MUHYİDDİN ARABİ K.S - SEYYİD MUHAMMED ŞERİF BUHARİ

İçeriğe git

Ana menü:

MUHYİDDİN ARABİ K.S

ALLAH DOSTLARI

Evliyânın büyüklerinden. Sofiyye-i âliyyedendir. Adı, künyesi ve sıfatı ile birlikte Şeyh-i Ekber Ebû Bekr-i Muhammed bin Ali’dir. Ebû Bekr İbn-i Arabî ismi ile de meşhûrdur. 560 (m. 1165)’da, Endülüs’de Mürsiye kasabasında doğdu. Müctehid idi. Nakil ettiği bilgilerin hepsi birer vesîkadır. Devlet ve mevki sahiblerinden gelen hediyelerin hepsini fakirlere dağıtırdı. Beşyüzden fazla kitap yazdı. Câhiller onun büyüklüğünü anlıyamadı. Âlimler, ârifler ise, veliy-yi kâmil olduğunu anladı. 638 (m. 1240)’de Şam’da vefât etti.

Muhyiddîn-i Arabî sekiz yaşında iken, babası, ba’zı sebepler yüzünden İşbiliyye’ye gitti. Orada, başta İbn-i Beşküval olmak üzere pekçok meşhûr âlimden ilim öğrendi. Zekâsı çok keskin, hafızası pek kuvvetli olup, fesahat ve belagat sahibi idi.

Birgün Muhyiddîn-i Arabî hastalandı. Hastalığın te’sîrinden bayıldı. Öyle ki, kendisini öldü zannettiler. Muhyiddîn-i Arabî baygın hâlde iken, kendisine, çirkin kara yüzlü ba’zı kimselerin eziyet etmek, sıkıntı vermek istediklerini gördü. Ayrıca bu kara yüzlüleri kovalamaya çalışan nûrânî yüzlü, hoş kokulu bir kimse kendisine yardım ediyordu. Nihâyet bu güzel kimse, ötekileri dağıttı. Onların şerrinden kendisini kurtardı. O şahsa kim olduğunu sorduğunda; “Yasin sûresi” cevâbını aldı. Kendisine gelip gözlerini açtığında, başında bekleyen, gözleri yaşla dolmuş olan babasını gördü. Yâsîn-i şerîfi okuyordu.

Muhyiddîn-i Arabî, 598 (m. 1201) yılında Endülüs’ten doğuya gidip, bir müddet Mekke’de kaldı. Sonra Mısır, Şam, Irak, Cezîre ve Anadolu taraflarına seyahat etti. Hadîs ilmini ve diğer ilimlerden bir kısmını; İbn-i Asâkir ve Ebü’l-Ferec İbn-il-Cevzî, İbn-i Sekîne, İbn-i Ülvan, Câbir bin Ebû Eyyûb gibi büyük âlimlerden öğrendi. Gittiği yerlerde büyük âlimler ile görüşüp, onlardan ilim öğrenmek sûretiyle, fen ve din ilimlerinde çok iyi yetişti.

Tefsîr, hadîs, fıkıh, kırâat gibi pekçok ilimlerde, büyük âlim oldu. Tasavvufda, Ebû Midyen Magribî, Cemaleddîn Yûnus bin Yahyâ, Ebû Abdullah Temim, Ebü’l-Hasen ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin rûhâniyetinden feyz aldı, yüksek derecelere kavuşup, meşhûr oldu.

Gavs-ül-a’zam Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, birgün en önde gelen talebelerinden Cemâleddîn Yûnus bin Yahyâ’yı yanına çağırdı. Ona buyurdu ki: “Benden sonra, benim künyem olan Muhyiddîn isminde, Allahü teâlânın çok sevdiği evliyâsından bir kimse gelecektir. Bu hırkamı ona teslim edersin.” Yûnus bin Yahyâ, uzun yıllar sonra talebesi olan Muhyiddîn-i Arabî’ye hocasının vasıyyeti olan o hırkayı teslim etti. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, zamanında, ilminden ve feyzinden istifâde etmek için kendisine müracaat edilen bellibaşlı büyük âlimlerden oldu. Bir aralık Konya’ya gelip, Selçuklu Sultânı tarafından çok ikram ve hürmet gördü. Sultanlardan kendisine birçok tahsisat ta’yin olunduğu ve hediyeler gönderildiği hâlde, hepsini fakirlere sadaka olarak dağıtırdı. Sofiyye-i âliyyeden ve kelâm âlimlerinden olan Sadreddîn-i Konevî’nin hocası ve üvey babası oldu.

Hocasının üstadı olan Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin hırkasını, üvey oğlu ve talebesi olan Sadreddîn-i Konevî’ye giydirdi.

Muhyiddîn-i Arabî, öğretmekte ve tasavvufda ilerletmekte çok kabiliyet sahibiydi. Vehhâbîlerin türeyeceğini ve yollarının bozuk olacağını tâ o zamanda kerâmet olarak haber verdiği için, Vehhâbîler Muhyiddîn-i Arabî’yi sevmez ve hakkında çirkin sözler sarf ederler. Büyük âlimler, Muhyiddîn-i Arabî’nin hâl, makam ve ilim bakımından pek yüksek olduğunu bildirmişlerdir. Evliyânın büyüklerinden Ebû Midyen Magribî ona; “Âriflerin Sultânı” demişdir. Şeyh Safiyyüddîn bin Ebû Mensûr onun hakkında; “O, şeyhdir, imamdır. Hem de tam kâmil ve hakîkati bulanlardandır. Onu üstün irfan sahiplerinin başında saymak lâzımdır, öyle açık gönül âlemi vardı ki, özüne erip, bulduğu herşeyi oradan geçirir ve bulurdu. Keşf âlemi açık ve aydınlıktı. Kavuştuğu hâllere gelince, ancak “Hârika” diye vasıflandırmak mümkündür. En tatlı feyizler onun gönlüne akardı. Hak âlemine yaklaştıran merdivenlerin en üst basamağında onun da yeri vardı. Bilhassa velâyet ahkâmına dâir tasavvuf deryasında pek uzun kulaçlar atardı. O ummanın da sür’atli bir yüzücüsü idi. Ve nihâyet o, bu yolda vaz geçilmez bir zât idi. Böyle kabûl edip, onun şânını bu şekilde yüceltmek ona lâyıktır” derdi.

Talebelerinden Sadreddîn-i Konevî şöyle anlatmıştır: “Hocam İbn-i Arabî, geçmiş peygamberlerin ve velîlerin rûhlarından istediği ile rü’yâsında veya uyanık iken görüşürdü.”

Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Hızır aleyhisselâm ile karşılaşmasını şöyle anlatır: “Hocalarımdan Ebü’l-Abbâs hazretleri bir zâtı anlatıyordu. Ben, hocamın bu zât hakkında beslediği hüsn-i zanna hayret ettim. O kimsenin ba’zı uygun olmayan hareketlerinin olduğunu söyledim. O gün evime giderken, yolda bir kimse ile karşılaştım. O zâtın yüzü nûr ile dolu olup, ayın ondördü gibi parlıyordu. Bana selâm verdikten sonra; “Ey Muhyiddîn! Üstadın Ebü’l-Abbâs’ın o zât hakkındaki sözleri doğrudur. Onu tasdik et” buyurdu. Ben hayret etmiştim. Geriye dönüp hocama durumu anlattım. Bana; “Sana söylediğim sözün doğru olduğunu isbât etmek için Hızır aleyhisselâmdan yardım istedim” buyurdu. Bunun üzerine hocama i’tirâz şeklinde hiçbir sözde bulunmayacağıma söz verdim ve tövbe ettim.”

