardır :

Birincisi : Gerçekten her ne kadar şeytan onun işlenmesi İle memnun olup ve çirkin, uğursuz yaratılışı ve de kötü ihtiyarî ile lezzet duyarsa da bunda şeytana itaat bulunmaz. Çünkü fiili ile alıp verdiği şey, şeytanın emri ve ona çağırtması ile olmamıştır. Tâât ise, emir üzere eda edilen[356]dir. Yoksa hoşa gidip lezzetlenecek olan şeyle değildir. Çünkü Cenab-ı Allah´ın kullarına verdiği şeylerde, şehevî istekler ve onların hoşlanıp lezzet duy­dukları hususlar da vardır. Binaenaleyh Allah-u Teâlâ´yı onlara itaat et­mekle vasfetmek, veyahut kulların Allah´a, fiilin yapılmasını emretme­lerine sahip olmaları mümkün değildir. Bunlar, gerçekten o veeih´in taatı bilme yolu olmadığına delâlet ediyor. Kuvvet ancak Allah´tandır.

İkincisi : Gerçekten dinler, itikat ve inançlardan ibarettir. Yapılan fiillerden değil. Çünkü inanç ve itikatlara hüküm verme ve galebe çalma cari olmaz. Mahlûkattan hiç bir kimse yoktur ki, diğerinin inanç ve iti­kadının bulunmasının gerçekleşmesi veyahut bulunmaması için kendi­sinden inancı menetmesinde hiç bir güç ve kuvvete sahip olsun. Çünkü inançlar, özellikle kalbin işidir. Çok kez lisanın, başkasının dilinin kul­lanmasına kadir olmaması bakımından bu hususlara ilişkisi olur. Onun kalbi de boylecedir. Diğer organlarına ise başkası kadir olur. Dinler, zik­rettiğimiz hususlardan ibaret olduğu vakit -ki iman ve küfür de din´dir-zikrettiğim şeyler, -eğer tâât din olursa, küfür de dindir- din olmaz. Bi­naenaleyh bu, benim zikrettiğim yönden nasıl taat olmaz

imamı Azam Ebıı Hanîfe´den, bu suale şöyle cevap verdiği rivayet edilmiştir : Senin zikrettiğin şey, onu kasdetmediği hal üzere vukubulma-nın hakkı değil, kasdetmenin hakkıdır. Kasdetmeğe taallûk eden işler de buna göredir. O da itikad ve inançların tertiplenmesi bakımından bizim beyan ettiğimiz şeye göre meydana gıkar. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Yine gerçekten her mümin, herhangi bir şeyle Allah´a isyan ettiği hususa, kendisine galebe çalan şehevî ve nefsânî arzular, Öfke veyahut da kavmiyet asabiyeti veyahut bunların benzerleri ile itilmiş olur. Kendisinde meydana gelen şeyle bu iş olur. Böylece[357] o kimse bu fiil ile Rabb´isine isyan etmeği veyahut şeytana itaat etmeği kasdetmez. İtilmiş olmak´gi­bi zikrettiğim yönden o günahı işlemiş olur ki, onunla kendisinin kâfir olması gerekmez. Allah-u Teâlâ, ona itilmekten kendisini alakoyacak şe­ye onu malik ve sahip kılmış olmasından dolayıdır ttd, onu cezalandırır. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Şöyle denmesi de mümkündür : O, Allah-u Teâlâ´nm kullarına olan bir fazlu ihsanıdır. Çünkü Cenab-ı Hak, onun gibisi ile onlara, şeytana itaat edip, ona itaat ettiklerini gerektirmedi. Veyahut isyan etme halinde şeytana olan düşmanlıkları ile kendilerine ikram etmiş olduğu husustan üzerlerine o isyan işinin terki ağır geldi. Çünkü hiç bir kimse yoktur ki on­lar için şeytana Öfkelendiklerinden daha çok Öfkelenip kızsınlar. Onların yaratılışlarındaki hale ve akıllarına şeytana ibadet etme ve itaatta bulun­ma ismi şöyle dursun, onun hoşlanıp lezzet duyduğu işten daha ağır ge­len bir şey yoktur. Bunun içindir ki, Alîah-u Teâlâ onların günahların iki yönden bağışladı.

Birincisi : Onlara, şeytana ibadet ve taatda bulundun denmesini he­men menetmekle.

İkincisi : Kendilerine mağfiret olunmak için imrenmeyi vermek ve Allah´a isyan ettiği vakit şeytanın düşmanlığını Allah´ın rahmetine ter­cih etmek suretiyle şeytanın emrine râm olduğundan günahlarından vaz geçip mağfiret etmekle ki, o AUah kendilerine in´âm ve ihsanda daim ol­makla cûd ve kerem sahibi olduğu bilinir. Bu hususlardan dolayı en mü­kemmel ve tamam olan hamdü sena ona mahsustur.

Sonra gerçekten Allah´a itaata itikad ettiği, O´na ibadet edip ubu­diyeti bildiği, kaJjbi Allah´ın kendisine verdiği çeşitli nimetlerin büyüklü­ğünü anladığı zaman, sonra mahlûkatında ve onun hakkındaki megîeti-nin geçerli olmasındaki hikmetinden beyan buyurduğu şeyle kendi kud­ret ve hakimiyetini ona gösterdiğine nefsini Allah´a taat olmayan yerde, başkasına itaat etmeğe meyletmekten meneder. Onu Allah´ın gayrine ibadet etme ve yanlış olan bir anlayıştan korur. Kendisinden vaki olan fiilin kalbi bu hususa yattıktan sonra başka yere sarfedılmesi caiz değil­dir. İşte bu husus, kendisinin katmda bulunan dünya ve ahıretten olanı, kendisine hakim olan şehvetine veyahut ümit ettiği rahmete, veyahut da onu Allah´ın gayrine itaat etmeğe ve Allah´tan başkasına itaat etmeğe itecek olan şeye tercih ettirmiştir. Benim zikrettiğim şey ise, fiili anında kalbine lâzım olandır. Onun gibisi, ancak Allah´tan başkasına itaat etme­ğe ve müstahak olmayana ibadet etmeğe itikat eden kafirden, onu şey­tandan veya nefisten ona ulaştırana sarfetmesi olur. Kuvvet ancak Al­lah´tandır.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: Sonra Allah-u Teâlâ´nm vaîdi bu­lunan her şeyde asıl olan şudur ki, gerçekten onun hakikati akıllarda bir­birine zıt olanların hepsinin bildiği şeylerden olması bakımından sahibin­den çirkin olan yönden vald olur. Faile isim verilmek için gelen her isim de böyledir ki, gerçekten o[358] anlaşılmayan muhtelif manaları iktiza eder. O manalar, bütün yönleri üe çirkinlikte bir ölçüde olmaz. Yine faili de zemde de bir ölçüde bulunmaz. Bu ise, işitende bulunan bir ayıptır ki, onun yerleri­nin muhteHf olduğunu bilmeyi veren aklı ile kendisine lâzım olur. Onların arasını ancak ümmetin bulunduğu şeyle onu anlaması bakımından imti­han etmesi ile cemeder. Bunun üzerine onu elde ettiğini görür. Yahut naklî delilden varid olanın hepsini araştırmak ve imtihan etmekle arala­rını cemeder de onlar için gerçekleştiğini görür. Veyahut da onun hikme­tin bütün fenlerini ihata etmiş kılar da onun tahsis edilmesine imkân bu­lunmayıp sıkışır ve umuma sarf ettiğini söylemesini gerektirir kendisine. Hüküm hakkında, umumdan bir çıkışı elde etmesine gelince; muhakkak bilir ki, o eğer hikmette hak veya tedbirde vacip olsaydı dinsizlerin Kur´ân-ı Kerîm´de daha açıkça taan ve iftira ettiklerini ve Kur´ân-ı Ke~ rîm´in Rahman olan Allah tarafından gönderilmediğini söylemek için da­ha kolay yol bulduklarını görürdü. Çünkü Cenab-ı Hak, Kur´ân-ı Kreîm´i «Onlar, halâ Kur´an´m Allah kelâmı olduğunu ve manâsını düşünmiye-cekler mi Eğer O, Allah´tan başkası tarafından olsaydı, muhakkak ki, içinde birbirini tutmayan birçok söz ve ifadeler bulunurdu.»[359] kavl-i celîii ile onu vasfetmiştir. Yine Cenab-ı Allah, şöyle buyurmuştur : «O´na ne Önünden, ne ardından (hiç bir suretle) batıl yaklaşamaz.»[360] «Hiç şüphe yok ki, Kur´ân´ı biz indirdik ve muhakkak ki O´nu tahrif ile tebdilden (de­ğişikliğe uğramaktan) biz koruyacağız.»[361] Sonra, kendisinde hüküm bulu­nanın ekserisinin geldiği yerin gayrine sarfolunmuş olduğunu ve umum ve husustan lafzın cari olduğu yerin gayrinde kullandığını gördü. İşte o, bu sözü ile Kur´ân âyetlerini, hikmetin yolunun gayrine sarfetti; ve ted­birin hak olduğunu giderdi. Allah-u Teâîâ, göndermiş olduğu deliline bu vasfın gelmesi ve delilinde bu tenakuzun bulunmasında yücedir; berî ve münezzehtir.

Sonra Cenab-ı Hak, övülen ve mezmum olan isimlerden gönderdiğini açıklamıştır ki, onlar, mutlaka sarfedilmesinin gerektiği zahir olur. Bi­nâenaleyh, Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur, «Muhakkak ki iyiler naîm Cennetindedirler. Facirler (kâfirler) ise, Cehennem´dedirler.»[362] Sonra onları vasfederek şöyle buyurmuştur, «Hayır, (o hileye sapmayın, ahırcti inikâr etmeyin) Çünkü kâfirlerin (amel) defterleri (Siccîn adı verilen) bir kütükte tespit edilmiştir.»[363] Cenab-ı Hakk, bu âyetle başlayıp sûrenin sonuna kadar varan âyetlerde o isimleri beyan buyurmuştur. Bununla beraber Cenab-ı Hakk, vaîdle kastedilmiş olan mutlak faciri beyan bu­yurmuştur. Kendisinden olan şey, yalandır[364]. Çünkü onu ilminin bulun­duğu yerin gayrinde beyan etti. Sonra Cenab-ı Hakk, «Öyle ya mümin olan, hiç fasık (kâfir) olan gibi olur mu Onlar, müsavi olmazlar.»[365] bu­yurmuştur. Sonra mümin ile ne murad edildiği ve mümin´in gideceği yeri beyan buyurduğu gibi, fasık İle neyi murad ettiğini ve onun nereye vara­cağını da onun o günü yalanlaması ile beraber beyan buyurmuştur.

Cenab-ı Hak, «Allah, kâfirleri hidayete nasıl ulaştırır» diyen kimse hakkında şöyle buyuruyor : «Kendilerine apaçık deliller gelmiş ve pey­gamberin hak olduğuna şehadet getirmişken (bu) imanlarından sonra dinlerinden çıkıp küfre sapan bir topluluğu Allah, nasıl hideyet eulaş-tınr Allah, zalimler topluluğunu hidayete eriştirmez. »[366] Ve yine Al­lah, şöyle buyuruyor : «Onlar şöyle derler : «Biz namaz kılanlardan değil­dik.»[367] Zekât vermeyenler hakkında da Cenab-ı Allah, «... Çünkü ben, Al­lah´a inanmayan ve topyekûn Ahireti inkâr eden bir kavmin dinini terket-tim.»[368] buyurmuştur. Faiz emri hakkında da Cenab-ı Hak şöyle buyuru­yor : «Faiz yiyen kimseler, kendisine şeytan çarpmış olan nasıl kalkarsa, mezarlarından Öylece kalkarlar. Bu halde olmaları «Alış-veriş, aynen faiz gibi demeleri yüzündendir. Halbuki Allah, alış verişi helâl, ve faizi ha­ram kılmıştır. Bundan böyle kim, kendisine Rabbinden bir öğüt gelip faiz yemekten sakınırsa daha önce aldığı faiz ona bağışlanır, geri alınmaz ve bundan sonra onun işi (affedilişi) Allah´a aittir. Kim de haram olan bu ribayı helâl diye yemeğe dönerse işte onlar Cehennemliktirler; o ateşte ebedi olarak kalacaklardır.»[369] Yine Cenab-ı Allah faiz hakkında «Kendi­lerine yasaklanan faizi almaları...»[370] buyurmuştur. Gerçekten onlar, faizi helâl (kılmışlardır. Bu hususu Cenab-ı Allah, «... Alış-veriş aynen faiz gi­bidir dediler.»[371] kavl-i cehli ile beyan buyurmuştur. Yine böylece onlar, savaşma çağına ulaşmayan yetimlere mallarını vermiyorlar idi. Onlara ganimetlerden hisse de ayırmıyorlardı. Adam öldürme işi de böyle idi. Onlar, zulmederek ve hakka tecavüz ederek[372]adam öldürüyorlardı. Ve bu hususu Allah-u Teâlâ´nm «Elbirlik Allah´ın dinine sımsıkı sarılın, birbirinizden ayrılıp dağılmayın, Allah´ın üzerinizdeki nimeti düşünün ki, cahiüyet devrinde birbirinize düşmanlar iken o, sizin kalbleriniz arasında ülfet meydana getirdi de onun nimeti sayesinde din kardeşleri oldunuz.»[373]

kavl-i celîlinde zikrohman hususa göre adam öldürmeyi helâl görüyorlar ve haksız yere adam öldürüyorlardı. İşte bu an vaîdin hakikatlerinin yo­ludur ve kendisinde iman isimi verilmesinin iptal edilmesi gereken hu­sustur, îgte buna göre de Ahıret taksimatı vukubulur : Bir zümre Cennete, bir zümre de Cehenneme gider. Amel defterleri sağ tarafından verilen­ler, sol tarafından verilenler. Mümin olanlar, kâfir olarak Ahirete göçerler. A1lah-u Teâlâ´nm «Kâfirler için hazırlanan ateşten korkun.»[374] kavî-i celî­linde onlar hakkındaki vaîd tahakkuk etmiştir. Ve çirkinlikte en son hadde ulaşan isimler, onlara gerekmiştir. Amma bu hadde ulaşamiyan kimse, onlar hakkında gelen vaîd bir kaç yönden meydana çıkar : Zikret­tiğim o hallerin ihtiyar edilmesinden korkutulması üzere veyahut eğer kendisi ile beraber iyi amellerden, ondan başka bir gey olmazsa o ameli ile cezalanması üzere. Veyahut da Allah-u Teâlâ´nm ilmi ve hikmetinde on­lar hakkındaki affedilmeye ve kendilerine seçkin kullarının şefaat[375] etme­lerine müstahak olmalarının bulunması üzere; veyahut Allah-u Teâlâ´nm onların günahlarım hasenatdan başkası ile örtmesi üzere; veyahut da şirk günahından günahı kadarmca azap çekmesi yönü ve son olarak da Allah-u Teâlâ´nm kendisine ikram ettiği ve dünyada Rabb´isine itaat et­mek için ona hidayeti in´âm etmesi ve bu husustan dolayı Allah´a hamd-ü Senada[376] bulunmasından dolayı kendisine sevap vermesi üzere tecelli eder. Kuvvet ancak Allah´tandır. [377]




