HZ.İMAM ALİ'YÜR-RIZA R.A - SEYYİD MUHAMMED ŞERİF BUHARİ

İçeriğe git

Ana menü:

HZ.İMAM ALİ'YÜR-RIZA R.A

EHLİBEYT

Oniki imâmın sekizincisi. Muhammed Cevâd Takî’nin babasıdır. Nesebi, Ali Rızâ bin Mûsâ Kâzım bin Ca’fer-i Sâdık bin Muhammed Balar bin Ali Zeynel Âbidîn bin Hüseyin bin Ali bin Ebî Tâlib’dir (r.anhüm).

153 (m. 770) senesi Rebî-ül-âhır ayının onbirinci Perşembe günü, Medîne-i münevverede doğdu. 203 (m. 818) senesi Ramazân-ı şerîfin yirmibirinci Perşembe günü elli yaşında iken Tûs (Meşned)’de vefât etti.
Namazını halîfe Me’mûn kıldırdı. Me’mûn, İmâm-ı Ali Rızâ hazretlerini çok sever ve sayardı. Kerîmesini (kızını) nikâh edip, imâmı kendine dâmâd yaptı. Yerine halîfe olmasını emir ve ilân edip, paralara ismini yazdırdı. Fakat, imâm önce vefât etti. Bâyezîd-i Bistâmî ve Ma’rûf-i Kerhî hazretleri imâmın sohbeti ile şereflenip kemâle geldiler. Künyesi, babasının künyesi gibi Ebü’l Hasan’dır. Mûsâ Kâzım hazretleri ona kendi künyemi bağışladım buyurmuşlardır. Lakabı Rızâ’dır. Babasına dediler ki, “Halife Me’mûn ondan râzı olduğu için mi oğlun Ali’yi, Rızâ diye çağırıyorsun?” Cevâbında, “Hayır, Allahü teâlâ ve Resûlü râzı oldukları içindir” buyurdu. Ona uyanlar ve muhalifleri de ondan razıydı.
İmâm-ı Mûsâ Kâzım’in üstün talebelerinden biri şöyle anlattı: Birgün İmâm-ı Mûsâ Kâzım, (r.a.) “Magrib (Fas) tüccarlarından gelen oldu mu?” diye sordu. “Bilmiyoruz” dedik. O da “Gelmiştir” buyurdu.
Atlara binip gittik. Orada câriye satan bir Magribli vardı. Bize yedi tane câriye gösterdi, İmâm hazretleri hiçbirini kabul etmedi. Bir tane daha olduğunu, hasta olduğu için göstermediklerini öğrendik. Hz. İmâm bana, “Yarın gel. Ne kadar ücret isterse kabul edip o cariyeyi al” buyurdu. Ertesi gün mağribimin yanına vardım. “Dün isteyip de hasta olduğu için göremediğimiz cariyeyi istiyorum” dedim. Yüksek bir fiat söyleyip, “Daha aşağı olmaz” dedi. Ben de, “O fiyata kabul ettim” dedim. Bana, “Bunu kimin için alıyorsun?”
diye sorunca, “Dünkü beraber geldiğimiz zât için” dedim. Tüccar, “O kimlerdendir?” dedi. “Benî Hâşim’dendir” deyince Magribli tüccar, bu câriye hakkında şöyle anlattı: “Ben, bu cariyeyi Magrib’in en uzak beldesinden aldım. Bir kadın bana, “Bu cariyeyi kimin için aldın?” dedi. Ben de “Kendim için aldım”
diye söyleyince, O kadın, “Hayır! Bu senin olacak bir câriye değildir! Bu câriye, yer yüzünün en kıymetli zâtınındır! Bunların bir çocuğu olur. O büyüyüp yetişince, yer yüzünün en âlimi olacaktır” dedi. Daha sonra cariyeyi Mûsâ Kâzım’a (r.a.) getirdim. Bu cariyeden İmâm-ı Ali Rızâ (r.a.) dünyâya geldi.
Huzzâ kabilesinden Da’bel bin Ali ismindeki zât zamanının en meşhûr şâirlerinden ve güzel söz söyliyenlerindendi. Şâir şöyle anlattı: “Ehl-i beyte muhabbeti anlatan (Medâris-i Âyât) isimli kasîdeyi yazıp, İmâm-ı Ali Rızâ’ya (r.a.) arz ettim. Çok beğendiler ve “Benden izinsiz hiç kimseye okuma” buyurdular.