“Yine birgün Tunus limanında idim. Vakit gece idi. Kıyıya yanaşmış gemilerden birisinin güvertesine çıktım. Etrâfı seyretmeye başladım. Denizin üzerinde ay doğmuş, fevkalâde güzel bir manzara teşkil ediyordu. Bu manzarayı, cenâb-ı Hakkın herşeyi ne kadar güzel ve yerli yerinde yarattığını tefekkür ederken dalmıştım. Birden ürperdim. Uzaktan, uzun boylu, beyaz sakallı bir kimsenin suyun üzerinde yürüyerek geldiğini gördüm. Nihâyet yanıma geldi. Selâm verip ba’zı şeyler söyledi. Bu arada ayaklarına dikkatle baktım, ıslak değildi. Konuşmamız bittikten sonra, uzakta bir tepe üzerindeki Menare şehrine doğru yürüdü. Her adımında uzun bir mesafe katediyordu. Hem yürüyor, hem de Allahü teâlânın ismini zikrediyordu. O kadar güzel, kalbe işleyen bir zikri vardı ki, kendimden geçmiştim. Ertesi gün şehirde bir kimse yanıma yaklaşarak selâm verdi ve; “Gece gemide Hızır aleyhisselâm ile neler konuştunuz? O neler sordu, sen ne cevap verdin?” dedi. Böylece gece gemiye gelenin Hızır aleyhisselâm olduğunu anladım. Daha sonraları Hızır aleyhisselâm ile zaman zaman görüşüp sohbet ettik, ondan edeb öğrendim.

“Bir defasında uzak memleketlere seyahate çıkmıştım. Gemimiz bir şehirde mola verdi. Vakit öğle üzeriydi. Namaz kılmak için harâb olmuş bir mescide gittim. Oraya gayr-i müslim bir kimse de gelmiş etrâfı seyrediyordu. Onunla biraz konuştuk. Peygamberlerden (aleyhimüsselâm) meydana gelen mu’cizelerle, evliyâdan hâsıl olan kerâmetlere inanmıyordu. Biz konuşurken, mescide birkaç seyyah geldi. Namaza durdular, içlerinden biri, yerdeki seccadeyi alıp, havaya doğru kaldırıp yere paralel durdurdu. Sonra üzerine çıkıp namazını  kıldı. Dikkatlice baktığımda, onun Hızır aleyhisselâm olduğunu anladım. Namazdan sonra bana dönerek; “Bunu, şu münkir kimse için yaptım” dedi. Mu’cize ve kerâmete inanmıyan o gayr-i müslim, bu sözleri işitince insaf edip müslüman oldu.”

Muhyiddîn-i Arabî, birgün Ebü’l-Abbâs hazretlerine yazdığı mektûbunda; “Bana duâ ve teveccüh etmenizi istirhâm ediyorum. O halde geleyim ki, kalbinizden geçirdiğiniz bir suâlin cevâbını verebileyim” diye yazdı. Bir zaman sonra Ebü’l-Abbâs’dan mektûbun cevabı geldi. Yazıyordu ki: “Evvelki gece, ma’nâ âleminde bir dâire şeklinde toplanan velîleri gördüm. Onların da ortalarında iki zât var idi. Bunlardan birisi Ebü’l-Hasen bin Sibân idi. Diğeri de Endülüslü idi. O sırada kalbime hafiften bir nidâ geldi. Bir âyet-i kerîme okundu. Bunun üzerine ikisi birden secdeye kapandılar. Yine hafiften; “Secdeden hangisi önce kalkarsa, o “Kutb” ve “Gavs” dır” denildi. Merakla bekliyorduk, önce Endülüslü başını kaldırdı. Endülüslüye dilimi oynatmadan ya’nî kalbimden bir suâl sordum. Bana dönerek bir defa üfürdü. Onun bu nefesinde sorduğum sorunun cevâbı var idi. Onun bu cevâbına, hem ben, hem de oradaki bütün velîler hayran kaldılar. Endülüslünün yüzüne dikkatle baktım, sen idin.”

Zenginlerden biri, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine kıymetli bir ev bağışlamıştı, İbn-i Arabî hazretleri bu evde oturuyordu. Birgün bir fakir gelip dedi ki: “Allah rızâsı için bana birşey ver.” Muhyiddîn-i Arabî hazretleri de buyurdu ki “Bu evden başka birşeyim yoktur. Al onu sana vereyim. Senin olsun.” Böyle söyleyip, evi o fakire verip orayı terketti.

Birgün sohbetine inkarcı bir felsefeci gelmişti. Bu felsefeci Peygamberlerin mu’cizelerini inkâr ediyor, filozof olduğu için herşeyi felsefe ile çözmeye kalkışıyordu. Soğuk bir kış günüydü. Ortada, içinde ateş bulunan büyük bir mangal vardı. Filozof dedi ki: “Avamdan insanlar, Hazreti İbrâhim’in (aleyhisselâm) ateşe atıldığı ve yanmadığı kanâatindedirler. Bu nasıl olur? Zîrâ ateş herşeyi yakar kavurur. Çünkü yakma özelliği vardır.” Devam edip bir takım sözler söyleyince Muhyiddîn-i Arabî hazretleri; “Allahü teâlâ, Enbiyâ sûresinin 69. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Biz de: Ey ateş İbrâhim’e karşı serin ve selâmet ol, dedik” buyurmaktadır.” dedi. Ortada bulunan mangalı alıp, içindeki ateşi filozofun eteğine döktü ve eliyle ateşi iyice karıştırdı. Bu hâli gören filozof donup kalmıştı. Ateşin, elbisesini ve Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin elini yakmadığını ve tekrar mangala doldurduğunu görünce iyice şaşırmıştı. Ateşi tekrar mangala doldurup, filozofa; “Yaklaş ve ellerini ateşe sok” deyince, filozof ellerini uzatır uzatmaz, ateşin te’sîrinden hemen geri çekti. Muhyiddîn-i Arabî bunun üzerine; “Ateşin yakıp yakmaması, Allahü teâlânın dilemesiyledir” buyurdu. Filozof onun bu kerâmetini görünce, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.

Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, İmâm-ı Gazâlî’ye muhabbet ve bağlılığından, Şam’da Gazâliye Medresesi’nde çok oturur, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin eserlerini okurdu. Birgün müderris derse gelmedi. Muhyıddîn-ı Arabî orada idi. Fakîhler kendisine; “Efendim, bugün bize dersi siz veriniz deyip ısrar ettiler. O da; “Ben Mâlikî mezhebindenim. Madem ki çok ısrar ediyorsunuz akşamki dersinizi söyleyiniz” buyurdu. İmâm-ı Gazâlînin fıkha dâir (Vesît) kitabından bir yer gösterdiler. Muhyiddîn-i Arabî onlara ders verdi. Uzun uzun îzâh ve açıklamalar yaptı. Öyle ki, onlar, “Biz böyle bir üstâd görmedik” dediler.

Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, “Fütûhât-i Mekkiyye” isimli kitabını Mekke’de yazdı, sonra Irak’a geldi. Bu kitabı kendisinden istediler. “Yazdığım nüsha Mekke’dedir” dedi. “Yanınızda olmasını ve onu okumayı çok isterdik!” dediler. Bunun üzerine, bu büyük kitabı ezberden onlara söyledi, yazdılar. Mekke’deki nüsha gelince, karşılaştırdılar, aralarında hiç fark yok idi.

Horasan’da Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine çok dil uzatan, ona ve onu sevenlere eziyet eden bir adam vardı. Çok eziyet görenler, Muhyiddin-i Arabî’ye bunu şikâyet edip, sabra tahammülümüz kalmadı, cezasını veriniz dediler. O da; “Bana şöyle şöyle bir bıçak getirin” buyurdu. Bir kâğıdı insan şeklinde yapıp, bıçakla kesti ye; “Ey cemâat, şu anda, Horasan’daki o inatçı adamı boğazladım. Evindeki duvarın çatısındaki köprü şeklindeki kalası kaldırdım ve bıçağı onun altına koydum. Onu yirmi kişiden az insan kaldıramaz. Bıçağın üzerine, onun kanı ile, bunu Muhyiddîn-i Arabî boğazladı diye yazdım” buyurdu. Şikâyet edenlerden biri Horasan’a gitti. O evi buldu. Filân kimse, falan günde, falan saatte onu kesti dediler. Hâdise, hocalarının buyurduğu şekildeydi. Onlara vâkı’ayı anlattı. Birçokları töhmetten kurtuldu. Bildirilen kalası kaldırdılar. Bıçağı ve yazıyı, Muhyiddîn-i Arabî’nin buyurduğu hâlde buldular.

Bir kimse, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin büyüklüğüne inanmaz, ona buğz ederdi. Her namazının sonunda da ona on defa la’net etmeyi kendisine büyük bir vazîfe kabûl ederdi. Aradan aylar geçti, adam öldü. Cenâzesinde Muhyiddîn-i Arabî de bulundu. Cenâzenin affedilmesi için cenâb-ı Hakka yalvardı. Definden sonra arkadaşlarından biri, Muhyiddîn-i Arabî’yi evine da’vet etti. O evde bir müddet murâkabe hâlinde bekledi. Bu arada yemekler gelmiş, soğumuştu. Ancak saatler sonra murâkabeden gülümseyerek ayrıldı ve yemeğin başına gelip buyurdu ki: “Bana hergün namazlarının sonunda on defa la’net okuyan bu kimse, af ve mağfiret edilinceye kadar Allahü teâlâya hiçbir şey yememek ve içmemek üzere ahdetmiştim. Onun için bu hâlde bekledim. Yetmişbin Kelime-i tevhîd okuyarak rûhuna bağışladım. Elhamdülillah, Rabbim dileğimi kabûl buyurdu. Artık yemek yiyebilirim.”

Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî Mısır’a giderken, yolda şâhid olduğu bir hâdiseyi şöyle anlatır: “Yolda, otlar arasında hayâtının otuz yılını geçiren bir kimseyle karşılaştım. Bu zâtın hâllerini çok beğendim. Yanında kaldığım üç gün zarfında hep ibâdetle meşgûl oldu. Yalnız o, günde bir defa deniz kenarına gidip üç balık tutardı. Bunlardan birini yer, birini misâfirine ikrâm eder, birini de yeniden suya bırakırdı. Ayrılacağım zaman vedâlaştık, sonra nereye gideceğimi sordu. Mısır’a gideceğimi söyleyince; “Benim üstadım da Mısır’dadır. Acaba oraya varınca hocama, benim hürmet ve selâmlarımı söyler misin? Bana nasihat buyurmasını istirhâm ediyorum” dedi. Ben de; “Peki” dedim. Fakat hayret ettim. Çünkü hocam diye bahsettiği o kimseyi tanıyordum. Dünyâya meyl etmiş zengin bir kimse idi. Nihâyet onu, Mısır’da sarayda buldum. Görünüşte büyük debdebe içinde bir hayâtı vardı. Talebesinin selâm ve hürmetini söyledikten sonra, nasihat istediğini de bildirdim.” Dedi ki: “Ona söyleyiniz, gönlünden dünyâ muhabbetini silsin.” Bu kimsenin yaşadığı hayat ile söylediği söze hayretim daha çok arttı. Dönüşümde, o talebeye hocasının sözlerini aktarınca derinden bir ah çekti ve; “Ben burada otuz senedir cenâb-ı Hakka ibâdet yapıyorsam da, hakîkatta gönlümde hâlâ dünyâ sevgisi vardır. Üstadım dünyâ ni’metleri ve zînetleri içinde yaşıyorsa da, kalbinde zerre kadar dünyâ muhabbeti yoktur, İşte aramızdaki fark budur” dedi.”

Şeyh-i Ekber anlatır. “Mısır’da âlimlerin ve velîlerin da’vet edildiği bir ziyâfete gittik, yemekten sonra duâ yapıldı. O sırada güveç yemeğinin yapıldığı çömlek, durduğu yerde parçalandı. Âlimlerden birisi; “Ey âlimler ve ma’rifet sahipleri, bu çömleğin kırılmasındaki hikmet nedir?” dedi. Ba’zıları; “Bu çömlek, hâl lisânı ile; “Allahü teâlânın sevdiği kullar benden yemek yedi. Bu şeref bana kâfidir. Eğer kırılmasam, bundan sonra benimle yine yemek pişirerek, soğanla sarımsakla kokuturlar. Bu kazandığım zevki bir daha bulamam korkusuyla kırıldım” diyor dediler. Herkes kendisine göre çömleğin kırılmasındaki hikmeti anlatırlarken bana da sordular. Ben de; “Bu çömlek, lisân-ı hâl ile; “Bir kalbin içine Allahü teâlânın muhabbeti girdikten sonra başka birşeyin muhabbeti girmemelidir. Şayet girerse, o kalb benim gibi kırılmalıdır” diyor” dedim. Bu söze orada buluhan herkes memnun oldu. Doğrusu da budur, dediler.

Muhibbüddîn-i Taberî, vâlidesinden şu hâdiseyi rivâyet etti: “Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, birgün Kâ’be-i muazzamada, Kâ’be’nin ma’nâsı hakkında bir va’z veriyordu. İçimden onun söylediklerini inkâr ettim. O gece, ma’nevî ma’nâda Kâ’be’nin Muhyiddîn-i Arabî’nin etrâfında döndüğünü, onu tavaf ettiğini gördüm.”

Şihâbüddîn Sühreverdî ile Muhyiddîn İbni Arabî yolda karşılaştılar. Bir saat kadar sonra birşey konuşmadan ayrıldılar. Daha sonra Sühreverdî’ye denildi ki: “İbn-i Arabî hakkında ne dersin?” Buyurdu ki: “Hakîkatler deryası, kutb-i kebîr ve gavs’dır.”

İbn-i Arabî’ye Sühreverdî’den sorulunca buyurdu ki: “Baştan ayağa kadar sünnet-i seniyye ile doludur.”

“Rûhlar ile nasıl görüşüyorsunuz?” diye sordular. Onlara verdiği cevapta; “Üç şekilde: 1) Rü’yâ yoluyla, 2) Onların rûhâniyetlerini da’vet edip görüşerek, 3) Bedenimden rûhumu ayırıp, rûhumla onların yanına giderek” buyurdu.