Mes´ele s (İman Hakkında)



Bir zümre şöyle-diyor : İman, özellikle dille ikrar etmekten ibaret olup kalbde hiç, bir şey bulunmaz[378]. Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: Biz Al­lah´ın izni ve tevfikı ile deriz ki; imanm hakikati kalplerde olan imanın olması daha gerçektir. Bu husus, aklî ve nakli delillerin hepsi üe sabittir. Naklî delü, kalpleri ile iman etmeyip delilleri üe iman ettik diyen müna­fıklar hakkında Allah-u Teâlâ´nm kavl-i celîlidir ki, O, şöyle buyuruyor : «Bedeviler : «— Biz, gerçekten iman ettik, dediler (Ey Resulüm, onlara) de ki : Siz kalplerinizle iman etmediniz. Ancak biz, (kılıç korkusundan ve îslâm nimetlerinden faydalanmak için) müslüman gözüktük, deyin. Heniz iman kalplerine girmemiştir. Eğer Allah´a ve Peygamberine itaat ederseniz, sizin amellerinizden (Allah) hiç bir şey eksiltmez...»[379] Cenab-ı Allah, bu kavli ile kalplerinde iman olmadığı vakitte onların sözlerinin iman olmasını iptal buyurmuştur. Diğer bir âyet-i celîlede Cenab-ı Hak, «İslama girdiklerini senin başına kakıyorlar (Ey Resulüm, onlara) de ki : «— İslâm oluşunuzu benim başıma kakmayın. Doğrusu sizi imana hida­yet buyurduğundan Allah, sizin başınıza kakar; Eğer (imanınızda) sa­dık kimselerseniz.»[380] beyan buyurmak suretiyle haber veriyor ki, eğer gerçekten onlar iman ettiklerini iddia ettikleri şeyle Allah´ın hidayeti ile müminler olsalardı sözlerinde sadık oldukları zaman müminler olurlardı. Eğer iman ancak dille olsaydı onu söyledikleri vakitte tasdik etmiş olurlardı. Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor : «Ey iman edenler, size, mümin ka­dınlar muhacir olarak geldikleri vakit, kendilerini imtihan edin; imanla­rını Allah, (sizden) daha iyi bilir...»[381] kavl-i celîli ile gerçekten Allah-u Teâlâ´nm o kadınların imanlarını daha iyi bildiğini haber vermiştir. Eğer iman ancak dil ile söylenen sözden ibaret olmuş olsaydı her işiten ilim hakkında[382] bir olurdu. Yüce olan Allah «Sizden olduklarına dair kesin ola­rak Allah´a yemin de ederler. Halbuki onlar, sizden değillerdir...»[383] bu­yurmak suretiyle onların bu hususta yalan söylediklerini haber veriyor. Yine Cenab-ı Hak, «Rabb´in hakkı için onlar, aralarında çekiştikleri şey­lerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden nefisleri hiç bir dar­lık duymadan tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe, iman etmiş olmaz­lar.»[384] buyuruyor. Eğer iman, lisandakinin gayri olmamış olsaydı, nefis­lerde darlık bulunmasıyla imanlarını nefyetmiş olmazdı Allah. Allah-u Teâlâ «Sizden her kim hür olan mümin kadınları nikâh edecek bir zen­ginliğe kudreti olmazsa, ona da ellerinizin altındaki mümin cariyeleriniz­den efendilerinin rızası ile nikahlanmak var[385]. Bundan sonra da «Allah imanınızı çok iyi bilendir.»[386] buyurarak gerçekten iman yalnız Allah´ın bildiği bir hakikat olduğunu beyan buyurmuştur. Yine yüce olan Allah, «İnsanlardan bir kısmı vardır ki, biz Allah´a ve Kıyamet gününe inandık derler. Halbuki onlar iman edenler değillerdi.»[387] buyurup onların dille dediklerine kalbleri muhalefet ettikleri zaman, dilleri ile söylediklerinin iman olmasını nefyetti. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra Allah-u Zülcelâl, müminlere devamlı olan bir sevap vadetmiş-tir. Münafıklara da, Cehennemin en aşağı tabakasında bulunacaklarını haber vermiştir. Eğer onların açığa vurdukları şey, hakikatte iman ol­muş olsaydı, onun hakkı küfür için verilen azabın üzerine ziyade kılın­mak değil, vaadolunmuş olan cennet olurdu. Cenab-ı Hak, «(Kanaatlarm-ca kalblerinde olan küfrü örtmekle) Cenab-ı Allah´ı ve müminleri aldat­tılar...»[388] buyurarak izhar ettikleri imanlarını Allah-u Teâlâ´ya aldatma kılmıştır. Kim ki, islâm dinine, peygamberlere, Allah´a ve Allah´ın peygamberlere verdiği kitaplara ve tebliğ etmelerini emrettiği hususlara, olan imanın hakikati ve derecesi Allah´ı aldatmakla elde edileceğini iddia ederse o kimse Allah´ın dini hakkında en büyük kelâm etmiş olup Rabb´i-ni bilmeyen bir cahildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Allah Azze ve Celle, «Onlar için mağfiret dilesen de, mağfiret dile-mesen de haklarından müsavidir; Allah o münafıkları asla bağışlamaz...»[389] ve «Harcadıklarının, onlardan kabul edilişine engel olacak şudur : Al­lah´a, Peygamber´e küfretmeleridir...»[390] kavl-i celîli ve bunlardan başka âyetlerle münafıkların kâfir olduklarım haber vermiştir. Küfür, imanın zıttıdır. îman ile küfüre son veririz. Zira Cenab-ı Hak Kur´ân-ı Kerîm´in-de «(Ey Resulüm), O küfredenlere, de ki : «— Eğer peygamberlere düş­manlıktan vaz geçerlerse geçmişteki günahları bağışlarız.—»[391] buyur­muştur. Yine Cenab-ı Hak «Onlar ki, Allah´la beraber, başka bir ilâha ibadet etmezler; Allah´ın haram kıldığı nefsi haksız yere öldürmezler, zi­na yapmazlar; kim de bunları yaparsa günahının cezasına kavuşur. Kıya­met günü de azabı katmerleşir ve bu azap içerisinde hakir olarak ebedi kalır. Ancak tevbe eden ve iman edip de salih amel işleyen kimse müs­tesnadır. Çünkü bunların kötülüklerini Allah, iyiliğe çevirir. Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir[392]. Böylece sabit olur ki, hakikatte ve incelendiği zaman münafıkların kâfir oldukları ve sözlerinde yalancı ol­dukları anlaşılır[393]. Çünkü Cenab-ı Allah, «Allah şehadet ediyor ki, müna­fıklar tamamen yalancıdırlar.» (Münafikm, âyet 1.) buyurmuştur. Yine AUah-u Zülcelâl «O gün de ki, Allah onları hep diriltecek de, bütün yap­tıklarını kendilerine haber verecektir.»[394] kavl-i celîli ile onların yalancı olduklarını haber vermiştir. Onlardan sadır olan islâm sözünü kalbieri ile inkâr ettiklerinden sözlerini yalan kılmıştır. İman, lügatte tasdik ol­duğu halde kim ki onu iman kılarsa bir şeyi kendi zıddı olan husus olarak kılmış olur ki, böyle yapmak batıl ve fasittir. Cenab-ı Hak, «Boşuna öşür dilemeyin, siz iman ettiğinizi söyledikten sonra içinizdeki küfrü açığa vurdunuz...»[395] «Yanlarına döndüğünüz zaman kendilerine yüz çevirirsi­niz, (ayıplamayacaksınız) diye size kargı Allah´a yemin edecekler. Siz de onlardan yüz çevirin.»[396] «Diyorlar ki, (Eğer bu savaştan) Medine´ye bir dönersek kuvveti ve şerefi çok olan (bizler), zayıf ve düşük olanı (Mümin-rel topluluğunu) oradan çıkaracaktır. Halbuki kuvvet ve üstünlük, Al­lah´ın, Resûlü´nün ve Müminlerindir; fakat münafıklar bilmezler.»[397] bu­yurarak onların kâfirler olduklarını, kuvvet ve üstünlüğün kimde oldu­ğunu bilmediklerini, kuvvet ve üstünlüğün Allah´ın Resûlü´nün ve mü­minlerin olduğunu haber vermiştir. Eğer onlar müslümanlardan olmuş ol­salardı, kuvvet ve üstünlük de onların olurdu. Kuvvet ancak Allah´tan­dır.

Allah-u Teâlâ «Kalbi iman ile kararlaşmış olduğu halde (küfür ke­limesini söylemeğe) cebredilen (ve böylece yalnız dilleri ile söyleyenler) müstesna...»[398] buyurmuştur. Cenab-ı Allah, iman kalbde olandan -ibaret olmadığı zaman onlar için küfrü lisanla olanı kılmazlardı. Allah onu kaîb-deki imanla menetmigtir. Böylece kalbin imanın yeri olduğu sabit olur. Tevfik Allah´tandır.

Kâfirlerin dille şahadet getirip iman etmelerine dek müslümanların onlarla savaştıkları, dille ifade edilen şahadet kelimesinin iman olduğuna veyahut kalbîerle imanın olmayacağına delil değildir. Bilakis o delil, ifa­de edilen imanın delili ve telaffuz edilen cümledir. Binaenaleyh ibarenin icabettirdiği hususla kendisini bilmeye bizim için bir yol bulunmayanlarda zahiri olan hükümler hakkında onlarm dille ifade ettikleri iman hakkındaki sösleri kabul edilir. Mahlûkat arasındaki işlerin umumu ona göredir. On­ların işleri her ne kadar kendilerinde başka hakikatler bulunsa da, bu husus mahlûkatm anlayabilmelerine güçleri olmağa muhtemel olan şey üzerine hamlolunmuştur. Bununla beraber bizim beyan ettiğimiz hususlar buna delalet etmektedir. Kâfirlerle müminlerin arasını bildirme ve çeşitli...[399] hu­suslarla veyahut her ne kadar o küfür ve islâm değilse de, ehline hitap et­mek suretiyle tevarüs edilen iş böyledir. Dil üe ifade edilen cümle de onun gibidir. Bizim imanı bilme hakkında âyetlerden beyan ettiğimiz husus ve kendisi halikında naslar varid olan hususlardaki kalblerin işi buna gö­redir. Bisim üzreinde bulunduğumuz mevzu da onun gibidir. Allah-u alem.

Küfür kelimesini söylemeye cebredilen kimsenin işi ve durumu ve Allah´ın Nebisi´nin (s.a.v.) «O´nun kalbinde bulunanı ancak dili ifade eder.»[400] Hadîs-i Şerifi de ona göredir. Mülkler, Şahadetler, Zahiri işleri kendisi ile bildiği hususla dinlerde tesis edilen mezheplerin çeşitleri, be­nim zikrettiğim şeye göredir[401]. Kabul etmenin hükmü de onun gibidir. Ba-zan Allah-u Teâlâ´nın, Müslümanlara, Kâfirlerin cizye vermeleri için on­larla savaşmalarını ve bazan da Allah´ın kelâmını işitmelerine dek onla­ra aman vermelerini emrettiğini görürsün. Bu hususta, Kâfirlerin, Müs­lümanların araşma terkediidiği görülmektedir. Evet onlar, kendi işlerine bakmaları, verecekleri hükümler hakkında düşünmeleri için müslüman­ların arasmda yaşarlar. Böylece bu işleri üe imanın hakikatini öğrenirler. Her ne kadar kalelerine imanı sevdirmek, birbirine zulmetmek ve çeşitli fesadları defetmek gibi hususların bulunmasından dolayı imanm kalble-rinde tesis edilmesi muhteanel değilse de. Ancak Allah´ın hidayeti ile kalblerinin imana ısınmasından, islâmı kabul etmelerinin muhtemel ol­ması hariç. îşte Allah´a imanı izhar etmeleri, müminlerin katında bulu­nan hükümleri kabul etmek suretiyle müslünıanlara icabet etmeleri de onun gibidir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra onlara denir ki; dille ifade ettikleri şahadet kelimesi ile hü­kümlerin zahirî hakkında mümin oldukları hususu, bunun onlara has ol­duğuna delil olursa, niçin onunla onları mağfiretten, iman için vadedilen devamlı nimet ve bitmez, tükenmez sevaptan malınım kılıyorsunuz Son­ra hakikatte onlarm ibadet etmelerinin caiz olmaması ve onunla Allah´ın fazlu ihsanına nail olmamaları, onların dille şahadet getirmelerine rağ­men mümin olmadıklarına delildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra onlara şöyle denir : Allah-u Teâlâ «Ey Müminler, önce kâfir­lerden size yakın bulunanlarla savaşın.»[402] «... Bununla beraber Müşrikler sizinle toptan harp ettikleri gibi, siz de onlarla toptan harbedin.»[403] «O, ha­ram olan aylar (Zilhicce, Muharrem, Safer, Rebîülevvel) çıktığı zaman artık o müşrikleri nerede bulursanız Öldürün.»26 buyuruyor. Onlarla giz­lenmiş oldukları husustan değil, şirk ve küfürden açığa vurdukları şey üzere savaş yapılır. Bununla şirk ve küfrün kalblerde olmaması vacip değildir. Öyle ise, onların iman etmelerine dek savaşmakla emrolunmalr, sonra her ne kadar imanın gerçek yeri kalb ise de dille imanı izhar ettik­leri zaman savaştan men olunmaları uzak olmaz. Çünkü imanın kalbde bulunması bunu menetmez. Tevfik Allah´tandır.