Ben “Peki” deyip ayrıldım. Halife Me’mûn, bu kasîdeyi yazdığımı duyup beni çağırdı. Hâl hatır sorduktan sonra, yeni yazdığım kasîdeyi okumamı istedi. Ben özür dileyip Hz. İmâm’ın emrini bildirdim.
Halife, Hz. İmâm’ı çağırıp, kendisinden izin alınca, ben de kasîdeyi okudum. Halife çok memnun olup bana ellibin akçe hediye etti. İmâm-ı Ali Rızâ (r.a.) da o kadar ihsanda bulundu. Ben de, dedim ki, “Efendim! Ben giymiş olduğunuz elbiselerinizden istirham’ ediyorum. Bereketlenmek için yanımda bulundururum,
öldüğüm zaman kefenim olur” dedim, ihsan edip, giymiş oldukları bir gömlek ve çok güzel bir havlu verip, “İnşâallah bunları saklarsın ve bunlarla belâlardan emin olursun” buyurdular. Bir zaman Irak’a gidiyordum. Yolda eşkıyalar yolumuzu kesip, eşyalarımızı almağa başladılar. Eşyâların alındığına değil de, Hz. İmâm’ın hediyesi olan gömlek ve havlunun da alınacağından çok korktum. Bir taraftan da
Hz. İmâm’ın “Belâlardan emin olursun” sözlerini düşünüyordum. Bu sırada eşkıyalardan birisinin, benim atıma binmiş olduğunu ve benim yazdığım kasîdeyi okuyup ağladığını gördüm. Eşkıyanın Ehl-i beyt’e olan muhabbetine hayret ettim ve dedim ki, “O kasîdeyi kim yazdı?” Eşkıya “Bu kasîdeyi yazan Hz. İmâm- ı Ali Rızâ’nın şâiri, meşhûr Da’bel bin Ali’dir. Fakat sen onu tanımazsın’’ deyince, “Da’bel bin Ali benim” dedim inanmadı. Kafilede bulunanlar tasdîk edince, eşkıya kafileden aldığı bütün malları sahiblerine iade etti. Bize de kılavuzluk edip tehlikeli yerlerden selâmetle geçmemize vesîle oldu. Hz. İmâm’ın hediyelerinin bereketiyle kafile olarak belâdan kurtulduk.”


Birgün İmâm hazretleri, bir kimseye bakıp, “Hiç kimsenin elinden kurtulamayacağı işe hazırlık yap, vasiyyetini yaz” buyurdu. Üç gün sonra o kimse vefât etti. Bir kimse şöyle anlattı: Hacca gitmeye niyet etmiştim. Evdekiler, ihram olarak Sevb-i Mülcem (Sert ve âdi dokunmuş kumaş elbise) hazırlamışlardı.
“Bunlarla ihram caiz midir, değil midir?” diye şübhe edip, ihtiyat olarak başka bir ihram aldım. Mekke-i mükerremeye varınca, İmâm-ı Ali Rızâ’ya (r.a.) bir mektûb yazdım. Ama asıl sormak istediğim, Sevb-i Mülcem ile ihramın caiz olup olmadığı suâlini yazmayı unutmuştum. Bir müddet sonra, Hz. İmâm mektubuma cevap gönderdiler. Mektubun sonunda “Sevb-i Mülcem ile ihram caizdir” yazmışlardı.
Ebû İsmâil Sindî isminde bir zât anlatıyor. Bir zaman İmâm-ı Ali Rızâ’nın (r.a.) huzuruna gittim. Arabî lisânından hiçbir şey bilmediğim için, Sind (Hindistan’ın kuzey batısında bir eyalet) lisânı ile selâm verdim. Selâmıma benim lisânım ile cevap verdiler. Yine Sind lisânı ile ba’zı suâller sordum, Sind lisânı ile gayet açık olarak cevâb verdiler. Ben “Efendim. Ben Arabî lisânını hiç bilmiyorum. Fakat öğrenmeyi çok arzu ediyorum” diye sorunca, mübârek elini dudaklarıma sürdü. O anda Arabî konuşmaya başladım.
Allahü teâlâ, Hz. İmâm hürmetine bunu bana ihsan etti.”