Muhyiddîn-i Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye kitabında buyuruyor ki: “Âdem aleyhisselâm, Hazreti Yahyâ, Hazreti Yûsuf, Hazreti İdrîs, Hazreti Mûsâ, Hazreti İbrâhim aleyhimüsselâm ile görüştüm. Hepsinden ma’rifete âit bilgiler öğrendim. Her biri bana iltifât ederek; “Hoş geldin yâ Vâris-i Muhammedi dediler.”

Yine Fütûhât’ın başka bir sahifesinde; “Fas’da bir câmide namaz kıldırıyordum. Mihrâbda iken bir anda vücûdumun her tarafı bir göz oldu. Her tarafımdan görüyordum. Etrâfımdaki insanları, cemâate sonradan gelenleri gördüğüm gibi, Kâ’be-i muazzamayı dahî görüyordum” buyuruyor.

Muhyiddîn-i Arabî hazretleri vasıyyetinde buyuruyor ki: “Ey nefsinin kurtuluşunu isteyen kimse. Herşeyden önce sana lâzım olan, sana kendi ayıb ve kusûrlarını gösterecek, seni nefsine itâattan kurtaracak bir üstâd (hoca) lâzımdır. Şayet böyle bir zâtı aramak için uzak memleketlere gideceksen, sana ba’zı nasihatlerde bulunayım. O zâtı bulduğun zaman, onun huzûrunda, yıkayıcının elindeki meyyit, (ölü) gibi ol. (Çünkü meyyit, yıkayıcının irâdesine göre hareket eder. Yıkayıcı onu istediği tarafa çevirir. Meyyit, yıkayıcıya asla i’tirâz etmez.) Sakın hatırına o zâta karşı i’tirâz gelmesin. Hâlini ondan gizleme ve onun yerine oturma. Elbisesini giyme. Onun huzûrunda, kölenin, efendisinin huzûrunda oturuşu gibi otur. Sana emrettiği şeyi yap. Sana emrettiği şeyi iyice anla ve iyi öğrenmeden o işin peşinde koşma. Ona bir rü’yânı veya başka bir hâlini arz ettiğin zaman, ona cevâbını sorma, ona düşman olandan Allah için uzak dur. O düşman ile beraber olma. Arkadaşlık etme. Hocanı seveni sev ve ona yardımcı ol.

O zâta, hiçbir işinde i’tirâz etme. Bunu niçin böyle yaptın? deme. Sana ne iş vermişse onu yap. Öyle otur ki, o zâtın, senin oturuşundan haberdâr olduğunu unutma. Edebi asla terketme. Yolda giderken onun önünde yürüme. Devamlı ona bakma. Çünkü böyle yapmak, hayayı azaltır, ona karşı hürmeti kalbten çıkarır. Ona olan sevgini, onun emirlerine uyup, yasak ettiklerinden sakınmak sûretiyle göster. O zâta yemek ve yiyecek takdim ettiğin zaman, diğer lâzım olan şeyler ile beraber önüne bırak, kapının yanında edeble dur. Eğer sana seslenirse cevap ver. Yoksa yemeğini yiyinceye kadar bekle. Yemeğini yiyip sana sofrayı kaldırmanı söylediği zaman hemen kaldır. Sofrada birşeyler kalıp, senin yemeni emrettiği zaman, i’tirâz etmeden ye. Başkasına verme.

O zâtın mekrinden çok sakın ve kork. Çünkü ba’zan onların, talebelerine mekirleri vardır. Onunla beraber olduğunda pek dikkatli ol. Eğer senden o zâta karşı edebe uymayan bir husûs meydana gelip, onun bundan haberi olduğu hâlde, sana müsamaha gösterdiğini, seni cezalandırmadığını görürsen, bil ki bu onun sana mekridir. O zât, bulunduğu yerden çıkıp gitmek istediği zaman ona nereye gidiyorsun? deme. Ona, işleri husûsunda sana görüşünü sormadan, görüş beyân etme. Şayet seninle istişâre ederse, ona göre muvâfık olanın, sana göre de muvafık olduğunu söyle. Haddizatında onun seninle meşveret etmesi, senin görüşüne muhtaç olduğundan değil, sana olan sevgisindendir.

Böyle bir zâtı aradığın müddet içerisinde, şunlara dikkat et: İlk yapacağın şey; tövbe etmek, üzdüğün kimseleri râzı etmek, üzerinde hakkı bulunanlara haklarını geri vermek, günah ve isyan içerisinde geçen ömrün için ağlamak, ilim ile meşgûl olmaktır. Abdestsiz olma. Abdestini şartlarına uygun al. Abdestin bozulunca, hemen abdestini al. Abdest aldığın zaman iki rek’at namaz kıl. Cemâatle beş vakit namaza ve evinde nafile namaza devam et.

Abdesti en güzel ve şartlarına uygun olarak al. Her hareket ve işine Besmele ile başladığın gibi, abdest almaya da Besmele ile başla. Ellerini, dünyâyı terk etme niyeti ile yıka. Ağzına gelince, ağzı yıkarken okunan duâları oku. Tevâzu ve huşû’ içersinde, kibir hâlinden sıyrılmış bir vaziyette burnuna su al. Yüzünü haya ederek yıka. Ellerini, dirseklere kadar tevekkül hâli üzere yıka. Başını, kendini alçaltarak, muhtaç kabûl eden kimsenin tavrı ile mesh et. Kulaklarını, en güzel ve doğru sözleri dinlemek için mesh et. Ayağını da müşâhede toprağına basmak için yıka. Sonra Allahü teâlâya hamd-ü senada bulun. Resûlullaha ( aleyhisselâm ) salât-ü selâm oku. Sonra, namaz kılarken, Allahü teâlânın huzûrunda durur gibi dur. Yüzün ile Kâ’be-i muazzamaya döndüğün gibi, kalbin ile de Allahü teâlâya dön. Kul olduğunu, Rabbine ibâdet ettiğini düşünerek, hürmetle tekbîr al. Rükû’dan kalkınca, secdede ve diğer bütün hareketlerinde, Allahü teâlânın kudreti ile yaşadığını düşün. Selâm verinceye kadar ve selâm verdikten sonra, bu düşünce üzere kal. Evine girdiğin zaman da iki rek’at namaz kıl.

Acıkmadıkca yeme. Yemeği doymadan bırak. Fazla su içme. Yemeği ihtiyâcın kadar ye. Yemek yerken, lokmayı ne büyük ne de küçük alma. Orta derecede al. Lokmayı ağzına kor iken, Besmele-i şerîfeyi oku. Lokmayı iyice çiğne, sonra yut Yemekten sonra Allahü teâlâya hamd-ü senada bulun.”