Sonra, Peygamber Aleyhisselâım´ın «Ben insanlarla onların Lâilahe>-ülellah demelerine dek savaşmakla emrolundum.» Hadîs-i Şerifi hakkın­da onlara denir ki : Ondan maksad «Şahadet getirinceye kadar» olduğu rivayet ediliyor. Her iki şahadet, imanın hakikatini değil, katli menetme­ğe sebep olur. Tevfik Allah´tandır.

Akla gelince; akılsız olana dinde teklif olmadığı için o, dindir. Din­ler, inançlarla tesis edilir. Dinî inanç ve itikatların bulunduğu yer ise, kalblerdir. Lügatta imamn manasının tasdik olması ile beraber mezhep­ler de böyledir. Kendisinde cebr[404] ve Kahr´a muhtemel olmanın hakikati kalbde olan dindir. Zira onun üzerine mahlûkattan hiç birinin hükmü cari olmaz. Bu hususta genel[405] olarak ifade edilirse denir ki, gerçekten lisanla söyleme bulunmaz. Bununla beraber hak olan din, ne bir kimseden ve ne de bir kimseden, Allah´a ve peygamberlere olan iman kaldırılır. Bi­naenaleyh, imanın yerinin kalp olduğu sabit olur. Bununla beraber hitap halinde imtihan olunan muhatabdan iman fiilinin bir halle ve mahlûkat üzerinden onsuz geçen vakitlerin umumunda dille yok edilmesi mümkün değildir. Hatta hallerden öyle haller vardır ki, o hallerde «ben kitablara, peygamberlere, öldükten sonra tekrar dirilmeğe ve bunların benzerlerine iman ettim» demesi nehyedilir. Meselâ namazda olması gibi. Bu halde İken o sözlerden birini söylemesi yasaklanır. Dini islâm da söylenmez. Çünkü bunlar onun ibadetini bozar. Allah-u Teâlâ, iman ibadetten caiz olması için şart koşmuştur, imanı daimi olarak bulunmasını da şart kıl­mıştır. O, bozulup değişmez; kendisinde değişikliğin bulunması caiz ol­maz. Böylece imanın Kerramiyelerin sandıklarının gayri olduğu sabit olur. Oysa ki gerçekten Cenab-ı Allah, kalblerdeki imamn derecesini yük­seltmiştir. Hatta onu derecelerin en üstünü kılmıştır. îmanı bütün ha­yat ve iyi amellerin kendisi ile yapılan husus kılmıştır. Onun bulunması anındadır ki, ancak ibadetler, sahih olup kabul olur. Vasfettiğim hususa muhtemel olan şey, diller değil, ancak kalblerdir. Bunun içindir ki, kalb-lerin imanın yeri olması daha lâyık ve daha doğrudur.

Sonra gerçekten iman ile hitap, akıllara gerekir. Kendisi ile bulunan manın hakikati bakmak ve düşünmekle bilinir. Bu ise kalblerin işidir. Binaenaleyh, iman da bunun gibidir. Bununla beraber lisanlar, âyetler­den başkaları gibi kullanılır ve onlarla haber verilir. Allah-u Teâlâ «Ciz­ye vermeyi kabul eden kitap ehlini (Kâfirleri) islâm dinine girmek için zorlamak ve onlara cebretmek yoktur..»[406] buyuruyor. İmanın hakikati­nin c&bredilen ve zorlanan şeyde kılınması caiz değildir. Yüce olan Allah şöyle buyuruyor : «... Artık kim azgınlığa ve sapıklığa sevkedenleri ta­nımayıp da, Allah´a iman ederse, o muhakkak ki kopması mümkün olma­yan en sağlam kulpa tutunmuştur.»[407]. Sapıklığa sevkedenleri tanıma­mak, onları inkâr etmek, özellikle dille olan değildir. İman da bunun gi­bidir, Yüce olan Allah´m şu kavl-i celîline bakmaz mı : «Sana indirilen Kur´ân´a ve senden önce indirilen Kitaplara iman ettik diye boş iddiada bulunanlara bakmayınız. O, azgın şeytana muhakeme olmak istiyorlar. Halbuki onu (Şeytanı) tanımamakla emrolunnıuşlardır. Şeytan ise, onları çok uzak bir sapıklığa düşürmek ister[408]. Böylece meyletmek ve muha­keme olmak, her ne kadar imanın kendisi ile bulunduğu şeye iman etti­ğini boş olarak iddia edip dili ile haber veriyorsa da küfür için terkolur. Tevfik Allah´tandır.

Allah-u Teâlâ´nın kitabı olan Kur´ân-ı Kerîm´in muhtelif yerlerinde «Ey iman edenler»[409], kavl-i celîli ile hitap varid olmuştur. Her ne kadar O, kendisine hitap geldiği vakit iman fiili için dilini kullanmamış ise de[410] âyet-i celîlenin kapsamında olan iman ve İslama mensup olan hiç bir kim­se yoktur ki, kendisinin onun kapsamında bulunanlardan olduğunu şüpha etsin. Binaenaleyh bununla kendilerine isim verdiği imanın hakikati on­larda hitap vaktinde mevcud idi. O ise ancak kalble olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bu nevide öyle âyetler vardır ki; muhtelif mezhepler olmasına rağ­men Mu´tezile, Hariciler, Kerramiyye ve Haşeviyyelerin mezheplerini nak­zeder. Tıpkı yüce olan Allah´ın şu âyet-i celîleleri gibi. «Ey iman eden­ler; niçin yapmayacağımz şeyi söylersiniz Yapmayacağınız şeyi söy­lemeniz, Allah katında buğz bakımından çok büyüktür. Biliniz ki Allah, kendi yolunda (aksamı) birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.»[411] «Ey iman edenler! Size ne oldu ki, size : «—Al­lah yolunda topluca savaşa çıkın, seferber olun.—» dendiği zaman yere ve meskenlerinise meyledip ağırlagtimz ...»[412] «Sise ne oluyor ki, Medine´­ye hicret edemiyerek, Mekke´de biçare kalıp : «— Ey Rabb´imiz! Bizi halkı zalim şu memleketten çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize kendinden bir yardımcı yolla» diyen erkekler, kadınlar ve çocuklar uğ­runa Allah yolunda düşmanla çarpışmıyorsunuz.»[413] «İman edenlere, vak­ti gelmedimi ki, kalbleri Allah´ın zikrine ve inen Kur´ân´a saygı ile yu-muşasm-..»[414] buyurarak, Allah Azze ve Celle, onu yaptıklarından dolayı onlara sitem etmiştir. Onda vaîdin en büyüğü olduğu halde ´kendilerinden iman ismini gidermedi. Bilakis iman ile hitap buyurup onlara sitem etti. Veliler arasında vukubulan noksanlıktan dolayı olan sitemleşme de aklen böyledir. Bu husus, düşmanlar arasında karşılıklı deliller getirme ve sa­vaşma şeklinde tezahür eder. Böylece onlarda imanın baki kaldığı zahir olur. Ve onu imandan çıkaran ve tekfir edenin sözü de batıl olur. Böylece Allah-u Teâlâ´yı ve Resulünü tasdik edenlerden hiç bir kimse yoktur ki, o âyetlerin kapsamına girdiğini bilmesin. Binâenaleyh imanın sınırı bili­nenin ismi olduğu onu dili ile soyliyen herkesin anlamış olduğu[415] sabit olur. Bunun üzerine o hitabın farzlardan terkedilmiş olanlar üzerine ol­ması ile beraber, iman taatlerin hepsinin ismidir diyen kimsenin sözü batıl olur. Eğer iman, taatm hepsinin ismi olsaydı, kendilerine şöyle hitap edilmiş olurlardı : «Ey imanın bir kısmı ile iman edenler, yahut imanda istisna ile beraber iman edenler» bu gibi olanlarda muttaki ve salih olan­ların isimleri ile sitemleşmek doğru olmadığı gibi, imanın ibadetlerin, hepsine değil, bazısına mahsus bir isim olduğu sabit olur. Sonra âyet-i celîlenin geldiği vakit onlardan hiç bir kimse yoktur ki, onların imanı li­sanla ifade ettiklerini bilmesin. Binâenaleyh, gerçekten imanla isim ver­mek var idi. Çünkü o, kalp iledir. Kuvvet ancak Allah´tandır. [416]


Mes´ele (İman Marifet Midir, Yoksa Kalp İle Tasdik Midir )



Bir grup insanlar, imanın kalp ile tasdik olmadığını, kalp ile ancak hususi bir marifet olduğunu sandılar. Asıl olan şudur ki, iman, lügatte tasdiktir. Küfür de yalanlama veyahut örtmedir. İfade edilen söz ile bi­linene delâlet eden müstesna, onu üstün kılacak bir şeyle ona işaret et­meğe kadir olmasa da iman, kalp ile tasdiktir demek doğru olur. Haki­katte marifetin (bilmenin), zıttı bilmemek ve cehalettir.

Marifet bakımından bir şeyi inkâr eden veyahut bilmeyen yalancı değildir. Çünkü o, «Kavm inkâr edicidir», demenin onlar bilmiyorlar de­mek olduğunu ifade eder. Kendisinin yalancılık ile vasfolunmadığı lıer hakkı bilmeyen de böyledir. Gerçekten tahkik edildiğinde kalp ile olan imanın, marifetin gayri olduğu sabit olur. Bununla beraber cehalet çok kerre insanı yalanlamağa gitmesine sebep olduğu gibi marifet de tasdik etmeğe yönelten sebebtir. Gerçekte kendisinden başkası için olmayan her manâ böyledir.

îman, marifettir demek, iman ancak marifet anında tasdiktir diyen kimsenin sözü de buna göredir ki, marifet insanı tasdike götürür. Bunun içindir ki, onunla isim verilmiştir. îmanın; Allah-u Teâlâ´nm hibesidir[417]. Onun nimeti ve rahmetidir; kendisi ile başarıya ulaştığı şeylerden ben­zerleri ile vasfolunan gibi. Yoksa o hakikatte Allah´ın füli değildir. Fakat îmanın hakikati o sıfatlardan hali kalmaz. Bunun içindir ki, Allah´a nis-bet edilmiştir. îlme, marifete isnad ve izafe edilme işi de bunun gibidir. Tıpkı müminin her hatasına cehalet, kâfirin her günahına nisyan den­diği gibi. İşte böylece müminin cehalet üzere olduğu şey, helâl kıldığı o hususa lâzım olma, veyahut nisyan iledir, veyahut her unutulanın ter­kedilmiş olması ile olur. Bunun için onunla kendisine isim verilmiştir. Yoksa kendisi onun hakikatinin ismi değildir. Tevfik Allah´tandır.

Buna göre, «Peygamberlerin (a.s.) hepsine iman ettim.» demek caiz olur. Amma «Peygamberlerin hepsini kalp ile bildim» demek caiz olmaz. Cenab-ı Hakk´ın «Kalbi iman ile kararlaşmiş olduğu halde, (küfür kelimeşini söylemeğe) cebredilenler (ve böylece yalnız dilleri ile söyleyen­ler) müstesna, Kim Allah´a küfrederse, onlara şiddetli bir azap vardır...»[418] buyuruyor. Eğer kalbde marifetten başka bir şey olmamış olsaydı o ma­rifet küfür ifade etmiş olmaz idi. Ve onun hakkındaki şart bir şey ifade etmezdi. Bazen kişi cebri ortadan kaldırmak için, onu kendisinden yok etmek maksadı üe kendi katında hak olmayanı ihtiyar eder. Kalbinin yatışması, onun hakkıdır. Cenab-ı Allah´ın İbrahim Aleyhisselâm´a «... Al­lah : «__Ölüyü dirilttiğine inanmadın mı » buyurdu. İbrahim, «— Evet,

inandım. Fakat kalbim tam yatışsın diye sordum, dedi.»[419] hitap buyur­duğu kavl-i celîli de böyledir. Bu hususta ancak «Benim haberime inan­madın mı Yahut bildiğine inanmadın mı » denir. Buna cevaben «Evet inandım» der. Fakat «bilmedin mi » denmez. Kuvvet ancak Allah´tan­dır.

Hakikaten, marifetler çok kez sebebsiz olarak eşyada vaki olurlar ki, onlarla iman vasfolunmaz. Allah-u Teâlâ´nm, «... Artık kim, azgınlı­ğa ve sapıklığa sevkedenleri tanımayıp da Allah´a iman ederse o muhak­kak ki, kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur.»[420] kavl-i kerîmi de böyledir. O azgınlığa ve sapıklığa sevkedenleri çağırdıkları hu­susta onları yalanlamak, Allah´a da iman etmektir. Amma bu sözle değil; fakat kalp ile olan inkâr ve yalanlamanın hakikati ve kabul ile Allah´ı tasdik etmek ile olur. Bu hususta asıl olan şudur ki; her bir şeyi bilme­yeni, yalanlamakla bir şeyi bileni de tasdikle vasfolunmaması bilinen emirle sabit olmuştur. Fakat ne var ki, marifet tasdike götürür. Cehalet de yalanlamağa. Bunun içindir ki, hakikat olarak değil, sebep olma yönün­den onunla isim verilmiştir. Allah-u a´lem. [421]


Mes´ele (Îrcâ : Tehir Etme Veyahut Allah´a Havale Etme)



İrcâ´ın tehir etme manâsına geldiği hususunda lûgatçüarın ittifak etmelerinden sonra kendilerine Murcie isimi verüenlerdeki ircâ´m manâsı hakkında ihtilâf olunmuştur. O, «Tehir etti, ona tehir ettirdi»[422] demesi bu­na göredir. Onlar, «Allah´ın emrini tehir ettiler» de dedi.