Mûsâ Kâzım hazretlerinin annesi Hamide hâtûn, Peygamber efendimizi rü’yasında gördü. Ona buyurdu ki: “Yakın zamanda, zamanın insanlarının en üstünü olan bir torunun olacaktır.”
Ali Rızâ’nın (r.a.) annesi anlatır; “Hâmile olduğum zaman hiçbir ağırlık duymazdım. Geceleri uykuda karnımda tesbih (Sübhânallah) ve tehlil (Lâ ilâhe illallah) sesleri işitir, korkardım. Uyandığım zaman hiç ses duymazdım. Oğlum doğduğu zaman ellerini yere koyup, bir söz söyleyen veya münâcaat eden bir kimse gibi dudaklarını oynattı.”

İmâm-ı Ali Rızâ hazretleri Nişâbûr’a gelince, yirmibinden fazla âlim ve talebe, kendisini karşıladı. Dedelerinden gelen bir hadîs-i şerîf okuması için yalvardılar.
İmâm hazretleri “Ben, babam Mûsâ Kâzım’dan, O da babası Ca’fer-i Sâdık’tan, O da babası Muhammed Bâkır’dan, O, babası Ali Zeynel Âbidîn’den, O, babası Hz. Hüseyin’den, O, babası Hz. Ali’den, O, Peygamber efendimizden, O, Cebrâil’den (a.s.), O da Allahü teâlâdan. Bu hadîs-i kudsîyi okudu: “Lâ ilâhe illallah kal’amdır. 1- Bunu okuyan, kal’ama girmiş olur. Kal’ama giren de azabımdan kurtulur.”
İmâm-ı Ahmed İbni Hanbel hazretleri bu hadîs-i şerîfin râvileri ile beraber okunduğunda bütün hastalıklara iyi geleceğini bildirmiştir.
Bir tanıdığı anlatır: Hanımım hamile idi. İmâm-ı Ali Rızâ hazretlerinin huzuruna varıp, “Duâ buyurun da bir oğlumuz olsun” dedini. Buyurdu ki: “Hanımın iki çocuğa hâmiledir.”
Huzurlarından çıkıp giderken çocukların adını Muhammed ve Ali koysam diye hatırımdan geçirdim.
Beni yoldan çağırtıp: “Çocukların birine Ali, diğerine Ümm-i Amr adını koy” buyurdu. Çocuklar doğdu biri kız diğeri de oğlandı. Adlarını dedikleri gibi koydum. Anneme Ümm-i Amr adını sorduğumda “O isim annemin adı idi” dedi.
Sâlih bir müslüman, İmâm-ı Ali Rızâ ile ilgili menkıbesini şöyle anlatır:

Peygamber efendimizi rü’yâmda gördüm. Hacıların kondukları mesçidde oturuyorlardı. Huzurlarına vardım. Selâm verdim, önlerinde hurma yaprağından örülmüş bir tabakta Seyhânî hurmaları vardı.
Bana bir avuç hurma verdi. Saydım onyedi tane idi. Kendi kendime onyedi yıl ömrüm kalmış diye ta’bir ettim.
Onbeş yirmi gün sonra İmâm-ı Ali Rızâ hazretlerinin bu mescitte konakladıklarını duydum. Hemen yanlarına koştum. Rü’yâmda gördüğüm gibi Resûlullahın oturduğu yerde oturmuştu, önlerinde de bir tabak hurma vardı. Beni yanına çağırarak bir avuç hurma verdi. Saydım tam onyedi tane idi. Biraz daha hurma istediğimde buyurdu ki: “Resûlullahtan daha fazla verilir mi?” Tüccarın biri dil tutukluğundan dolayı güçlükle konuşurdu. Kendi kendine “İmâm-ı Ali Rızâ hazretleri Peygamber efendimizin evlâtlarındandır. Huzuruna varayım da benim dilime bir ilâç tavsiye etsin” diye düşündü. O gece rü’yasında İmâm-ı Ali Rızâ hazretlerini gördü. Kendisine, “Kimyon, Sa’ter ve tuzu, su ile karıştır. İki üç kere ağzında çalkala şifâ bulursun” buyurdu. Sabahleyin uyandığında rü’yâsını hatırladı; fakat rü’yâ deyip fazla ehemmiyet vermedi. Hazret-i İmâmın huzuruna gidip, hâlini arz ettiğinde:
“Senin dilinin ilâcını rü’yâda söylemediler mi?” buyurdu. Tüccar tarif ettikleri ilâcı kullanınca konuşması hemen düzeldi.