Muhyiddîn-i Arabî ( radıyallahü anh ), “Şeceret-ül-Kevn” isimli risalesinde buyuruyor ki: İbn-i Abbâs’dan ( radıyallahü anh ) nakledilen hadîs-i şerîfi, Mu’âz bin Cebel şöyle rivâyet etti: “Birgün Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) ile birlikte, Ensârdan birinin evinde toplanmıştık. Cemâat hâlinde otururken kapı vurularak; “Ey ev sahibi! İçeridekiler! İçeri girmem için bana izin verir misiniz? Benim sizden bir dileğim ve görülecek bir işim var” dedi. Bunun üzerine herkes, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) mübârek yüzüne bakmaya başladı. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) duruma vâkıf oldu ve buyurdu ki: “Bu seslenen kimdir, bilir misiniz?” Biz hep birden; “Allahü teâlânın Resûlü daha iyi bilir” dedik. Bunun üzerine Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ); “O, la’in İblîs’tir. Allahın la’neti onun üzerine olsun” buyurdu. Bunun üzerine hemen Hazreti Ömer, “Yâ Resûlallah! izin veriniz onu öldüreyim” dedi. Peygamber efendimiz, bu izni vermeyip buyurdular ki; “Dur, yâ Ömer! Bilmiyor musun ki, ona belli bir zamana kadar mühlet verilmiştir, öldürmeyi bırak.” Sonra şöyle buyurdu: “Kapıyı ona açın gelsin. O buraya gelmek için izin almıştır. Diyeceklerini anlamaya çalışınız. Size anlatacaklarını iyi dinleyiniz!”

Kapıyı ona açtılar, içeri ihtiyâr bir kimse girdi. Gözü şaşı idi. Köse olan çenesinde, altı veya yedi kadar kıl sallanıyordu. At kılı gibiydi. Gözleri yukarı doğru açılmıştı. Dudakları, bir manda dudağına benziyordu. Sonra şöyle selâm verdi: “Selâm sana Yâ Muhammed! Selâm size ey cemâat-ı müslimîn!” Onun bu selâmına Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) şöyle mukâbele buyurdular: “Selâm Allahındır yâ la’in! Bir iş için geldiğini duydum. Nedir o iş?” Şeytan şöyle anlattı: “Benim buraya gelişim, kendi arzumla değildir. Mecbûr kaldığım için geldim.”

Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ); “Nedir o mecbûriyet?” diye sordular. Şeytan; “İzzet sahibi olan Allahın katından bana bir melek gelip dedi ki: “Allahü teâlâ sana emrediyor. Zelîl bir hâlde, tevâzu ile habîbim Muhammedin huzûruna gideceksin. Âdemoğullarını nasıl aldattığını, O’na bir bir anlatacaksın. Sonra O, sana ne sorarsa, doğrusunu söyleyeceksin. Söylediklerine bir yalan katarak doğruyu söylemezsen, seni kül ederim. Rüzgâr savunur. Düşmanlarının önünde seni rüsvâ ederim” buyurdu. “Yâ Muhammed! işte sana bunun için geldim, istediğini bana sor. Şayet bana sorduklarına doğru cevap vermezsem, düşmanlarım benimle eğlenecek. Muhakkak olan şudur ki, düşmanlarımın eğlencesi olmaktan bana daha ağır ve zor gelen birşey yoktur” dedi! Bundan sonra Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Madem ki sözlerinde doğru olacaksın, o halde bana anlat: Halk arasında en çok sevmediğin kimdir?” İblîs la’ininin cevâbı biraz gecikti. Zira Resûlullahın şahsı ile alâkalı idi. Bu konuşmaları hepimiz merakla ve sabırla dinliyorduk. Çünkü bu konuşma, ümmet-i Muhammedin geleceği ile alâkalı idi. Belki de böyle bir hâdiseye bir daha rastlıyamayacak, düşmanımızın tavrını tesbitte güçlük çekecektik. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) sorusunu tekrarladılar “Madem ki yalan söylemeyeceksin, o hâlde bana anlat. En çok sevmediğin kimdir?” Şeytan, “Sensin Yâ Muhammed! Allahın yarattıkları arasında senden daha çok sevmediğim kimse yoktur. Sonra, senin gibi kim olabilir ki?” diye cevap verdi. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) tekrar sordular “Benden sonra ençok kimlere buğz edip sevmezsin?” Şeytan; “Allahın emir ve yasaklarına uyan, haramlardan kaçınan, varlığını Allah yoluna veren bir gence buğz edip, onu sevmem” dedi. Bundan sonraki konuşmalar soru-cevap şeklinde şöyle devam etti: Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Sonra kimi sevmezsin?” “Din-i İslama hizmette sabırlı olup, şüpheli işlerden sakınan âlimi” “Sonra” “İhtiyâcını hiç kimseye söylemiyen ve hâlinden şikâyet etmiyen sabırlı fakiri.” “Peki, bu fakirin sabırlı olduğunu nereden bilirsin?” “Ey Muhammed! ihtiyâcını kendi gibi birisine açmaz! Her kim ihtiyâcını kendi gibi birine üç gün üst üste anlatırsa, Allah onu sabredenlerden saymaz. Sabreden kimse böyle olmaz. Dolayısıyla onun sabrını, hâlinden, tavrından ve şikâyet etmeyişinden anlarım.” “Sonra kim?” “Şükreden zengin.” “Peki o zenginin şükreden olduğunu nasıl anlarsın?” “Aldığını helâl yoldan kazanıyor ve hayırlı olan yere harcediyorsa, bilirim ki o şükreden bir zengindir.” Peygamber efendimiz mevzûu değiştirerek buyurdu ki: “Peki ümmetim namaza kalkınca senin hâlin nice olur?” “Yâ Muhammed! Beni bir sıtma tutar, titrerim.” “Neden böyle oluyorsun ey la’in?” “Çünkü, bir kul Allah için secde ederse, bir derece yükselir.” “Peki ya oruç tuttukları zaman nasıl olursun?” “Onlar iftar edinceye kadar bağlanırım.” “Ya hac yaptıkları zaman nasıl olursun?” “O zaman çıldırırım.” “Ya Kur’ân-ı kerîm okudukları zaman nasıl olursun?” “O zaman da tıpkı ateşte eriyen bir kurşun gibi eririm.” “Ya sadaka verdikleri zaman hâlin nasıl olur?” “İşte o zaman hâlim pek yaman olur. Sanki sadaka veren, testereyi eline alıp beni ikiye böler.” Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) “Neden böyle testere ile ikiye biçilirsin yâ Ebâ Mürre?” diye sebebini sordular. Bunun üzerine şeytan, “Anlatayım. Çünkü sadakada dört güzellik vardır. Bunlar: 1. Allah sadaka verenin malına bereket ihsân eder. 2. O sadaka, vereni, insanlara sevdirir. 3. Allahü teâlâ, onun verdiği sadakayı Cehennemle arasında bir perde yapar. 4. Allahü teâlâ, belâyı, sıkıntıyı ve günahları ondan def eder.”

Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) Eshâb-ı Kirâm hakkında da ba’zı sorular sordu: “Ebû Bekr için ne dersin?” Şeytan dedi ki: “O, bana câhiliyet devrinde dahî itaat etmedi, İslâma girdikten sonra bana nasıl itaat eder?” “Peki ya Ömer bin Hattâb için ne dersin?” İblîs dedi ki: “Allaha yemîn ederim ki, onu her gördüğüm yerden kaçtım.” “Peki, Osman bin Affân için ne dersin?” İblîs dedi ki: “Ondan çok utanırım. Allahü teâlânın melekleri ondan nasıl utanırlarsa, ben de öyle utanırım.” “Peki, Ali bin Ebî Talib için ne dersin?” “Onun elinden bir kurtulabilsem, benim yakamı bırakıp kendi başıma bir kalabilsem. Fakat o beni hiç bırakmaz.”