Haşeviyyeîer; «Hayır işlerinin hepsine iman ismini vermedikleri şeyle Murcielere isim verildi» dediler. Bu ise akim ve lisanın ihtimal dahi­linde bulunmadığı hususlardandır. Lisan bakımından böyle olması, İrcâ´m tehir etme manâsına geldiğindendir. Bu ismin her hayır olana kendine has[423] ismi ile isimlendirilmesi hususunda ve umum ifade eden bu ismin men edilmesinde hiç bir vecih yoktur. Sonra bunun hakikatte hepsine isim olmak veyahut olmamaktan hali kalmaz. Eğer onun ismi olursa, kim bir şeye hakikatte ismi olanla, bilmemekle veyahut inat ederek isim ver­mekten kaçınır. Binaenaleyh bu isimle isim veren bir kimse yoktur. Öyle ise onların hali nedir ki, bütün mahlûkatm arasından özellikle kendilerine bu isim verildi. Eğer onunla, onlara isim vermek lâzım geliyorsa, bu ismi verenlerin kendilerine de verilmesi gerekir. Çünkü onlar, isim verdikleri zaman, onlara has olan is:mleri terkediyorlar. Böylece onlar, bu hare­ketleri ile bu isme müstehak oluyorlar. Sonra onların, iman hayır işlerinin bir araya gelip toplanmasının ismidir demeleri, bu isimi münferid olarak bulunan her hayır işine verilmeyi iptal eder. Bunun üzerine onlara bu husus lâzım gelir. Veyahut hakikatte onun ismi değildir. Kendi ismi ol­mayan şeyle isim verilmeyen kimseye isim vermenin bir yönü yoktur. Ger­çekten o, kendince dinde mezmum olan isimle sadıkların sıfatı olur. Böy­lece Allah katında yalancıların derecesini yükseltmiş, sadık olanların de­recesini de alçaltmış olur. Bu ise aklı selim sahibi olan kimsenin katında büyük bir hatadır.

Amma akla gelince : Akıl, eşyanın hakikatlerini ancak iki yönden idrak eder : Meydana getirilmiş olan şuurların meslek olarak yerine ge­tirdikleri şeyle ki, onlar da duyu organlarıdır. Veyahut ta his ilmindeeve delilin ortaya çıkardığı husustaki düşünce ile. Onda hayır işlerine iman ismini vermeyen kimse hakkında ircâ´m (tehir veya havale etmenin) hakikatini düşünmekte meydana çıkarılan hususlardan bir şey yoktur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bilakis O, kendilerine şahit olmadan onu istisna ederek dinlerini te­hir ettiklerinde onların mezhebidir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Mu´tezile diyor ki; Murcie büyük günahları geri bırakan kimseler­dir. Çünkü onlar büyük günah sahiplerini ne cehenneme gönderirler ve ne de cennete.

Şeyh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu, onların söyledikleri şey, o amelleri terketme, (Allah´a havale etme)nin lâzım olmasında haktır; fakat zem ile rivayet edilen, eğer zem haberi sadık oldu ise, onlar için değildir. Hak ve doğru olan da budur. Bunun gibisi ile Ebu Hanife (r.h.) «tehir etmeği; Allah´a havale etmeği, kimden aldın » diye sorulunca, melekle­rin fiilinden aldım diye cevap vermiştir. Çünkü onlara Allah tarafmdan «.,. Sonra eşyayı meleklere gösterip : «— Eğer (her şeyin iç yüzünü bi­len) sadıklarsanız, bunların isimlerini bana haber verin.» buyurarak[424] me­leklere hitap buyurdu. Vaktaki onlar, bilgileri olmadığı husustan soruldu­lar, bu babdaki işi Allah´a havale ettiler. Büyük günah sahipleri için hak ve gerçek olan da böyledir. Çünkü onların öyle hayır işleri[425] vardır ki, on­lardan biri eğer Allah tarafından kabul olunmuş olsa, şirkten başka olan günahların hepsini mahvedip yok eder. Binâenaleyh muhtemel değildir ki, o hayır işinin sahibi mahrum edilip cehennemde ebedi bırakılsın. Fakat onun işi Allah´a havale edüir. Allah dilerse onu affeder. O kimse fiili iş­lerken, Allah´ın düşmanlarına karşı gelip onların Allah´ın hududlarına tecavüz ettiğini bildiği ve Allah´ın dostlarına tazim ettiği vakit Allah´ı unutmamış olduğu zaman Allah´ın rahmetine ve mağfiretine çok muhtaç olduğu samanda Allah´ın onu fazlu ihsanından, rahmet ve mağfiretinden mahrum etmemesi ümit edilir. Tevfik Allah´tandır.

Çünkü Allah, (kendisinin tevbe edenleri bağışlayıcı, itaatkâr olanları sevindirici, müminlere merhamet edici olduğunu beyan buyurmuştur. O, dilerse onun günahlarına, kendisine ikram ettiği hasenatlarla mukabele eder da hasenatları günahlarına keffaret kılar. Nitekim Cenab-ı Allah, «... Doğrusu bu hasenat, küçük günahları mahveder...»[426] buyurmaktadır. Allah-u Zülcelâl vel-Kemal Hazretleri, başka bir âyet-i celîlede de «... Eğer siz, yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden sakınırsanız, sizden diğer kabahatlerinizi örteriz...»[427] buyurmuştur. Cenab-ı Hak, günahları ve ka­bahatleri örtmek için vaadettigi nevileri[428] beyan buyurmuştur. Kuvvet an­cak Allah´tandır^

Bu husus tıpkı Allah-u Zülcelâl´in «îşte bu sözü söyUyenler, Cennet­liklerle beraber (Cennet´te) O seçkinlerdir ki, kendilerinden işledikleri güzel ameli kabul edeceğiz ve günahlarını bağışlayacağız. Bu onların va-dedilmiş bulundukları gerçek bir vaaddır.»[429] ve «iman edip de salih amel­ler işleyenlerin kendilerinden günahlarını mutlaka örteriz...»[430] kavl-i ce-lilelerinde ve bunların benzeri âyet-i celîlelerde buyurduğu gibi. Allah-u a´lem.

, Allah dilerse, günah sahibini ameli kadarmca cezalandırır. Kendi­sinde bulunan iyi ve güzel ameli kadar da[431] mükâfatlandırır. Çünkü Al­lah «Zira, kim zerre miktarı bir hasenat işlerse, onun mükâfatım görecek. Kim de zerre miktarı kötülük işlerse onun cezasını görecektir.»[432] buyur­maktadır. Bunlardan başka hayra karşı mükâfat, şerre karşı da ceza verileceğini beyan eden âyetler varid olmuştur. Her ne kadar sevabını fazlu ihsanından veriyor ise de bu husus cezalandırma hakkındaki ada­letin vasfıdır. Tevfik Allah´tandır.

îrcâ´ın (Allah´a havale etmenin) bu nev´i haktır ve bunu söylemek de gerekir. Mu´tezile ise kendi nefsinin fiilini Allah´a havale etmiştir. Çün­kü ona mümin ve kâfir demekten kaçınmıştır. Onun hakikatini bilmemesi Allah´a havale etmeği söylemesini gerektirmiştir. Fakat o, fiilinin ha­kikatini bilmediği için özürlü sayılmaz. Evvelkisi, Allah-u Teâlâ´nm ya­pacağı şeyin hakikatini bilmemektir. O, çünkü ancak işitmekle bilinir. Kesinlikle bir şeyi söylenmesini ifade eden şey gelmeyince o şey lâzım olur.

Bazıları Murcie Ali bin Ebî Tâlib, ve onunla beraber olanlarla, son­radan kendisinden ayrılan haricilerin işini tehir edenler, Allah´a havale edenlerdir dediler. Eğer ircâ´m yeri tehir etme veya Allah´a havale etme­den onların, hakkında konuşmayı" durdurmayı murad ettilerse bunun için gayrinden bir manâ yoktur. Eğer onunla mezmum olan tehir etmeyi mu­rad ettilerse o yakındır. Çünkü hiçbir kimse Hz. Ali´yi, Hazreti Ebu Be­kir zamanında, kendisi için varid olan merfu hadisin delâlet etmesi ile beraber halife olmaya hak kazanma hususunda diğerleri ile bir ve eşit tutmamıştır. Gerçekten Resul-i Ekrem Sallallahualeyhivesellem, «Eğer siz halifeliği Ebu Bekir´e verirseniz, O´nu bedeninde zayıf, dini hakkında İse kuvvetli görürsünüz. Eğer devlet idaresini Ömer´e verirseniz, O´nu hem bedenen güçlü ve hem de dinde kuvvetli görürsünüz. Eğer Ali´yi ha­life yaparsanız, O´nu hidayete ulaşmış, hidayete götüren ve sizinle hida­yet yoluna sülük eder bulursunuz.»[433] Yahut Peygamber Aleyhisselâm´m buyurduğu gibi. Sonra Hazret-i Ömer´in O´nu şûra meclisine sokması, da­ha sonra sahabilerin seçkin şahsiyetleri onun halifeliğine ittifakla karar verip kendisine biat ettiklerinden onun işinin gizli kalmış bir tarafı kal­mamıştır ki, «Bununla onun ehline zem lâhik olması caizdir» diyen kim­seyi tasvip eden mazur görülsün. Çünkü o, öyle bir cehalettir ki, ancak iğfal etmek veyahut din emrini düşünmeyi terketmekten dolayı cehle muhtemel olur. Tevfik Allah´tandır.

Sonra eğer merfu olan haber sabit olmuş ise ki, Resûl-i Ekrem Sal-lallahualeyhivesellem, «Benim ümmetimden iki sınıfa, şefaatim ulaşmaz : Kaderiye ve Murcie»[434] buyurmuştur, «Gerçekten Murcie´ye yetmiş dille lanet edilmiştir.» diye rivayet edilen (Allah-u a´lem) sözü iki yönden de­ğerlendirilir :

Birincisi : Onunla Kaderiyye´de toplanan şeyle cebriyelerin murad edilmesi. Onların her ikisi de karşılıklı bulunan iki sözdür ki, zem hak­kında varid olan haber, her ikisini bir arada cemetmiştir. O, da şudur : Gerçekten Kaderiyye, fiilleri mahlûkat yaratır ve fiillerin yaratılmasın­da Allah´ın iradesinin ve tedbirinin hiç bir dahli yoktur diyorlar. Cebriy-ye ise, fullerin yaratılması işini Allah´a havale edip kulun fiilleri yara­tılmasında asla ve kafa bir dahli olmadığını öne sürdü. Binaenaleyh, Cebriyye her çirkin ve mezmum[435] olanı Allah´a hamletti. Allah-u Teâlâ´nm fiilinin vasfı bunun olmasından Allah, yücedir berî ve münezzehtir. Kade­riyye ise, fiülerin yaratılışını, onun hakkındaki cehaletleri sebebiyle nıah-lûkata yükledi. Bu hususta ifade edilmesi gereken orta söz, «kulların ken­dilerinden meydana gelen şeye göre fullerinin olması, olduğu had üzere de Allah´ın fiilleri yaratmış olduğunu» ifade etmektedir. Tevfik Allah´­tandır.

Kaderiyye´nin görüşleri ve kendileri hakkında geçen konularda bilgi verilmiştir.

İkincisi : Onun faalin, fiilinde o husus hakkında durmasından failin halinin bulunduğu şey hakkında olması. Tıpkı Haşeviyye´nin Mümin hakkında ve kendisinde istisnanın bulunduğunu ifade ettiği gibi. Bili­nir ki, gerçekten ircâ´m manâsı, cevap vermekte duraklamak ve bakıp düşünmeğe mühlet vermek demektir. Sonra iman hakkında kesin olarak bir şey demiyorlar. Bilakis istisna ediyorlar. İstisna da irca (tehir) dir. Bu husus, bazı haberlerde zikredilmiştir. Fakat sahih olduğuna dair de­lil getirmiyor, Aklen ise, ircânın manâsı, açıklanmıştır ki, o da, onların fulleri olan bir işte durmadır. Mu´tezile´nin, büyük günah sahibi olanın mümindir yahut kâfirdir demekte bir şey söylemeden durulması husu­sundaki sözü, yani gerçekte imtihan edilen mahlûkatın mümin ve kâfir diye iki kısma ayrılması ve münafık olarak da üçüncü kısmın oluşturul­ması ile beraber, Mu´tezile´nin böyle söylemesi zahirde onlarla beraber, Batında ise, şunlarla beraber olmasındandır. Bunun üzerine zahirde on­lara, dünyada dinler ehlinin bulundukları hükümlerle hükmedilmesini gerektirdiler´[436] Batında ise Ahıret işinden zahirdeki küfür işi ile bulun­dukları hükümlerle hükmedilmesinin gerektirdiğini öne sürdüler. TeAllah´tandır. [437]


(Îmanın Yaratılması)