Birisi bir mektûb yazarak ba’zı suâllerini hazret-i İmâma arz etmek istedi. Evlerinin önüne yardığında çok kimsenin orada beklediğini ve kendileri ile görüşmek istediğini gördü. Bu kalabalıkta mektubunu veremeyeceğini düşünerek, üzüldü. Tam geri döneceği sırada bir hizmetçi’ dışarı çıkarak o şahsı ismiyle çağırarak kendisine şöyle dedi: “Bu kâğıdı İmâm hazretleri gönderdi.” O şahıs kâğıdı aldı. Baktığında elindeki suâllerinin cevâbı olduğunu hayret içinde gördü.
Sâlih bir zât anlatır: “Bir gün İmâm-ı Ali Rızâ hazretleri ile bir evin duvarının dibinde duruyorduk. Biraz sohbet ettik. O sırada bir kus geldi, İmâm hazretlerinin önünde yere kondu. Ötmeğe başladı. Dertli olduğu belliydi, İmâm hazretleri bana sordu. “Biliyor musunuz bu kuş ne diyor?” Ben de dedim ki: “Ehl-i beyt (Peygamber efendimizin evlâtları) daha iyi bilirler.” Hz. İmâm, “Bu kuş şu evde bir yılan olduğunu ve yavrularını yiyeceğini söylüyor kalk eve gir ve o yılanı öldür.” İmâm hazretlerinin buyurduğu gibi eve girdim, gerçekten içeride bir yılan dolaşıyordu. Hemen bir sopa ile yılanı öldürdüm.”
İmâm-ı Ali Rızâ (r.a.) bir gün hamama gitti. Oturup yıkanırken bir asker geldi ve Hz. İmâm’a “Başıma su dök de yıkanayım” dedi. Hz. İmâm, “Peki” deyip askerin başına su dökmeye başladı. Biraz sonra İmâmı tanıyanlardan biri gelip, bu hâli görünce çok üzüldü ve askere “Ey asker! Senin, kendine hizmet ettirdiğin bu zât, Hz. Aliyyül Mürtezâ’nın ve Hz. Fâtımat-üz-Zehra’nın torunu İmâm-ı Ali Rızâ hazretleridir. Sen ne yaptığının farkında mısın?” dedi. Asker bunları duyunca, yaptığı fenalığı anlıyarak, Hz. İmâm’ın ayaklarına kapanıp, “Aman efendim, niye bana kendinizi tanıtmadınız! Niçin bana hizmet ettiniz!
Kusurumuzu affediniz!” diye özür dileyip ağladı. Hz. İmâm özrünü kabul edip, “Müslümana hizmet etmek sevab olduğu için senin isteğini kabul ettim” buyurdu.
Hüseyin bin Mûsâ şöyle anlatıyor: “Biz Hâşimoğullarından bir grup genç, İmâm-ı Ali Rızâ’nın (r.a.) yanında oturuyorduk. Biraz sonra akrabamızdan Ca’fer bin Ömer, kılık kıyafeti perişan bir vaziyette geçti.
Biz hâline acıyarak ve üzülerek bakınca, Hz. İmâm buyurdu ki. “Ey gençler! Bu zâtın haline acıyorsunuz değil mi?” Biz, “Evet efendim” dedik. “Kısa bir zaman sonra yanınızdan, kıymetli elbiseler ve etrafında hizmetçiler ile geçerse hiç şaşmayın” buyurdu. Aradan bir ay geçti. Bu zât, halife tarafından Medine
valisi olarak ta’yin edildi. Bir zaman sonra, biz gene aynı yerde otururken o zâtı gördük. Kıymetli elbiseleri ve etrafında hizmetçileri vardı. Biz, Hz. İmâmın bu durumu daha önceden haber verdiğini hatırlayıp, İmâm’ın (r.a.) kerâmeti olduğunu anladık.