Bundan sonra Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Ümmetime saadet ihsân eden, seni de tâ belli bir zamana kadar şaki kılan Allaha hamdolsun.” Bu sözleri işiten la’in şeytan şöyle dedi: “Heyhat! Ümmetinin saadeti nerede? Ben, o belli vakte kadar diri kaldıkça, sen ümmetin için kendini nasıl rahat hissedersin. Ben, onların damarlarına girerim. Etlerine karışırım. Ama onlar, benim bu hâlimi göremez ve bilemezler. Beni yaratan ve kıyâmet kopuncaya kadar bana hayat veren Allaha yemîn ederim ki, onların hepsini azdırırım. Câhillerini ve âlimlerini, ümmîlerini ve okumuşlarını, fâcirlerini ve âbidlerini, hâsılı bunların hiçbiri elimden kurtulamaz. Ancak Allahın ihlâslı olan hâlis kullarını azdıramam.” Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Sana göre ihlâs sahibi olan muhlis kullar kimlerdir?” İblîs dedi ki: “Yâ Muhammed! Bir kimse parasının, malının ve mülkünün sevgisini kalbine koymuşsa, o ihlâs sahibi değildir. Para ve mal sevgisini kalbine koymamışsa, övülmekten ve medhedilmekten hoşlanmıyorsa, bilirim ki o ihlâs sahibidir. Hemen onu bırakıp kaçarım. Bir kimse, malı ve övülmeyi sevdiği, kalbi de dünyâ arzularına bağlı kaldığı müddetçe, bana ençok itaat edenler arasına girmiştir. Bildiğiniz gibi mal sevgisi, büyük günahların en büyüğüdür. Ayrıca baş olma sevgisi de büyük günahların arasındadır.

Yâ Muhammed! Bilmez misin ki, benim yetmişbin çocuğum var. Bunların herbirinin vazîfesi başkadır. Ayrıca herbirine yetmişbin şeytan yardımcıdır. Bunların bir kısmını, âlimlerin yoldan çıkması için vazîfelendirdim. Bir kısmını gençlere yolladım. Ba’zılarını ihtiyâr kadınlara musallat ettim. Gençlerle aramızda hiçbir anlaşmazlık yoktur. Onlarla çok iyi geçiniriz. Çocuklar ise bizimkilerle istedikleri gibi oynarlar. Çocuklarımın bir kısmını âbidlerin, bir kısmını da zâhidlerin peşine gönderdim. Onlar, bunların yanına girer, hâlden hâle sokarlar. Bir tepeden diğerine dolaştırıp dururlar. O hâle gelirler ki, sebeblerden herhangi birine sövmeye başlarlar, işte böylece onları ihlâssız hâle getiririm. Artık yaptıkları ibâdeti ihlâssız yaparlar da farkında bile olmazlar. Bilmezmisin yâ Muhammed? Râhib Bersisa, Allaha tam yetmiş yıl ihlâs ile ibâdet etti. Ona öyle ihsânlarda bulunuldu ki, her duâ ettiği hasta, onun duâsı bereketiyle şifâ buluyordu. Onun peşine takıldım, hiç bırakmadım. Zinâ etti, katil oldu. Sonunda da küfre girip kâfir oldu.”

İblîs, bundan sonra kötü huylar üzerinde durarak, bunların herbirinden nasıl istifâde ettiğini anlattı.

“Yâ Muhammed! Bilirsin ki, yalan bendendir ve ilk yalan söyleyen de benim. Kim yalan söylerse, o benim dostumdur. Kim yalan yere yemîn ederse, o da benim sevgilimdir. Âdem’e ve Havva’ya yalan yere Allah adına yemîn ettim, dedim ki: “Muhakkak, ben size nasihat ediyorum.” Bunu yaparım, çünkü yalan yere yemîn gönlümün eğlencesidir.

Gıybet ve koğuculuk, benim meyvelerim ve şenliğimdir.

Yâ Muhammed! Şimdi de namazını kılmayıp da tehir edenleri anlatayım. O, her ne zaman namaza kalkmak isterse tutar, ona vesvese veririm. Derim ki, henüz vakit var. Sen ise meşgûlsün. Şimdilik işine bak, sonra kılarsın. Böylece o, vakti çıktıktan sonra namazını kılar. Bu sebepten, onun kıldığı namazı yüzüne atılır. Şayet o kimse beni mağlup ederse, ona insan şeytanlarından birini gönderirim. Böylece onu vaktinde namaz kılmaktan alıkoyarım. O, bunda da beni mağlup ederse, bu defa onun hesabını namazda görmeye bakarım. O namazda iken, “Sağa bak, sola bak” derim. O da bakar. Bakınca, onun yüzünü okşar, alnından öperim. Sonra ona; “Sen yaramaz bir iş yaptın” diyerek huzûrunu bozarım. Şayet yine ona mağlup olursam, tek başına namaz kıldığı zaman yanına giderim. Ve, çabuk çabuk kılmasını emrederim. O da, namazını çabuk kılmaya başlar. Tıpkı horozun, gagasıyla yerden birşeyler topladığı gibi. Bu işi ona yaptıramazsam, bu defa cemâatle namaz kılarken onun yanına varırım. Başına bir gem takar, başını İmâmdan evvel secdeden ve rükû’dan kaldırırım. Yine İmâmdan evvel de secde ve rükû’ yaptırırım. O böyle yaptığı için, kıyâmet günü Allah onun başını merkep başına çevirir. O kimse beni burada da mağlup ederse, ona namazda parmaklarını çıtlatmasını emrederim. Böylece o kimse, beni tesbih edenlerden olur. Şayet bu işi ona namaz içinde yaptıramazsam, ona esneme veririm. Bu esneme esnasında elini ağzına kapamazsa, onun içine küçük bir şeytan girer. Onun dünyâ hırsını ve dünyâya olan bağlarını çoğaltır, işte bundan sonra o kimse, bize hep itaat edenlerden olur. Sözümü dinler, dediklerimi yapar.”

Şeytan konuşmasına devam ederek dedi ki: “Sen, ümmetinin saadeti için nasıl ferah duyabilirsin ki? Ben onlara ne tuzaklar kurarım, ne tuzaklar... Onların miskinlerine çaresizlerine ve zavallılarına giderim. Namazı bırakmalarını emreder, namaz size göre değildir. O Allahın afiyet ihsân ettiği ve bolluk verdiği kimseler içindir derim. Sonra hastalara gider, namaz kılmayı bırakın, derim. Çünkü Allahü teâlâ; “Hastalara zorluk yok” buyurdu. İyi olduğun zaman çokça kılarsın derim. O da böylece namazını bırakır. Hattâ küfre bile girebilir. Şayet hastalığında namazı terkederek ölüp giderse, Allahü teâlâyı gadaplı bulur.”

İblîs konuşmasına şöyle devam etti: “Yâ Muhammed! Eğer sözlerime yalan kattımsa beni akrep soksun. Eğer yalan söyledimse, Allahtan dile, beni kül eylesin. Yâ Muhammed! Sen ümmetin için nasıl ferah duyarsın? Ben onların altıdabirini dinden çıkardım.” Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Ey la’in! Senin oturma arkadaşın kimdir?” İblîs dedi ki: “Faiz yiyen.” “Dostun kim?” “Zinâ eden.” “Yatak arkadaşın kim?” “Sarhoş.” “Misâfirin kim?” “Hırsız.” “Elçin kim?” “Sihirbazlar.” “Gözünün nûru nedir?” “Hanım boşamak.” “Sevgilin kimdir?” “Cum’a namazını bırakanlar.”

Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bu sefer başka bir mevzûya geçti. Buyurdu ki: “Ey la’in! Senin kalbini ne kırar? İblîs: “Allah yolunda cihâda giden atların kişnemesi” dedi. “Peki, senin cismini ne eritir?” “Tövbe edenlerin tövbesi.” “Ciğerini ne parçalar ve ne çürütür?” “Gece ve gündüz yapılan istiğfar.” “Yüzünü ne buruşdurur?” “Gizli verilen sadaka.” “Gözlerini kör eden nedir?” “Gece kılınan namaz.” “Başını eğdiren nedir?” “Cemâatle kılınan namaz.”

Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), başka bir mevzûya geçerek buyurdular ki: “Ey İblîs! Seni işinden alıkoyan nedir?” “Ulemâ meclisleri” “Yemeğini nasıl yersin?” “Sol elimle ve parmağımın ucuyla.” “Peki, sam yeli esip, ortalığı sıcaklık bastığı zaman çocuklarını nerede gölgelendirirsin?” “İnsanların uzamış tırnakları arasında.”

Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) başka bir mevzûda tekrar buyurdular ki: “Ey İblîs! Rabbinden neler taleb ettin?” “On şey taleb ettim: 1. Allahtan, beni insanların malına ve evlâdına ortak etmesini istedim. Kabûl etti.

Her Besmelesiz kesilen hayvan etinden, faiz ve haram karışan yemekten de yerim. Şeytandan, Allaha sığınılmayan malın da ortağıyım. Hanımı ile cinsî yakınlık ânında, şeytandan Allaha sığınmayan kimse ile beraber olurum. Bu yakınlıktan meydana gelen çocuk, bize itaat eder, sözümüzü dinler. Her kim hayvana binerken helâl olan yere gitmeyi değil de, aksini isteyerek binerse, ben de onunla beraber binerim. Yol ve binek arkadaşı olurum. 2. Allahü teâlâdan bir ev vermesini istedim. Bana hamamları ev olarak verdi. 3. Bir mescid vermesini istedim. Pazar yerlerini bana mescid olarak verdi. 4. Okuyacağım bir kitap istedim. Bana (müstehcen) şiirleri okuma kitabı olarak verdi. 5. Benim için bir ezan vermesini istedim. Çalgı âletlerini verdi. 6. Bir yatak arkadaşı istedim. Sarhoşları verdi. 7. Bana yardımcılar vermesini istedim. Kaderiye bozuk fırkasına mensûp olanları verdi. 8. Bana kardeşler vermesini istedim. Mallarını boş yere isrâf edenleri ve parasını günah olan yerlere harcayanları verdi. Bu durum, Kur’ân-ı kerîmde İsrâ sûresinin yirmiyedinci âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle anlatılmaktadır “Çünkü isrâf yapanlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise, Rabbine karşı çok nankör bulunuyor.” Bir ara sevgili Peygamberimiz ( aleyhisselâm ); “Eğer söylediklerini Allahü teâlânın kitabındaki âyetlerle isbât etmeseydin seni tasdik etmezdim.” buyurdular. 9. “Yâ Muhammed! Allahtan, Âdemoğulları beni görmesin, fakat ben onları göreyim istedim. Bu dileğimi de kabûl etti. 10. Âdemoğullarının damarlarını bana yol yapmasını istedim. Bu da oldu. Böylece ben, onlar arasında akıp giderim. İstediğim gibi gezerim. Bütün bu isteklerimin hepsinin bana ihsân edildiği bildirildi. İşte ben bu hâllerimle iftihar ederim. Şunu da söyleyeyim ki, benimle beraber olanlar, seninle beraber olanlardan daha çoktur. Bu şekilde, kıyâmete kadar Âdemoğullarının çoğu benimle beraberdirler.

Benim bir oğlum vardır ki, ismi Ateme’dir. Bir kimse yatsı namazını kılmadan uyursa, onun kulağına gidip bevleder. Eğer insanlar böyle olduğunu bilselerdi, imkânı yok namazını kılmadan uyumazlardı. Benim bir oğlum daha vardır ki, onun adı da Mütekazi’dir. Bunun da vazîfesi, yapılan gizli amelleri yaymağa çalışmaktır. Bir kimse gizli bir tâat işlerse, Mütekazi onu dürter. Nihâyet o gizli amelin yayılmasına ve açığa çıkarılmasına muvaffak Olur. Böylece, Allahü teâlâ o amel sahibinin yüz sevâbından doksandokuzunu imha eder, biri kalır. Çünkü bir kulun yaptığı gizli bir amel için yüz sevâb verilir. Benim Kühayl isminde bir oğlum daha vardır. Bunun da vazîfesi, insanların gözlerine sürme çekmektir. Bilhassa âlimlerin meclislerinde ve hutbe okurken bu sürme gözlere çekildi mi, uyuklamaya başlarlar. Konuşan âlimin sözlerini işitmez ve hiç sevâb alamamış olurlar.”

İblîs sözüne şöyle devam etti: “Hangi kadın olursa olsun, onun kucağına bir şeytan oturur. Kadın kalktığı zaman da, oturduğu yere bir şeytan oturur. Kadını, bakanlara güzel gösterir. Sonra kadına ba’zı emirler verir. Meselâ; elini, kolunu dışarı çıkarıp göster, der. O da bu emri yerine getirir, elini kolunu açar gösterir. Böylece o kadının haya perdesini tırnakları ile yırtar.”

İblîs, bundan sonra Peygamberimize ( aleyhisselâm ) kendi durumunu anlatmaya başladı. “Yâ Muhammed! Bir kimseyi ben kendi elimle dalâlete sürükleyemem. Ben ancak, vesvese veririm ve o şeyi güzel gösteririm. Hepsi o kadar. Eğer dalâlete sürüklemek elimde olsaydı, yeryüzünde “Allahtan başka ilâh yoktur. Muhammed, Allahın Resûlüdür” diyen herkesi, oruç tutanı ve namaz kılanı dahî hiç bırakmaz, hepsini dalâlete düşürürdüm. Nasıl ki, senin elinde hidâyet cinsinden birşey yoksa, benim de o kimseyi doğru yoldan çıkaracağıma dâir birşey yoktur. Sen, ancak Allahın Resûlüsün ve tebliğ etmeye me’mursun. Eğer hidâyet elinde olsaydı, yeryüzünde bir tek kâfir bırakmazdın. Sen, Allahın yarattığı insanlar üzerine bir huccetsin. Ben de, kendisi için ezelde şaki yazılan kimselere bir sebebim. Saîd olanlar tâ ana karnında iken sa’îddir. Şaki olan da, ana karnında iken şakidir. Se’âdet ehlinden yapan da, şekavet ehlinden yapan da Allahtır.” Bunun üzerine Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ): “Ey Ebâ Mürre! Acaba senin bir tövbe etmen ve Allahü teâlâya dönmen mümkün değil mi? Cennete girmene kefil olurum. Söz veririm” buyurdu. Bunun üzerine şeytan; “Yâ Muhammed! iş, verilen hükme göre oldu. Kıyâmete kadar takdîr edilen işler olacaktır. Seni Peygamberlerin efendisi kılan, Cennet ehlinin hatîbi eyleyen ve seni halkı içinden seçen ve onların arasında gözde yapan, beni de şakilerin efendisi kılan ve Cehennem ehlinin odunu eyleyen Allahü teâlâ, bütün noksan sıfatlardan münezzehtir. Son sözümü söylüyorum ki, bu anlattıklarımın hepsi de doğrudur.”