Sonra imanın yartılması hakkındaki bizimle, Haşeviyye´den bir züm­renin arasında geçen sözlerle beraber biz onu iman işini düşünen kimseye yeteri kadarını kulların fiillerinin yaratılması hakkındaki sözlerimizle beyan ettik. Gerçekten iman, bilinmiş veyahut bilinmemiş [438]olmaktan hali değildir. Eğer iman bilinmemiş olursa, onu hiç bir kimse bilmez. Bunun üzerine biz : «Kim ki, imanın yaratılmış olduğunu nefyederse, onun sö­zünün hiç bir manâsı yoktur» diyoruz. Çünkü delil yoiu ile dahi onu bil­meğe ulaşamayacak kadar bilmediği şeyin mahiyet ve hakikatini bilmeğe delil olarak Allah´ın onun üzerine şahit olacağı şey hakkında kılmadığı yaratıktır. O da sözün umumu hakkında ve Allah´tan gayrı olan her şeyin yaratılmış olduğuna hissedilmiş olanlarm delâlet etmesiyle bilinmektedir. O, yok iken sonradan var olmuştur. Allah-u Teâlâ´ya ve vasfolunduğu şeye gelince : Görünen âlemde onun gerçek olup var olduğunu ispat eden deliller vardır. Onu bilmemenin hiç bir vechi ve yönü yoktur. Bu hususta da, onu bilmemenin caiz olmaması ile beraber yaratık olarak kaldığının tesbiti1 vardır. Çünkü onun fiilinin emri gönderilen kitapların ve kendi­lerine gönderilen peygamberlerin şeriatının hepsinde Allah´tandır. Kul­lara islâm kanunlarının hepsinde onunla hitap edilmiştir. Mihnet ve me­şakkatin carî olduğu ve teklifin vacip olduğu şeyin hakikatini bilmeden önce onun bilinmesi mümkün değildir. Bütün müjdeler onun üzerine gel­miştir. Ondan gafil kalma üzerine de vaîdler ve korkutulmalar varid ol­muştur. Mahlûkatm anlamış olduğu şeye izafe ve isnad edilmesinde ihti­lâf etmelerine rağmen, bütün islâm ümmeti o husus üzere ittifak etmiş­lerdir. Bunun üzerine imanın malum clduğu sabit olur. Sonra -çünkü o bilinmiştir- herkesin imanın ezelde yok olup sonradan var olmakla[439] vas-folunımasmdan hali değildir. Eğer onun ezelde var olması ile vasfolunr ması gerekirse, aklen reddedilmesi ve naklî delille de mümkün olmamasını icabeden hususla vasfolunması gerekir. Çünkü bir kimsenin imanının var olmazdan önce kendi fiili olması mümkün değildir. Delil ise, onun kulda olması, kendisi ile emredilmesi, onu terketmeden nehyedilme, İman ede­ne mükâfat verileceği hususunda vaadin gelmesi, ondan yüz çevirene azap verileceği hakkında vaîd olmasıdır. Bunların hepsinin fiilin gayrinde ol­ması mümkün değildir. Sonra Kur´ân-ı Kerim´de iman edenler hakkında haberlerin varid olması, kendisine amel denmesi, O´na sahip olana kendi isminin verilip mümin denmesi... bu hususta makul olan onun Allah´ın birliğine şahadet etmiş ve Allah´ın peygamberlerine iman etmşi ve ona itikat etmiş olması da delil teşkil etmektedir. İşte bu da kulun fiilidir. Eğer o fiili olmamış olsaydı kendisinin meydana getirilmesinde hiç bir rolü olmayan hususlardan kendisinin olan, diğerlerinin herkesin yanın­da yaratma olurdu. Eğer fiili olsaydı, buna göre bunu söyleyenlerin ka­tında gerçekten kulun fiilinin hepsi mahlûk olurdu. Biz bunu geçen ko­nularda açıkladık. Binaenaleyh ona göre iman etmek lâzım gelir. Bilakis Allah´ın, kulların s-air fiillerinin yaratıcısı olmakla vasfolunması daha doğrudur. Çünkü o, Allah´ın fiillerinin en üstün ve yücesi olanıdır. Âlem­lerin Rabb´ini, pis ve adi olan eşyanın yaratıcısıdır, diye vasfetmek, gü­zel ve üstün vasıflı olan eşyayı yaratmaktan berî ve münezzehtir, demek doğru değil ve haktan uzaktır. Binaenaleyh Cenab-ı Hakk´ı bununla vas-feden kimse, Mecûsi ve dinsizlerden daha şerirdir. Çünkü Mecûsi ve din­sizler, hayır olanların yaratılmasını Allah´a isnad ettiler. Şer olanlann yaratılmasım da Allah´a izafe etmeği nefyettiler. Onlar ise[440] Allah´tan hayır olanların en üstünü olan imanın yaratılmasını nefyetmediler. Bununla beraber onların içinde hayırlı olanların hepsinin iman olduğunu gören­ler de vardır. Fakat Allah´ın imanı yarattığı görüşünde değildir. Onun «Allah her şerrin yaratıcısıdır.» sözüne göre Allah, hayrın yaratıcısı el­bette değildir. Yüce olan Allah, bu vasıftan berî ve münezzehtir.

Sonra, mahlûkatm bümesinin yolu, naklî delil olup, aklın ondan na­sibi olmamasından veyahut mahlûkatm bilinmesinde yolun aklî delil ol­masından hali kalmaz. Mahlûkatm bilinmesi, aklın dahli olmaksızın naklî delil ile elde edilirse, buna göre mutlak olarak ifade edilmek suretiyle Al-îah-u Teâlâ´nın «îşte bu sıfatlara sahip olan Rabb´in Allah´tır. Ondan başka hiç bir ilâh yoktur. Herşeyi yaratan odur...»[441] kavl-i celîli ile imanın mahlûk olduğunu söylemek vacip olur. Çünkü iman, Allah´ın gayri olan bir şeydir. Allah´ın O´nu yarattığını söylemek vacip olur. Yahut amellerden olan şeyle yarattığını söylemek vacip olur. Yüce olan Allah, «Halbuki si­zi de, yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır.»[442] buyurmuştur. Siz maaâ-smı ifade eden zamirin fiili kastedilmesi iki zamirin gayri olan azalar­dan, «Sizi : Yaptıklarınızı» manâsını ifade eden zamirlerin yaratılması fiilini kasdetmek daha doğrudur. Cenab-ı Hak, «ey müşrikler), sözü-nlisü ister gizli tutun, ister açığa vurun; (bu ikisi müsavidir) Çünkü O, (Allah) bütün kalblerin hükmünü bilir; bilmez mi O, (bütün varlıkları) yaratan (Şüphesiz gizliyi de bilir, aşikârı da) O lâtiftir; herşeyden ha­berdardır.»[443] buyuruyor. Binaenaleyh, O, evvelki ile şey olmanın tümüne dahildir, ikincisinde de amellerin cümlesine dahildir, . Gizli tutulan ve açığa vurulanlara da dahildir. Bununla beraber bazan da yaratmasına ismi ile işaret bulunmayan hususlardan göklerde ve yerde bulunanlarda bizim beyan ettiğimiz hususlar, ona da dahil olmuş olur. Bu hususu Ce­nab-ı Allah, «O, Allah´tır ki, göklerle yeri ve aralarında olanları Altı gün­de yarattı.»[444] kavl-i celîli beyan ediyor. Aralarında olanlardan biri olan iman da onun gibidir. Tevfik Allah´tandır.

Veyahut bilinmesinin yolu nakli delü olan mahlûkatm bilinmesinde aklın sahibi ve dahli olmasıdır. Böylece sanat ve yaratma eserlerinden diğer yaratıklarda bulunanların hepsinin imanda bulunan gibi olduğunu bilir. Binaenaleyh bakmak ve düşünmek yolundan onların aralarını cem-etmek vacip olur. Oysaki o, kulun hadis olduğundan dolayı, kulda son­radan meydana gelen hususlardandır. O yok iken sonradan var olması ile eşyanın yaratıldığını bilir.

Gerçekten biz, inkâr eden kimseye tasdikten, yahut ikrardan, yahut amellerin hepsinden, yahut da ikrar ve marifetten, yahut bunların ben­zerlerinden olmak üzere imanın hakikatından sorarız. Böylece onlardan her bir nev´e mukabil olan bir şeyi itiraf etmesi gerekir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bu hususta Resûl-i Ekrem Sallallahualeyhivesellemden bir hadis ri­vayet edilmiştir; buyuruyor ki : «Hakikaten Cenab-ı Allah, imanı ya­rattı; O´nu haya ve cömertlikle süsledi.»[445] Nebiyy-i Muhteremin (s.a.v.) «Gerçekten Allah, yüz rahmet yaratmıştır.» buyurduğu da rivayet edilir. İmana, rahmet denildiği bilinir. Binaenaleyh, Allah-u Teâlâ´nın yaratmış olduğu şeyde kendisine zıt olup reddeden ve kendisine uyan veyahut uy­mayan bir benzerinin olması vacip olur. Zıttı ve benzeri olanı da mahlûk­tur. Sonra o, kendisine sülük edilen bir yol, kendisi ile cezalanan bir din, seçilen bir. mezhep, ve itikat edilen bir dindir. Bunların hepsi de mah­lûktur. Sonra yüce olan Allah, onun mislini bazen ağaçla, bazan görmek ve işitmekle, bazan hayat ile bazan temiz ve pâk olan yerle ve bazan da nûr saçan bir kandille verdi. Bunların hepsi de mahlûktur. İman da bunun gibidir. Sonra küfrün Örneğini de zikrettiğimiz şeylerin zıtları ile verdi ki, yaratılma ve hadis olmada hepsi bir arada toplu olarak görülürler. İman ve küfrün ikisi de bunun gibidir. Tevfik Allah´tandır.

Sonra iman sahibi için güzeldir, hayırdır ve hidayettir. Vasfı bu olan her şey mahlûktur. Yüce olan Allah şöyle buyuruyor : «... Fakat Allah size imanı sevdirdi ve onu kalblerinizde güzelleştirdi...»[446] «... Henüz iman kalblerinize girmemiştir.»[447] «Ey şanlı Resul, kalbleriyle inanmadıkları halde ağızları ile «inandık» diyenlerle (münafıklarla) yahudilerden kü­für içinde koşanlar seni üzmesin.»[448] Bu âyetlerin hepsi imanın fcalbde olduğnna delâlet etmektedir. O, O´nun fiilidir. Mahlûk olmayanın kalbde olması mümkün değildir. Sonra Cenab-t Allah, bunun hakkında kendi nefisleri için iddiada bulunan kavmin yalancı olduklarını açık seçik ola­rak beyan buyurmuştur. Eğer onların fiilleri olmamış olsaydı Allah on­ları elbetteki yalanlamazdı. Çünkü O, mevcuttur. Ancak o fiil, bakımın­dan yok olur. Tevfik Allah´tandır. [449]


Mes´ele (Îmanda İstisnayı Terketmek)



Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bizim katımızda asıl olan şudur ki; iman, kesin olarak´ifade edilir, ve mutlak olarak onunla isim verilir. Kendisinde istisna terkedilir. Çünkü kendi varlığında toplanan husus­lardan olan onun katında imanın tamamlanmasıdır ki, kendisinden istis­na edildiği zaman manâ sahih ve doğru olmaz. Onun, umumdaki emri buna göredir. Tıpkı şöyle demesi gibi : «Allah´tan başka ilâh olmadığına inşaallah şahadet ederim.» Yahut «Allah´tan başka ilâh olmadığına şaha­det ederim, inşaallah.» Veyahut «Muhammed´in Allah´ın Resulü olduğuna şahadet ederim inşaallah.» Melekler, peygamberler, kitaplar ve öldükten sonra tekrar dirilmeğe ait olan şahadetteki istisnada böyledir. İsmet an­cak Allah´tandır.

Yine istisna edatı, söze katıldığı zaman konuşulan şeyin geçerli ol­masını[450] engeller. Ne var ki onun ikrardan, ahş-veriş akitlerinden ve va-adlerden ve daha başka benzerlerinden olan hariç olur. İmanın işi de bu­na göredir. Allah-u Teâlâ´nın şu âyet-i celüeleri de böylecedir : «Hiç bir şey hakkında da : Ben, bunu, muhakkak yarın yaparım söyleme, ancak sözünü, Allah´ın dilemesine bağlayarak (Allah dilerse yapacağım) söy­le. (İnşaallah demeyi) unuttuğun zaman Allah´ı an...»[451] «Musa : «— în-şaallah beni sabırlı bulacaksın ve senin hiç bir işine karşı gelmiyeceğim dedi.»[452] İstisnadan sonra gelen söz, İstisna edatına yakın olduğu vakitte, ondan sonraki vasıf önce geçen söze katılmaz. Tevfik Allah´tandır.

Mahlûkatta zahir olan örf ve âdete göre gerçekten insanlar istisnayı ihata ve ilim yerinde kullanmazlar. Onu işiten kimse sözü çok büyütür. Tıpkı görülen ve hissedilen bir şeye işaret edilip istisna edildiği gibi. istis­nayı insanlar sek ve zan ifade eden yerde kullanırlar. Allah-u Teâiâ ve Tekaddes Hazretleri «Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah´a ve Pey-ganıberi´ne iman etmişlerdir; sonra (imanlarında) şüpheye düşmemiş­ler ve Allah yolunda malları ile canları ile savaşmışlardır...»[453] kavl-i ce-lîli ile bu hususlardan kaçınılmasını emretmiştir. Yahut münafıkların şek ve şüphe ile vasfetmeleri ile korkutmuştur. İstisna, her «Ben zannede­rim ki», «Kendisi hakkında şek ve şüphe ederim», veyahut «sanırım» gi­bi ifade edilmesi caiz olmayan hususların hepsinde kullanılması caiz de­ğildir. Tevfik Allah´tandır.

Sonra gerçekten Allah Azze ve Celle Allah´a, Resulüne, Ahıret gü­nüne iman eden kimselerin imanlarını deliller getirerek açıkladı. Binâe­naleyh Cenab-ı Hak, «Peygamber (Aleyhisselâm) ve müminler, Habbe­sinden kendisine indirilen Kur´ân´a iman ettiler.»[454] buyurmuştur. Vacib Teâlâ, «Ey müminler, yahudi ve hristiyanlarm sizi kendi dinlerine davet­lerine karşı şöyle deyin : «— Biz Allah´a ve bize indirilen Kur´ân´a. îb-rahim ve İsmail ve Ishak ve Yakub ve torunlarına indirilenlere, Musa´ya, tsa´ya verilenlere (Kitaplara) ve bütün peygamberlere Rabb´i tarafından verilen kitaplara iman ettik. Onların hiç birini diğerinden ayırt etmeyiz. Biz ancak Allah´a boyun eğen müslümanlarız.»[455] kavl-i celîli ile onu ke­sinlik ifade eden sözle methetti. Sonra Allah-u Teâlâ, ibadetlerden bir çoğunda iman ismi ile hitap buyurdu. Helâl ve haramlardan çoğunda da iman ile hitap buyurmuştur. Sonra hiç bir kimse yoktur ki, iman ismi ile helâl kılınmış olan şeyde veyahut kendisi ile emrolunan şeyde onun ger­çekte helâl olan veyahut da emrolunanııı ismi olmadığını ve ondan murad edilen hususun gayrine yöneltildiğini zannederek o şeyin dışına çıkmış olsun. İsim vermekte de böyledir.

Sonra bu mevzuda asıl olan şudur ki, iman, in´âm ismi ile Allah´a nis-bet edilen hususlardandır. Tıpkı Allah-u Teâlâ´nın «Kendilerine, (fazlın­dan ve ihsanından) nimet verdiği kimselerin (peygamberelrle velilerin) yoluna.»[456] kavl-i celîli gibi.