Halîfe Me’mûn, İmâm-ı Ali Rızâ hazretlerini çok sever, sık sık onunla görüşürdü. Saraya gelişinde saray görevlileri onu karşılar, hürmet gösterirlerdi. Fakat bu hürmetleri mecburiyet icâbı oluyordu. Çünkü İmâm hazretlerini sevmiyorlardı. Bir araya gelerek, hazret-i İmâm’ın geldiğinde sarayın perdesini kaldırmamağa
ve onu karşılamamağa karar verdiler. Fakat hazret-i İmâm’ın her gelişinde ellerinde olmadan kalkıp karşılayıp perdeyi de kat diriyorlardı. Birgün hazret-i imâmın geldiğinde yine ayağa kalktılar, fakat perdeyi kaldırmakta biraz durakladılar. O anda bir rüzgâr peyda oldu ve perde kalktı. Çıkışında da yine
rüzgâr gelip perdeyi kaldırdı. Bunu gören saray görevlileri, “Allahü teâlânın azîz ettiği kimseyi kimse küçültemez.” diyerek eski âdetlerine devam ettiler.
Ebüssalt şöyle anlatıyor: “Bir gün Hz. İmâm’ın yanında idim. Bana buyurdu ki, “Şu gördüğün türbe Hârûn Reşîd’in türbesidir. Türbenin dört tarafından toprak alıp bana getir.” Gidip getirdim. Toprağı koklayıp, “Yakında, burada benim için kabir kazacaklar! Bir taş çıkacak. Horasan’ın bütün külünklerini getirecekler,
fakat taşı çıkaramıyacaklar” buyurdu. Sonra “Filan yerden toprak getir” buyurdu. Getirdim. “Benim kabrimi bu toprağı aldığınız yerde kazın. Kabrimi derin kazın ve lahd yapın. Allahü teâlâ kabri dilediği kadar genişletir. Sonra bir yaşlık görünür. O zaman sen, kabre bakarak sana şu söyliyeceğim sözleri söyle. Bunun üzerine bir su çıkar, kabusu ile dolar. Ufak balıklar görünür. (Bir ekmek verip) sen bu
ekmeği al. Ufak ufak doğrayıp suya at Balıklar bu ekmek parçalarının hepsini yerler. Sonra bir büyük balık çıkıp, küçük balıkları yer ve kaybolur, o zaman cesedimi suyun içine koyun. O zaman sen, sana şu söyleyeceğim sözleri söyleyince su azalır ve hiç kalmaz. Halife Me’mûn da bunu görür. Yarın ben
Me’mûn’a gideceğim, dışarı çıktığımda başım kapalı ise benimle konuşma, eğer başım açık ise konuş”
buyurdu. Ertesi günü sabah olunca elbiselerini giyip hazırlandı. Bu sırada Me’mûn’un hizmetçisi gelip kendisini, çağırdı. Kalkıp Me’mûn’un yanına çeldi. Me’mûn’un önünde meyveler vardı ve üzüm salkımından yiyordu. Hz. İmâm-ı görünce ayağa fırlayıp, imâm” a sarıldı ve O’nu alnından öptü.
Yediği üzümden Hz. İmâm’a ikrâm etti.. O özür dileyip kabul etmediyse de Halife, bir salkım üzümden birkaç tane alıp yedi ve salkımı Hz. İmâm’a tekrar ikrâm edip yemesini ısrarla istedi. Hz. İmâm bu ısrar karşısında üzümden bir miktar yedi. Biraz oturup sohbet ettikden sonra müsaade isteyip ayrıldı. Çıkarken,
başını örtmüş olduğundan emri icâbı kendisi ile konuşmadık. Evine gelince, kapının kilitlenmesini emredip yatağına yattı. Ben evin içinde mahzun olarak bekliyordum. Bu sırada. Hz. İmâm’a çok benziyen, güzel yüzlü ve misk kokulu bir genç içeri girdi. Ben hayretle, “Kapı kilitli idi. Sen içeriye nasıl girdin, sen kimsin?” dedim. “Ben (İmâm-ı Ali Rızâ’nın oğlu) Huccetullah Muhammed bin Ali’yim. Beni bir
saatte Medine’den buraya getiren zât içeriye aldı” dedi ve babasının yanına girerken, bana “Sen de gel” dedi. İçeri girdik. Hz. İmâm, oğlunu görünce ayağa kalktı ve oğluna sarılıp bağrına bastı ve alnından öptü. O da yüzünü babasının yüzüne koydu. Bir şeyler konuştular. Ama ben anlayamadım. Sonra Hz. İmâm’ın dudaklarının üstünde kardan beyaz bir köpük gördüm. Daha sonra kendinden geçti ve ruhunu teslim etti. Hz. İmâm’ın oğlu Muhammed bin Ali, bana “İç odadan su ve tahta getir” dedi. Ben içerde su ve tahtanın olmadığını bildiğim için, “İç odada su ve tahta yoktur” dedim. Emrini tekrar edince, hemen kalkıp gittim. Hakîkaten su ve tahta vardı. Alıp getirdim. “Yıkamak için yardım edeyim” dedim. O, “Bana yardım eden biri var” buyurdu. Kendisi yıkadıktan sonra, bana “İç odada, dolapta, keten ve hanût (güzel kokulu buhur) vardı, onu getir” buyurdu. Gittiğimde, o zamana kadar hiç görmediğim güzel bir elbise dolabı gördüm. İçinden, kefen ve hanûtu alıp getirdim, kefenleyip cenâze namazını kıldı. Sonra tabut istedi. “Bir marangoza yaptırayım” dedim, “İç odada vardır” buyurdu, içeri girdiğimde hiç rastlamadığım bir tabut gördüm. Getirdim. Hz. İmâm’ın cesedini tabuta koydu. Sonra iki rek’atlık bir namaza başladı. Namazını bitirmemişti ki evin damı yarıldı ve tabut oradan yukarı çıktı. Ben telâşla “Şimdi ne olacak?”
dedim. Bana, “Sakin ol, biraz sonra gelir” buyurdu. Evin damı yarıldı ve tabut tekrar geldi. Muhammed bin Âli, Hz. İmâm-ı tabuttan çıkarıp yatağına yatardı. Sanki yıkama, kefenleme gibi işler yapılmamıştı.
Sonra bana, “Kapıyı aç” buyurdu. O sırada, Halife Me’mûn ve hizmetçileri gelmişdi Vefât haberini alınca çok ağladılar ve üzüldüler. Halife Me’mûn “Ey efendimiz! Sana ne oldu?” diyordu, Sonra techîz ve tekfîn (yıkayıp, kefenleme) işleri yapıldı. Kabir kazılırken ben orada idim. Daha önce bana söylediklerinin hepsi
oluyordu. Kabir açılıp, su çıkınca ve küçük balıklar görülünce Halife Me’mûn “Hayatında olduğu gibi, vefâtından sonra da, kerâmetleri görülüyor” dedi. Orada bulunanlardan birisi, “Bu neye işarettir, biliyor musunuz? Ey Abbâsoğulları. Sizin mülkünüz her ne kadar çok uzun müddet ise de bu küçük balıklar gibidir. Bir zaman gelir. Allahü teâlâ sizden sizin üzerinize bir kimse musallat eder ve sizi yok eder.” dedi.
Halife Me’mûn “Doğru söylüyorsun” dedi. Defin işi tamamlandıktan sonra, Halife Me’mûn bana, “Kabirde söylediklerini tekrar anlat” dedi. Ben de unuttuğumu söyledim. Hakîkaten unutmuştum. Halife de, bildiğim halde söylemek istemediğimi zannederek beni hapsetti. Hapiste bir yıl kaldım. Artık iyice sıkılmıştım,
“Yâ Rabbi! Resûlullah (s.a.v.) efendimiz ve temiz akrabası hürmetine beni buradan kurtar!” diye duâ ettim. Hemen o anda İmâm-ı Ali Rızâ hazretlerini gördüm. İçeri girdi. “Ey Ebüssalt! Gönlün mü daraldı?” buyurdu. “Evet” dedim. Mübârek elini zincirlerin üzerine koyar koymaz, zincirlerin hepsi açıldı. Elimden tutup saraydan çıktık. Bekçilerin yanından geçip gittik. Hiçbirisi bizi göremedi. Sonra, “Allahü
teâlâ sana emniyet versin seni korusun! Bundan sonra Halife Me’mûn’u görmezsin, o da seni bulamaz” buyurdu ve kayboldu. Ondan sonra Halife Me’mûn’u hiç görmedim.”