îman Cenab-ı Allah´ın «... Bilakis sizi imana muvaffak ettiği içjn size Allah minnet eder...»[457]kavl-i celîli ile, İman Allah ihsan, imtihan ile de isnad ettiler. Kalblerde süslemek, kalblere sevdirmekle de insan edilir. Cenab-ı Hakk, «... Fakat Allah size imanı sevdirdi. O´nu kalblerinizde süsledi.-.»[458] buyurur. Allah-u Teâlâ´nın, «... Eğer Allah´ın fazl ve rahmeti üzerinize inmeseydi, elbette kendini aldatmışlardan olurdunuz.»[459] kavl-i celîline göre de fazl ve rahmetle iman Allah´a isnad edilir. İstisna eden kimse, kendisinin sadık olduğunu, Allah´ın nimetinin büyüklüğünü ve Allah´ın kendisini rahmetle ihsan ettiğini bilmiş olmaktan veyahut bun­ları bilmemekten veyahut da onun gayri üzere olduğunu bilmekten hali kalmaz". Eğer onun gayri üzere olduğunu bilirse[460] o Allah´ın rahmetinden uzaklaşmıştır. Çünkü istisna, onun bilmediğini boş olarak iddia ettiği husus hakkında, şek ve şüpheden başka kendisine fayda vermez. Eğer söylediği şeyde doğru olduğunu bilmezse, Allah´ın kendisine olan in´ânı ve ihsanını da bilmezse, yazıklar olsun ona ki, Cehennem ateşine müsta­hak olmuştur. Çünkü O, Allah´ın nimetinin büyüklüğünü bilmemiş ve ona küfretmiştir.

Eğer onu bilirse gerçekten, şek ve şüphe etmenin, işitenler katında Allah´ın nimetini örtme, nimetlerine nankörlüktür. îşte bu da yok ol­manın alâmeti ve kıtlık, bereketsizliğin sebebidir. Tevfik Allah´tandır.

Sonra bizim nezdimizde asıl olan şudur ki; gerçekten istisna zahmet ve meşakkatten kurtulup çıkmak yerinde kullanılır. Bu öyle bir yerdir ki, onun için zahmet ve meşakkatten çıkma tahakkuk etmiş olsa, kendi­sine bu çıkış hiç bir faide sağlamaz. Bilakis ona Allah´ın gazap ve azabı lâzım olur. Eğer çıkma kendisinde gerçekleşmezse, kendisinin Allah´ın nimetine nankörlük ettiği sabit olur. Çünkü o nimetin Allah´ın ihsan et­tiğini görüp ona şükretmez. Zira o onun velayetini kendisine icap etmiş ve karanlıktan aydınlığa çıkarmayı kendi nefsine isnad ve izafe etmiştir. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra Mu´tezile, hariciler ve Haşeviyye mezheplerince dinde istisna, Özellikle imanda haktır. Mu´tezile ve Haricilere göre ise, onu idrak etmeden gıkar ve onu bilmeden icabet etmekten imtina eder. Böyle olduğu za­man o ebediyyen halini bilmez. Onun hakkı cahillik ile isim almaktır. Bu­na göre de, kendisine «iyi, muttaki, teiniz, pak ve Allah´a muti» demesini kimse dinlemez. Çünkü hazır olanların çeşitlerinden birinin veyahut tüm olarak hepsinin ismidir. Bu husus bulunduğunda istisnasız kendilerine iman ismi verilmez. Haşeviyyeler de böyledir. Zira onların nezdinde iman hakkındaki söz ve Övmeyi ifade eden isimlerin hepsi[461] hakkındaki söz birdir. İstisnasız onlardan başkası ile isim vermezler. Onun lâzım olması, onların mezhebinde istisnanın olmasından değildir. Sonra yüce olan Al­lah, Kur´ân-ı Kerim´in inuhteilf yerlerinde kesin isim vererek «Ey iman edenler» diye buyurmuştur. Emir, nehiy, vaad, vaîd, terğip ve terhipten kendisi ile hitap cari olan hususlardan bir şeye müstahik olması caiz de­ğildir. Buna göre hitap da ^ varid olan Allah-u Teâlâ´nın âyetlerinin hepsi abes yerine çıkmış olur. Çünkü bütün mezheplerden hak olan, desin de­mesin bu söz kendi mezhebinde lâzım olmamasıdır. Tevfik Allah´tandır.

Eğer biri çıkar da derse ki, Cenab-ı Allah istisnayı şek ve şüphe ye­rinin gayrinde zikretmiştir. Buna göre o hususta istisna caiz olur. Sonra Allah-u Teâlâ´nın, «Andolsun ki Allah, gerçekten Peygamberine o rü­yayı hak olarak doğru gösterdi. Andolsun ki inşaallah emniyet içinde bulunan kimseler olarak başlarınızı tıraş etmiş ve kısaltmış olduğunuz halde korkmaksızm mutlaka Mescidi Harama gireceksiniz.»[462] buyurmuş­tur. Böyle diyen kimseye cevap veriliyor ki, bu husus sizin için değildir. Çünkü biz sizin mezhebinize göre şek ve şüphenin gerçekleşme hususunu beyan ettik. Sonra ihticac şek yerinden çıkma ile değildir. Siz böyle olsa­nız bile. Çünkü[463] Allah-u Teâlâ, kesin isim ile muhtelif yerlerde yakın ehli için zikretmiştir. Siz ise, istisnasız tamam olmaz dersiniz. Kuvvet an­cak Allah´tandır.

Sonra denir ki : Allah-u Teâlâ, «zan», «belki», «ümit edilir ki», «olur ki» ve «korku», kelimelerini yakın ifade eden yerde zikretmiştir. Buna gö­re siz de soru anında «zannederiz», «korkarız», ve «ümit edilir ki», «belki» ve «onun gibisi» deyiniz. Kendisi hakkında örfün tabir ettiği[464] şeyle bu vacip olmadığı zaman her ne kadar yerler hakkında itriaz etti ise de bu hususlar için yakın olarak bilme hakkında «Belki sen» diye ifade etmek caiz olur. îstisnanm işi do böyledir. Sonra Allah´a ve Peygamber aleyhis-selâm´a istisna ile beraber iman etme hususunda zikrolunan şeylerin heo-Bine itiras ediyor; binaenaleyh bunu ifade etmek mümkün olmadığı va­kitte onu vasfeden kimse kalbleriyle iman etmeyen kimseler hakkında söylemiş olur. Buna göre evvelki de böyledir. Allah´ın Resulü Saîlaliahu-aleyhivesellemden rivayet edilmiştir. Nebiyy-i Zkân, amellerin en efda-lından sorulduğunda şöyle buyurmuşlardır : «Kendisinde şek ve şüphe olmayan iman, alman ganimette hilekârlık bulunmayan cihad, ve kabul olunmuş, hac»[465]Allah-u Teâlâ da şöyle buyurmuştur : «Müminler ancak o kimselerdir kî, Allah´a ve Peygamberi´ne iman etmişlerdir; sonra (iman­larında) şüpheye düşmemişlerdir...»[466] Eğer Allah-u Teâlâ´nın, «... And­olsun ki İnşaallah emniyet içinde bulunan kimseler olarak başlarınızı tı­raş etmiş" ve kısaltmış olduğunuz halde korkmaksızm mutlaka Mescidi Harama gireceksiniz.».kavimdeki hikmet nedir denirse, cevap olarak ele­nir ki : Bizim katımızda bu -onun hakikatini Allah daha iyi bilir- bir ka/* vecih üzere mütaîea edilir : Fakat o, gayrinin sözünü nakledip bildiren bir haberdir. Cenab-ı Allah, «Andolsun ki siz, eğer ben dilersem mutlaka gi­rersiniz» dememiştir; fakat tnşaallah buyurmuştur ki onun başkasının sözü olduğu bilinsin. Sonra Allah-u Teâlâ´nın Resûlü´ne o´nu söylemesini ve vadettiği şeyi istisna etmesini bildirmiş olması muhtemeldir. Allah-u Teâlâ, muhakkak olarak şöyle buyuruyor : «Hiç bir şey hakkında da : «— Ben, bunu, muhakkak yarın, yaparım» söyleme. Ancak sözünü, Al­lah´ın dilemesine bağlıyarak (Allah dilerse yapacağım) söyle. (înşaallah demeyi) unuttuğun zaman Allah´ı an...»[467] «Andolsun ki muhakkak yaparım», «Andolsun ki muhakkak siz girersiniz» deyimlerin manâları birdir. Fakat insanlar gerçek olan ve hak olan va´di bilsinler ve Allah´ın vaadi O´na mahsus mudur veyahut değil midir belli olsun diye istisna ile emretmiştir. Tıpkı insanların kadr-u kıymetini bilmeleri için danışmayı emrettiği gibi. Veyahut Allah-u Teâlâ kendisine oraya girmeyi izafe etmiş olduğu için. Hakikaten vaad, O´na mahsus veyahut onlardan baki kalan kimseye has idi. İstisna, muhatapların bazısının yok olmasından korkul­duğu için veyahut Allah-u Teâlâ´nın «Andolsun ki, Allah, gerçekten Peygamberine o rüyayı hak olarak doğru gösterdi.»[468] kavl-i celîlinde olduğu için. Sonra o, iki veçhe yönelir :

Birincisi : Re´y ve görüşün böylece istisnaya yaklaşmış bir söz ol­ması. Bunun içindir ki, onun üzerine zikrolunmuştur. Çünkü Resûlüllah sallallahualeyhivesellem, kendisine açıklanmayan bir vakitte Mescidi Ha­rama gireceğini, müslümanlara haber vermiş idi. Bunun için o hususta istisna etti ki, O, kendisinde şüphe olan her şey hakkında hak ve gerçek­tir. Yoksa kendisinde şüphe olan her şey hakkında hak ve gerçektir. Yok­sa kendisinde şüphe olmayıp vukuu yakînen bilinen şey için değil, tıpkı bizim zikrettiğimiz gibi. Kim ki, dinini yakinen bilirse imanın haddini bi­len kmselerden sadık olanı bilir ve onu da muhakkak yerine getirirse ona Allah´ın kendisine verdiği nimet için teşekkür ederim demesi gerekir.

Bunda ohususâ hepsinin iştiraki için bir paklama yoktur; ve kendisi ile emrolunduklan, haddinin bilinmiş olan ve onunla hitap yerlerini ve ona girmeyi yakinen bildiği için, ve gerçekten AUah-u Teâlâ, onlara o is­mi verdiyse ona müstehak oldukları şey ile verdiğini bilmesi için. Bunun­la beraber Allah-u Teâlâ, halkın muamelâtından olan dinde zahir olan hükümleri ilzam etmesi ve insanlara lâzım olan hakları[469] insanların o hakları[470] yerine getirmeleri için, o hükümlerin izhar edilmesini kendile­rine lâzım kıldığı hususlardan olan hukukun çeşitlerini kendilerine lâzım kıldığı için tezkiye etmiş değildir. Kuvvet ancak Allah´tandır. [471]


Bu Nüshada Metine Kattığım Mes´ele (Îman Ve Îslâm)



İslâm gerçekten incelendiğinde iman mıdır, yahut imanın gayri mi­dir diye insanlar kelâm ettiler. îman gerçekten hayır iğler inin hepsinin ismidir diyenler, onu söyleyenlerin ihtilâflarına benzeyen bir ihtilâf şekil ile onun hakkında ihtilâf ettiler. Yoksa onların ihtilâflarının hiç bir an­lam ve manâsı yoktur. Çünkü onlar Cenab-ı Allah´ın «Kim İslâm´dan başka bir din ararsa, O istediği din, asla kendisinden kabul olunmaz...»[472]

kavl-i celîli île ihticac ettiler. Her geyi tsîâmı kabul eder yaptılar. Bina­enaleyh her hayır olan imandır; her makbul olan hayırdır. Her hayır olan da makbuldür. Hakikatte bunların ikisi bir şey olurlar; fakat onlar Kur´ân-ı Kerim´de varid olan Allah-u Zülcelâl´in «(Ganimet hevesi ile gö­rünüşte imanı kabul eden bazı) Bedeviler : «— Biz, gerçekten iman et­tik.—» dediler. (Ey Resûl´üm onlara) de ki : «— Siz kainlerinizle iman etmediniz, ancak biz (kılıç korkusundan ve islâm nimetinden faydalan­mak için) müslüman göründük.—»[473] kavl-i kerîminin islâm ile imanın ara­sını tefrik etmesiyle delil getirerek her ikisinin arasını ayırt ettiler. Bu­nun üzerine onlara İslâm´dan olan haber ile Kur´ân-ı Kerîm izin verdi de, imandan haber vermelerini izin vermedi. Cebrail Aleyhisselâm´m Resulü Ekrem Sallallahualeyhiveselleme imandan sual sorduğu hususta böyle rivayet edildi. Cebrail Aleyhisselâm´m iman hakkındaki sualine Peygam­ber Aleyhisselâtüvesellâm şöyle cevap buyurdular: «(îman) Allah´a, Allah´ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, Ahıret gününe, kade­re ve hayır, şerrin kaderden olduğuna iman etmendir.» Sonra Cebrail, İslâm´dan sordu; bunun üzerine cevap olarak Nebiyy-i Muhterem şöyle buyurdu : «(İslâm) Allah´tan başka ilâh olmadığına şahadet etmen, na­mazı dosdoğru kılman, Zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve Beyti Şerifi (Kabe´yi Muazzamayı) ziyaret edip haccetmendir.» Birincide «Eğer ben bunu yaparsam ben müminim» ve ikincide de : «Ben müslü-manım», deyince Peygamber Aleyhisselâm.. «Evet, doğru söyledin.»[474] bu­yurdu.

Der kî : Kur´ân-ı Kerim, iman iîe islâm´ın her ikisinin arasını ayırt ettiği gibi sonra Hadis-i şerif, sonra o hususta Cebrâl´i tasdik buyurması, sonra da fiili ile olan hususun ismi ile şahadet etmesi, sonra Peygamber Aleyhisselâm´m Eshabı Kiram´a «Gerçekten bu Cebrail´dir, dininizi Öğ­retmek için size geldi.» buyurup haber vermesi, iman ile islâm´ın arasını ayırt etmiştir. Gökyüzü ve´yeryüzünün en emin olanlarının iman ile is­lâm´ın arasını ayırt etmesi işini öğretmek için toplanmaları muhtemel değildir. Bu mesele için toplandıkları da doğru ve gerçektir. Öyle ise her ikisinin arasının ayırt edildiği sabit olur.

Sonra «iman, islâm´da tasdik etmekten başka bir şey değildir.» diyen­ler ihtilâf ettiler. Onlardan bu hususa muvafakat eden kimse vardır.

Fakat islâm´ı, yakınlıktan zahir olan hususa isim kılmakta ve âyet ve Hadis-i şerifin hükmünden zikrettiğim hususu delil göstererek imanı da hasseten tasdik için isim yapmakta değil, çünkü o, bedevilere zahirî ola­rak islâm ismi verilmesine izin vermiştir; iman isminin verilmesine izin vermemiştir. Çünkü onların kalblerinde hakikatte bir şey yok idi. Haber de onun gibidir. Çünkü islâm, işlerin zahirine iman da, zikrolunan husus­ların tasdikine gönderilmiştir. Bilakis onlar, islâmı, zahirî ve batınî olan­ların hepsi üzerine hamletmelerdir. Binaenaleyh onlar, delil getirdikleri hususların hepsine muhalefet ettiler. Bununla beraber onlardan her biri kendisine iman sorulduğu zaman onu hayır olanların hepsine izafe ede­rek bütün hayır olanlar imandır der. Onların sözüne göre, onlar Kur´ân´m yerini ve onun hakkındaki emin olanların tefsirinden varid olan şeyi be­yan etmekle Kur´ân´dan delil olarak ileri sürdükleri şeye muhalefet et­tiler. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Bize göre ise, iman ile islâm, her ne kadar lügat ve lafız iti­bariyle manâları birbirine muhalif iseler de, kendileri ile murad edîlen husus incelendiğinde din işinde birdir. Her ikisi, ifade ve lûgattaki ma­nâdan birbirlerine muhalif oldukları içindir k, kâfirler kendilerine müs-lüman isminin verilmesini kabul etmekten kaçınırlar. Hiçbir kâfir yoktur ki, kendisine iman ismi verilmesinden kaçınmasın. Yahut islâm´ın müslümanlarm ismi olduğu bilindiğinden dolayı kâfirler onu kabul etmekten kaçınırlar. îmandan bilinen ise böyle değildir. Bunun için­dir ki, islâm diyarı, küfür diyarı denir de, iman diyarı ve her ne kadar küfür, yalanlama ise de tekzip (yalanlama) diyarı denmez. Onunla isim verilmek de buna göredir.

Sonra dinde ne murad edildiğinin incelenmesi yönünden iman, yüce olan Allah´ın birliğini tasdik etmek için akıl ve eserlerin şahadet etme­sinin ismidir. Gerçekten O, yaratılmıştır. Efrnir, bir işte yaratma hakkın­dadır. Onun hakkında hiç bir şüphe yoktur, islâm ise, kişinin, kendisini tamamiyle Allah´a teslim etmesidir. İbadette ortak koşmamak suretiyle ibadeti sırf Allah için yapmak ve herşeyin Allah için yapılmasıdır. Ken­dilerinden kasdedilen yoldan her ikisinin bir olduğu meydana çıkar. An­cak ne var ki birincisi; Allah´a iman etmek iledir; zikrettiğimiz husus­lar da onun içindir. İkincisi ise : Zikrettiklerimizi Allah için kılmaktır. Bizim açıkladığımız hususlara Allah-u Teâlâ´nin «(Allah´a ortak koşanlar­la, Allah´ı eşsiz tanıyanların durumuna dair) Allah, şöyle bir misal ver-migtir : (Köle) Bir adam ki, onun bir takım ortakları, (efendileri) var, (her biri kendisine ayrı ayrı şeyler emrederek) çekiştirip duruyorlar.

Başka bir (köle) adanı da, hususi olarak bir efendinin (yani ortağı yok). Hiç bu ikisinin hali bir olur mu »[475] Sehadet etmektedir.

Gerçekten müslüman´ın vasfı, bir adama mahsus olan, bir efendinin olan kimse ile varid olduğu fiili, kâfirin vasfı da bir takım ortakların inalı olup, her biri kendisine ayrı ayrı emir vererek çekiştirip durdukları kimsenin vasfı ile vasfedilmiştir.

Sonra bir grup insanlar, islâm lügatte, ihlâstır; dediler. Allah-u Te-âlâ´mn gu âyet-i celîleleri buna göredir; «İbrahim (Aleyhisselâm´a) Rabb´i: «— Benim emrime teslim ol» buyurduğu zaman, o şöyle demiştir : «— Ken­dimi âlemlerin Rabbine teslim ettim.»[476] «Ey müminler, yahudi ve hristi-yanlarm, sizi kendi dinlerine davetlerine karşı şöyle deyin : «— Biz Al­lah´a ve bize indirilen Kur´ân´a, İbrahim ve İsmail ve îshak ve Yakub ve torunlarına indirilenlere Musa´ya, İsa´ya, verilenlere (kitaplara) ve bü­tün Peygamberlere Rabb´leri tarafından verilen kitaplara iman ettik. On­ların hiç birini, diğerinden ayırt etmeyiz. Biz ancak Allah´a boyun eğen müsîümanlarız.»[477] kavl-i celîli de kulun kendisini ihlâsla Allah için kılması, o hususta Allah´a hiç bir kimseyi ortak kılmaz. O, yine bizim beyan etti­ğimiz hususlara rücu eder. Bazı kimseler de diyorlar ki : İslâm, Allah´a boyun eğip teslim olmaktır. Bedevilerin «Biz nıüslüman gözüktük» de­meleri işi de buna göredir. Ancak ne var İd o, Allah´a değil, müminlere teslim olup boyun eğmektir. Tıpkı yüce olan Allah, «Her halde onların (münafıklarla yahudilerin) yüreklerinde sizden olan korku, Allah´ınkin-den daha ziyadedir. Bu, onların anlayışsız bir kavim olmalarındandır.»[478] buyurduğu gibi. Nitekim Cenab-ı Hak onları «... (Asker arastada çıkan) her gürültüyü (.korkularından) kendi aleyhlerinde sanırlar. Onlar düş­mandırlar. Onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın...»[479] kavl-i celîli ve bunlardan başka Allah Resûlü´nün sahabilerinden müna­fıkların korkularını izhar ettiği hususlarla vasfetmiştir. Bunun içindir ki, münafıklar kalben inkâr ettikleri halde, Allah´a ve Resûlü´ne iman ettiklerini izhar ederlerdi. îslâm ise, yüce olan Allah´a boyun eğmek ve cevher ve hilkat itibariyle bulundukları hal üzere ihtiyarî olarak Allah a teslim olmaktır. îman da bu hususa tevcih edilmediğinden dolayı kendilerinden her ne kadar kendileri katında izhar etmişlerdi iseler de ken­dilerinden nefyedilmiştir. Çünkü onun hakkı ve yeri kalbdir. Dil ise an­cak onu ifade edendir. Bunun içindir ki, imanları hususunda haberlerinde münafıkların yalancı olduklarını açığa vurmuştur Allah. Çünkü imanın hakikati kalbde olur. Onların kalblerinde ise, imandan bir eser yok idi. Onlara gayrini değil, onu söylemek sabit olur. Kuvvet ancak Allah´tan­dır.

Sonra islâmm ve imanın,hakikati bizim anlattığımız hususlar olduğu vakit onlardan birinin hakikatte bulunup diğerinin hakikatte bulunmaması fasittir. Bunun iğindir ki, her ikisinin bir olduğu söylenir. Mutlak olarak ifade edilen ibare, isimden ise de elde etmekte bir olduğu söylenir. Bazan da «insan», «âdemoğlu», «adam» ve «falan» gibi birbirine muhalif olduk­ları gibi. îslânun manâsı, zahiri olarak iman ile muhtelif olduğu görülür. Fakat tahkik ve tetkik edildiğinde birisinin bulunması ile, diğerinin bu­lunması bakımından birdir. Ancak dille islâm hakkındaki vasfettiğim yö­nü müstesna. Allah-u a´lem.

Sonra asıl olan şudur ki; kişi imanın şartlarının hepsini yerine geti­rir, sonra müslüman olmaması yahut islâmm bütün şartlarını yerine ge­tirip de mümin olması aklen çok uzaktır. Binaenaleyh hakikatte her iki­sinin bir olduğu sabit olur. Şu husus, bilinen bir gerçektir ki : Onlardan birisi ile kendisine isim verilmesi mümkün olan kimseye, diğeri ile de isim verilmesi mümkün olur. Hakikaten dinlerin ihtilâf ettiği şey ancak itikat­tır. Ondan gayri fuller değildir. Var olmakla da her bilinen isim müstahik olur. Bunun içindir ki bizim söylediğimiz husus vacip olur. Yüce olan Allah «doğrusu Allah katında makbul olan din İslâm´dır.»[480] Ve «Kim is­lâm´dan başka bir din ararsa, o istediği din, asla kendisinden kabul olun­maz ve Ahırette de o, ebedi zarar çekenlerdendir.»[481]buyurmaktadır. Öyle ise mümin kendisi i)e mümin olduğu sıfatla Allah katında makbul olan dini yerine getirmekten veyahut o dinin hepsini değil de bazısını yerine getirmekten veyahut da Allah´ın dini olan İslâmdan başkasını aramak­tan hâli kalmaz. Eğer ikincisi, yani Allah´ın dininin hepsini değil de ba­zısını yerine getirirse, (Tıpkı bugünün müslümanları gibi) o kimse onun­la dini aramamıştır. O, ancak dinin bazısını aramış ve talep etmiştir. Bu ise uzaktır. Bilakis onun gibisinin gerçekten kâfir olduğuna Allah-u Te-âlâ şehadet etmektedir.

Sonra gerçekten her kâfir olan, bg.zan, dinin bazısını yerine getirir de sonra da müslüman isminin verilmesi vacip olmuyor. Onunla zikrettiğim kimseye isim verilmiştir. Buna göre mlimin olanın dinin hepsini; yani, bü­tün icaplarını yerine getirdiği sabit olur. Eğer üçüncüsü söylerse; yani, Allah´ın katında makbul olan islâm dininin gayrini talep edip ararsa, o kimse müminlerin yerini cehennem yapmıştır ve peygamberlerin kendi­lerine iman etme hususunda getirdiklerinin hepsini iptal etmiştir. Sonra onunla müslüman olmaz. Çünkü dinlerden kendisinden kabul olunmayan şeyi yapmıştır. Binaenaleyh imanın dinde tam olarak mütalea edildiği sabit olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra Cebrail aleyhisselârmn haberinde varid olan ihtilâf, ondaki ihtilâfın lâfızda olduğu rivayet ediliyor. İbn-i Ömer radıyallahuanhdan rivayet edilmiştir; Resûlüllah Saîlallahualeyhiveseîlemin imandan ve imanın esaslarından sorulduğu ve bunun üzerine islâmdan sorulduğunda da zikrettiği hususla cevap buyurduğu; binaenaleyh bu haber, evvelki haberin tefsiri olduğu tesbit ediliyor. Evvelki haber iki yöne hamlolunur : Ya Ravi sualdeki esasları işîtmemistir veyahut da kendisinden naklettiği kimsenin rivayetinde bu hususu işitmemiştir. Böylece de rivayet edilmiş­tir. Onun olduğunu ibni Ömer´in haberi teyid ediyor. Binaenaleyh evvel­kinin miktarı kadar olmasının beklenmesi tabiidir ki, uzaktır. Onu ibni Ömer, Peygamber Aleyhisselâm ve Cebrail´den haber verdiği şeyle değil de, söylediklerinin gayri ile şehadeti iskat ettiğim teyid ediyor. Bazısının hakkı, bazısına reddedilmiştir. Onu kendi katında vaki olduğu üzere gö­rüyorlar, ve ona göre rivayet ediyorlar. Bunu Peygamber Aleyhisselâm-dan rivayet edilenlerin basısında zikredilen husus teyid ediyor. Zira Ne-biyy-i Muhterem (s.a.v.) «Bu Cebrail´dir, size dininizi öğretmek için gel­miştir.»[482] buyurmuştur. Diğer bir rivayette ise «Size dininizin emrini öğ­retmesi için...» diye varid olmuştur. Bunun üzerine haberde «Dininizin emri...» Her ne kadar diğerince bilinmiyordu ise de bu ifade var idi. Ev­velki haber de onun gibidir. İkincisi ise, onunla iktifa etmek iki yönden olur : Birincisi; gerçekten onlar, hakikatte müslüman olmayınca onun mümin olmasının yahut mümin olmadıkça müslüman olmasının caiz ol­madığını biliyorlardı. Böylece gerçekten onun zahir olması için zikret­meğe ulaşmaktan dolayı o kadarının kâfi olduğunu gördüler. îkinci yönü ise; ikincisi onun nezdinde islâm fiillerini açıklamak olur ki, bir şeye sebebinin ismini ve kendisine muttasıl olan isimle ad vermekte mecaz ola­rak onun ismiyle rivayet etmiş olur. Sonra Kur´ân´m hükümlerinin cari olduğu şey ü^ere hakikatte ve incelendiği zaman her ikisinin bir olduğu sabit olur. Yüce olan Allah «Ey müminler,. Yahudi ve Hristiya.nların. sisi kendi denlerine davetlerine karşı şöyle deyin : «— Biz Allah´a ve bize indirilen Kur´ân´a, İbrahim ve İsmail ve İshak ve Yakub ve Torunlarına indirilenlere, Musa´ya, İsa´ya verilenlere (Kitaplara) ve bütün Peygam­berlere Rabb´leri tarafından verilen kitaplara iman ettik. Onların hiç bi­rini diğerinden ayırt etmeyiz. Biz ancak Allah´a boyun eğer müslümanla-rız.—»[483] buyurarak onlara kendisi ile mümin oldukları islâm ismini lâzım kılmıştır. Yunus Sûresinde varid olan kavM celîlinde Cenab-ı Hak «Musa ´da kavmine şöyle dedi : «^ Ey Kavmim, Siz, gerçekten Allah´a iman ettiniz ise ve onun birliğine ihlâs ile teslim olmuş müslimlerseniz artık Allah´a Teveccüh edin.—»[484] kavl-i celîli de onun gibidir ki, onları iman ettikleri şeyle müslüman yapmıştır. Allah´u Azze ve Celle; «İslâm´a gir­diklerini senin başına kakıyorlar. (Eu Resulüm, onlara) ele ki : «— İslâm oluşunuzu benim başıma kakmayın. Doğrusu sizi imana hidayet buyur­duğundan, Allah; sizin başınıza kakar. Eğer (imanınızda) sadık kimse-lersenis.»[485] buyurmakla imanlarında sadık olurlarsa onu kendilerinde is­lâm kılmıştır. İşte böylece onunla müminler olurlar. Meleklerin «nihayet Lût´un memleketinde müminleri (Oradan) çıkardık (ki, kalan kâfirleri helak edelim.) Fakat bir evden başka orada müslüman da bulmadık.»[486] dediklerini Cenab-ı Allah, Kur´ân-ı Kerim´inde beyan buyurmuştur. Bi­naenaleyh Allah müslüman olanları müminler kılmıştır. Sonra böylece Cenab-ı Allah, bazan müjdelemeyi, imanı zikretmekle, bazan da islâmı zikretmek suretiyle beyan buyurmuştur. Binaenaleyh, hakikatte iman ile islâmm her ikisinin de bir olduğu sabit olmuştur. Allah´m Nebisinden (s.a.v.) «Cennet´e ancak imanlı olan kimse girer.»[487] buyurduğu rivayet edilmiştir. Ve yine Peygamber Aleyhisselâm, «Cennete ancak müslüman olan girer» diye de buyurmuştur. Sonra her müslüman´a mümin, ve her mümine de müslüman denmesi hiç bir ihtilâf ve niza vukubuimaksısın te­varüs edegelmiştir. Sonra İslâm´daki mezhep sahiplerinin hepsi, imandan çıkan kimsenin İslâm´dan da çıktığı ve böylece İslâm´dan çıkan kimse­nin de îmandan çıktığı hususunda ittifak etmişlerdir. Sonra Ahıret hak­kında bütün fırkalar arasında ehli islâm için oîan yerin ehli iman için ol­duğu ve şunlar için olan yerin, bunlar için de olduğu halikında ihtilâf yoktur. Cenab-ı Allah Mahlûkatı dünyada ve Ahurette böyle taksim et­miştir. Binaenaleyh Allah-u Teâlâ «Sizi yaratan odur; öyle iken içinizden kimi kâfir oluyor, kimi mümin...»[488] buyurmuştur. Müslüman hakkında söz söyliyen kimsenin görüşü nedir Müslüman oîan, bu ikisinin hangisi­dir Yüce olan Allah Ktyamet gününde bir takım yüzler ak ve bir takım yüzler de kara olacak...»[489] buyurmuştur. Müslüman olan kimse hakkında sözü bu elan kimsenin görüşü nedir; Müslümanm yüzünün sıfatı, kıya­met günü nasıldır Yine AJlah-u Teâlâ, «Kim amelinde ihlâs sahibi ola­rak kendini samimiyetle Allah´a teslim ederse, muhakkak ki, O, en sağ­lam kulpa yapışmıştır.»[490] Ve «Ben gerçek müslümanlardamm deyip saîih amel işleyerek Allah´a çağıran kimseden daha güzel sözlü kim var »[491] bu­yurmuştur. Eğer o, «Ben müminlerdenim» derse, O´nun hali ne olur Ce­nab-ı Allah «Her kim de mümin olarak salih ameller işlerse artık O, no bir zulümden korkar, ne çiğnenmeden»[492] buyurmuştur. Tıpkı «Kim ame­linde ihlâs sahibi olarak kendini tamamiyle Allah´a teslim ederse muhak­kak ki O, en sağlam kulpa yapışmıştır...»[493] buyurduğu gibi.