İbrâhîm İbni Abbâs diyor ki: “İmâm-ı Ali Rızâ (r.a.) öyle büyük âlim idi ki, hangi ilimden olursa olsun, sorulan her mes’eleye çok güzel cevaplar verirdi. Halife Me’mûn, kendisine çok suâl sorar, verdiği cevaplara hayran kalırdı. Hz. İmâm, az uyur, çok namaz kılar ve çok oruç tutardı. Muhtaç olanları arayıp bulur, onlara yardımcı olurdu. Bir hasır üzerinde oturur, yatacağı zaman da o hasır üzerinde yatardı. Her işinde Allahü teâlâya karşı tam bir teslimiyet ve tevekkül üzere idi. Yüzüğünün taşında
“Hasbiyallah=Allahü teâlâ bana kâfidir” yazılı idi.

Akıllı, her insanın dostudur.
Bir Müslüman aklı, onda on hûy olmadıkça tamamlanmaz:
Ondan ancak hayır umulur. Halk onun şerrinden emindir. Başkasında gördüğü iyi şeyleri büyütür de kendi yaptığı iyi işleri küçük ve az görür. Ona biri muhtaç olursa, bundan dolayı bir kibir duymaz. Ömrünün uzun oluşu, onu devamlı bir şekilde daha fazla bilgi edinmekten alıkoymaz. Onun için, Allah için fakirlik, zenginlikten çok daha kıymetlidir. Allah için fakir düşmek, yükselmekten daha iyidir. Sabırlıdır. İstediği şeye saldırmaz. Gördüğü kimse için «Belki benden daha hayırlıdır» der. Çünkü insanlar iki kısımdır: Bir kısmı ondan daha hayırlı, bir kısmı ise ondan daha hayırsızdır, bunu bilir. «Belki onun hayrı gizlidir de benden yücedir. Benim ise hayır bildiğim şey kötüdür» diye düşünür. Kendisinden daha hayırlı bir kimse ile tanıştı mı, ona büyük saygı gösterirse kendi derecesi de artar. Hayırlı daha temiz olur. İyi bir adla anılır. Zamanın ulusu olur.
Cenâb-ı Hak mal ziyanı etmeyi (isrâfı), fazla mal istemeyi ve dedikoduyu sevmez.
Cömert olan, bir yere davet edildi mi, benim de yemeğimi yesinler diye o davete gider. Hasis kişi ise sonra benim de yemeğimi yemek isterler düşüncesiyle, daveti kabul etmez.
Çok namaz kılmak, çok oruç tutmak ibâdet değildir. İbâdet, Allah’ın yaptıklarını ve emirlerini çok düşünmektir.
Dünyada şunlar yoktur: Hasis insanın rahatı, hased edici kıskancın, dünyadan zevk ve lezzet alması, çabuk usananın vefâsı, yalancının insanlığı.
Ecel, isteğin âfetidir. İhsânda bulunmak, tedbirli insanın kazancıdır. İleri gidiş, kuvvet sahibinin felâketidir. Hasislik, şerefi alır götürür. Halkın en ulusu, iyilikte bulunanı; İyilikte bulunanın yardımına koşanı, yardım umanın ümidini gerçekleştireni, bir şeyi isteyenin isteğini yerine getireni, hayatta iken dostlarının, öldükten sonra da arkasından ağlayanların çoğalmasını isteyen ve buna göre davranan kişidir.
Her insanın baş düşmanı bilgisizliktir.
Her kim yaptıklarının muhasebesini kendi kendine yaparsa, bundan ancak kârlı çıkar. Kim bundan gaflet ederse sonunda zarar görür. Korkan ve çekingen emniyeti bulur. İbret alan görüş sahibi olur. Görmesini bilen anlar. Anlayan bilir. Bilgisiz dost, insan için sıkıntıdır. Malın en kıymetli olanı, insanın şerefini koruyan maldır. Aklın üstünü, insanın kendisini olduğu gibi bilmesi tanımasıdır. Îman sahibi kızdı mı, temkini elden bırakmaz da hiddeti aşmaz. Râzı oldu mu, bâtıla boyun eğmez. Gücü yettiği zaman da hakkından fazlasını almaz.
İnsanların hayırlıları şunlardır: İyilik ettiler mi sevinirler. Kendilerine karşı işlenen suçu bağışlarlar. Kendilerine bir şey verildi mi, şükür ederler. Bir felâkete uğradılar mı sabrederler.
İnsanlığı artan kimse herkes tarafından öğülür. Fakat o buna kıymet vermez.
Susmak, hikmet kapılarından bir kapıdır. Susmak, sevgi kazandırır. Susmak, her hayırlı işin kılavuzudur.

 
Ara
İçeriğe dön | Ana menüye dön