Sonra bu sözün sahibine şöyle denir : Bu ismi Dünya ve Ahıret isi hakkında hüküm olarak ikisinden birinde gerçekleştirip diğerinden men-ediyor musun, yoksa etmiyor musun Eğer birine gerçekleştirip diğerin­den menediyorsa o zaman kendisine «O nedir; iki yerden hangisine gi­der, Müslüman mıdır veyahut mümin midir » denir. Sonra dünyada iki­sinden hangisi Ahmet´tir Sonra kul ile Rabb´i aras´.nda veyahut kul ile mahîûkat arasındaki hususta hangi hak iki isimden biri bulunduğunda^ kendisi için tahakkuk eder de diğerinin bulunduğu[494] zaman tahakkuk et­mez Bunu _tahkik etmek için bir yol bulamaz. O zaman kendisine «isim, ikisinden biri ile bir iş için ad kılmmazsa, rnüsanuna, diğeri ile menolunur.» denir. Kendisine zararı gelecek husus ta böyledir. Bu takdirde evet sen iman ile islâmın arasında fark vardır, her ikisi de ayrı ayrı geyler-dir demekle hakkı örtmüş, batılı süsleyip iyi göstermiş olarak abesle iş­tigal etmiş oldun.

Sonra insanlar Peygamber Aleyhisselâm´ın zamanında, mümin, kâ­fir, münafık olmak üzere üç kısım idiler. Ne müslüman için ve ne de mümin için bunların dışında bir derece bulunuyordu. Bu hususta iman ile islâmın arasını tefrik edip ayrı ayrı şeylerdir demek, insanlardan ilk ge­çenlerin bulunduğu gey üzere muhalefet etmektir. Oysa ki, dinler ehlinin hepsi, islâm isminden kaçmışlardır. Eğer islâm onlarca bilinmemiş^ olsaydı ve onun manâsının ne olduğunu onların tabiatlarının neden kaçtıklarının bilinmemiş olsaydı onların kaçışlarının hiç bir anlamı olmazdı. Onların böyle isim verdiklerini peygamberler vasfetmişlerdir.

Mahlûkat nezdinde islâmın bilinmiş olduğu sabit olduğu zaman, kim ki, o´nu dinde zait olan bit* manâya veyahut iman üzerine zait olan manâya veyahut imandan noksan olan bir manâya sarfetmeyi kasteder­se, eğer imandan noksan olan bir manâya giderse iman olmaksızın islâm kılması vacip olur. Ve böylece islâmın hakikati ve o din ile tedeyyün et­mesi de vacip olur. Sonra Mümin olmaz[495] eğer iman üzerine zait olursa imana çağırdıkları gey kadarmca kaçanların vukubulmamış olması her ne kadar O´nun müslüman olduğunu onlar için vasfolunmuyorsa da böyle olması vacip olur. Bu husus bulunduğu vakitte sabit olur ki, gerçekten onun manâsı, diğerinin[496] üzerine zait olmaz ve onsuz da kendisinin var­lığı düşünülmez. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Allah´ın Resulü Sallellahualeyhivesellem «Kim ki dinini değiştirirse O´nu öldürün»[497] buyurmuştur. Sonra Allah-u Teâlâ, onun dinini beyan et­mek üzere «... Artık kim, azgınlığa ve sapıklığa sevkedenleri tanımayıp ta Allah´a iman ederse, O muhakkak ki, kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur...»[498] buyurmuştur. Binaenaleyh «O, müslü­man mıdır » denir. Eğer hayır müslüman değil derse, bu takdirde Al­lah´ın dinini değiştirmiş cîur. Eğer evet müslümandır derse; o, başka bir şeyle değil, iman fiili ile müslüman olur. Oysa ki bu haber dinin değiştirilmesi hakkındadır ve o, itikattan başka bir şey <>lmadığı bilinmektedir. Ve ondan muradın islâmdan ibaret olan dine rad olduğu bilinmektedir. Binaenaleyh onun haddi, hududu, miktarı bilindiği, onu tebdil edenin de bilindiği sabit olur. Eğer itikatsız olan fiiller bir olmuş olsaydı, herkesin her halinde o fiillerden her vakte yakın olarak fiiller olarak bulunduğu için dini tebdil etmiş olurdu. Kuvvet ancak Allah´tandır.

Sonra kendisine denilir ki : Bu babda islâmın tefsiri hakkında riva­yet etmiş olduğun haberde zahir olan işler zikrolunmaktadır. Ve böyle­ce münafıklar da müminlere zahir olan işlerde muvafakat etmektedirler. Onlar için şöyle denmiştir Kur´ân-ı Kerim´de : «... Ancak biz (kılıç kor­kusundan ve İslâm nimetinden faydalanmak için) müsîüman gözüktük deyin»[499] Binaenaleyh o, hakikatte islâm mıdır yahut değil midir Eğer o, hakikatte islâmdır derse Allah-u Teâlâ´mn «Doğrusu Allah katında makbul olan din, islâmdır...»[500]ve «... Bugün sizin için dininizi kemâle er-dirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak «îslâmı ih­tiyar ettim...»[501] kavl-i celîlleri zikroiunan geyi yapmıgtır. Binaenaleyh Al­lah-u Teâlâ´mn «Kim islâmdan başka bir din ararsa, o istediği din asla kendisinden kabul olunmaz ve Ahırette de o, ebedi zarar çekenlerdendir.»[502] ve «Kendilerine apaçık deliller gelmiş ve Pyegamber´in hak olduğuna şe-hadet getirmişlerken (bu) imanlarından sonra dinlerinden çıkıp küfre sapan bir topluluğu Allah, nasıl hidayete ulaştırır Allah, zalimler toplu­luğunu hidayete eriştirmez»[503] kavl-i celîlleri ile vacip olur ki, o da, ken­dilerine «De ki, siz kaiblerinizle iman etmediniz. Ancak biz müslüman gö­züktük deyin»[504] kavl-i celîli mucibince Peygamber´in onlara söylemesi­dir.

Münafıklar hakkındaki o şehadetin ve o fiillerin bulunduğuna dair gelen haber de aynıdır. Öyle ise, ihlâs sahibi olan müminler, islâmdan gayri olan bir din aramış ve Allah´ın kendilerinden razı olduğu hususu terketmiş ve münafıkların yapmış oldukları ile beraber olmuş olurlar ki, bu da çok uzaktır. Bunun üzerine gerçekten islâmın boyun eğme ve tam manâsiyle teslimiyet olduğu sabit olur. Amma, İslâmın hakikati ise, zahir olanlardan zikrolunan husus değil, hakikatte dînin ta kendisidir.

Bunun delili ise, onların zikrettikleri husus olan Allah-u Teâlâ´nm Hucu-rât Sûresinin sonundaki «(Bedeviler) İslama girdiklerini senin başına kakıyorlar. (Ey Resulüm, onlara) de ki : «— İslâm oluşunuzu benim ba­şıma kakmayın. Doğrusu sizi imana hidayet buyurduğundan Allah sizin başınıza kakar; eğer imanınızda sadık kimselerseniz.»[505] kavl-i celîlidir. Eğer islâm onların meydana koydukları şey olsaydı, nasıl[506]olur da Al­lah-u Teâlâ, «Eğer (imanınızda) sadık kimseler seniz»[507] buyurmuştur. Sonra o sözle Cenab-ı Allah onları müslüman kılmıştır. Tıpkı onların izhar ettikleri şeyle değil de imana hidayet olunmuş olsalardı dedüderi gibi. Bi­naenaleyh gerçekten imanın islâm olduğu sabit olur. Yine böylece[508] Allah-u Teâlâ; «Kim islâmdan başka bir din ararsa, o istediği din, asla kendisin­den kabul olunmaz...»buyuruyor. Sonra Cenab-ı Allah, o dinin islâm olduğunu beyan buyurarak şöyle buyuruyor. Kendilerine apaçık deliller gelmiş ve peygamberin hak olduğuna gehadet getirmişlerken (bu) iman­larından sonra dînlerinden çıkıp küfre sapan bir topluluğu Allah nasıl hidayete erdirir » Bu kavl-i celîli ile Cenab-ı Allah vasfettiği imanın gayrisini din olarak kabul buyurmadığmı zikretmiştir. Sonra onların islâm dinini, iman ettikten sonra küfürle değiştirici
olduklarını beyan buyur­muştur ki; islâm ile imanın bir şey olduğunu beyan buyurmuştur. Bunun­la beraber geçen mevzularda zikredilen Allah-u Teâlâ´nm «Ey iman eden­ler, yahudi ve hristiyanlarm sizi kendi dinlerine davetlerine karşı şöyle deyin : «— Biz Allah´a ve bize indirilen Kur´ân´a, İbrahim ve İsmail ve İshak ve Yakub ve torunlarına indirilenlere, Musa´ya, İsa´ya verilenlere (kitaplara) ve bütün peygamberlere Rabb´leri tarafından verilen kitaplara iman ettik. Onların hiç birini diğerinden ayırt etmeyiz. Biz ancak Allah´a boyun eğen müslümanlarız»

Bizim katımızda asıl olan odur ki : İsimler ancak kendilerinin lehin­de, aleyhinde olarak meydana getirilen işlerle murad olundukları şey ve haklarında varid olan vaad ve vaîdler hususunda kasdolundukları şeyde sahiplerinin bilinmeleri için kılınmıştır. Sonra hiç bir kimse, isim bakı­mından kendisine zikrolunan ismin iktiza etmesi halinde, islâm dininin luüntesiplerinden olan kimse âyet-i kerimenin zikrettiği iman ve islâm isimlerinin cari olduğu husus hakkında muhayyer değildir. Binaenaleyh, iman il eislâmın hakikatlerinin bir olduğu ve uzaktan her ikisinin arasını ayırt edip, iman ile islâm ayrı ayrı şeylerdir diyen kimsenin bu hususu kendiliğinden uydurup icat etmiş olduğu sabit olur. Kuvvet ancak yüce olan Allah´tandır.

Allah´ın Selâtu Selâmı, efendimiz, seyyidimiz Muhammed Mustafa SalIellahualeyhiveseUem´a ve O´nun tertemiz, pâk âline ve ashabına ol­sun.

(İtikadda mezhebimizin imamı olan Allârne Ebu Mansur El-Matü-rîdî´niıı bu kıymetli ve nadide eserini tercüme etmeğe biz aciz kulunu mu­vaffak kılan yüce Allah´a hamd ü senalar olsun. Bizi ve bu kitabı okuyan din kardeşlerimizi aynı inanç ve itikad Üzere yaşatmasını, o minval üzere Ahıret´e irtihal edip Habibi, Edibi Muhammed Mustafa Sallellahuteâlâ-aleyhivesellemin ümmeti olarak hasretmesini ve O´nun büyük şefaatine nail kılıp Cennet nimetlerinin en büyüğü olan Cemâl-i bâkemâîini müşa­hede etmemizi jıasib kılmasını yüce Mevlâmız´dan niyaz ederiz. Amin.) - See more at: http://www.haznevi.net/icerikoku.aspx?KID=9810&BID=40#sthash.tf8h7Ejy.dpuf

 
 
Ara
İçeriğe dön | Ana menüye dön