Şeyh-i Ekber, Tâbût-üs-Sekîne isimli kitabında buyuruyor ki: “Allahü teâlâ bana öyle ni’metler ihsân etti, bildirdi ki, istersem kıyâmete kadar gelecek bütün velileri, kutubları, isim ve nesebleriyle bildirebilirim. Fakat ba’zıları inkâr ederler de, ma’nevî kazançlarından kaybederler diye korkuyorum.”

Muhyiddîn-i Arabî ( radıyallahü anh ), kendisinden yüzlerce sene sonra keşfedilen telgrafın çalışma tekniğini haber verdi. Edison dahî Ona; “Üstadım” diye hitâb etmiştir.

Muhyiddîn-i Arabî, kerâmet göstererek, kendisinden iki asır sonra Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın İstanbul’u feth edeceğini bildirdi.

Şeyh-i Ekber, “Şeceret-ün-Nu’mâniye fî Devlet-il-Osmâniye” isimli eserinde; “Sin, Şın’a gelince, Muhyiddîn’in kabri meydana çıkar” buyurdu. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, 638 (m. 1240) senesinde Şam’da, kalbi para sevgisiyle dolu bir grup kimseye; “Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır” dedi. Orada bulunanlar bu sözü anlıyamadılar. Rebî’ul-âhır ayının 28. Cum’a günü, yetmişsekiz yaşında iken Şam’da fâni dünyâdan âhırete irtihâl etti. Sâlihiyye’de defn olundu. Şam halkı, onun büyüklüğünü anlayamadıkları için kabrinin üzerine çöp döktüler. Osmanlı Sultânı Yavuz Selim Hân Şam’a geldiğinde; “Sin, Şın’a gelince, Muhyiddîn’in kabri meydana çıkar” sözünün ne demek olduğunu anladı. Kabrini araştırıp buldurdu. Çöpleri temizleterek, kabrin üzerine güzel bir türbe, yanına bir câmi ve imâret yaptırdı. Ayrıca Muhyiddîn-i Arabî’nin vefâtından önce ayağını yere vurarak, “Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır” buyurduğu yeri tesbit ettirip, orayı kazdırdı. Orada küp içinde altın çıktı. Bundan, “Siz, Allahü teâlâya değil de, paraya tapıyorsunuz” demek istediği anlaşıldı.

Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin, onu çok seven bir hizmetçisi vardı. Onun vefâtından sonra gece gündüz ağlardı. Bir gece hizmetçinin kapısı açıldı, içeriye Muhyiddîn-i Arabî sağlığındaki haliyle girdi. Hizmetçisine; “Ağlamayınız” diyerek onu teselli etti.

Evi, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin türbesine çok yakın olan Ahmed Halebî, bizzat gözleriyle gördüğü şu kerâmeti anlattı: “Bir gece yatsı namazından sonraydı. Muhyiddîn-i Arabî hazretlerini kötüleyenlerden biri, elinde bir ateşle türbeye doğru yaklaştı. Maksadı sandukasını yakmaktı. Hemen ateşi atacağı zaman, ateş söndü ve kabr-i şerîfinin yanıbaşında, ayaklarının altında bir çukur açıldı ve adam aniden çukurun içinde kayboldu. Hâne halkı, onun kaybolduğunu anlayınca aramağa çıktılar. Ben durumu kendilerine haber verdim. Gelip gömüldüğü yeri kazmaya başladılar ve başını buldular. Çekip çıkarmak istediler. Fakat bütün uğraşmaları boşuna oldu. Zîrâ, onlar çıkarmağa çalıştıkça, o, durmadan aşağı doğru indi. Kazıldıkça indi ve çıkarmaları mümkün olmadı. Nihâyet kurtaramayacaklarını anladılar. Kazdıkları yeri tekrar toprakla doldurup, yorgun ve perişan bir hâlde, elleri boş olarak bırakıp gittiler.”

Muhyiddîn-i Arabî ( radıyallahü anh ), “Fütuhat” kitabının ellibirinci babında buyuruyor ki: “Hiçbir insan, cinden Allahü teâlâya âit bir bilgi edinmemiştir. Çünkü, cinnin din bilgileri pek azdır. Onlardan dünyâ bilgileri edineceğini sanan kimse de aldanmaktadır. Çünkü, fâidesiz şeyle vakit geçirmeğe sebep olurlar. Onlarla tanışanlar, kibirli olur. Hâlbuki, Allahü teâlâ kibirli olanı sevmez.” Molla Câmi hazretlerinin halîfesi, Abdülgafûr-i Lârî, Muhyiddîn-i Arabî’nin bir risalesinde şöyle buyurduğunu bildiriyor “Cinnin ilk babaları İblîs değildir. İblîs, cin tâifesindendir. Cinler, ateş ve havadan yaratıldığı için çok latifdirler. Çabuk hareket ederler. İnsan bunlara hafif çarpınca hemen ölürler. Bunun için ömürleri kısadır. Din bilgileri azdır. Kibirli olduklarından, birbirleri ile hep mücâdele, muharebe ederler. Ateşten müte’essir olmazlar. Cehennemlik olanları, Zemherîr’de, ya’nî soğuk Cehennemde azâb göreceklerdir. İblîs ve çocukları, hak ve sevâb olan iyi şeyleri yapmayı da hatırlatırlar. Fakat, bunları yaparken, nefsde ucb, riya hâsıl olarak veya farzın kaçırılmasına sebeb olarak, insan çok günaha girer.” (Cin ile tanışmağa özenmemeli, evliyâ-i Kirâmın rûhâniyetlerinden istifâde etmeğe çalışmalıdır. Evliyânın rûhları görünmeden de, kendi beşerî şeklinde görünerek de sevdiklerine fâide verir ve belâlardan korur. Evliyâyı tanımağa, sevmeye ve sevilmeğe uğraşmalıdır. İnsanın cin ile tanışması, arkadaş olması kıymetli birşey değildir, zararlıdır. Onlarla konuşmak, fâsık insanla arkadaşlık etmek gibidir. Onlarla tanışan kimse, fâide görmemiştir.)

Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî ( radıyallahü anh ) cinlerin var olduğuna, şu âyet-i kerîmeleri delîl olarak gösteriyor:

1. Zâriyat sûresinin ellialtıncı âyetinde meâlen; “İnsanları ve cinleri ancak, beni bilip, itaat ve ibâdet etmeleri için yarattım” buyuruluyor.

2. Rahmân sûresi, yetmişdördüncü âyetinde, cinlerin Cennete gireceği bildiriliyor.

3. Rahmân sûresinin otuzbirinci âyetinde; “Sekalân” buyuruluyor. Ya’nî “Ey insanlar ve cinnîler” demektir. Resûl-i sekâleyn, müftîyüssekaleyn, gavsüssekaleyn (ya’nî insanların ve cinlerin Peygamberi, müftîsi, velîsi) gibi isimler de cinlerin varlığını göstermektedir.

Kitaplı kâfirlerin hepsi, ateşe tapanlar, puta tapanlar, budistler, müşrikler ve Yunan feylesoflarının çoğu ve tasavvuf büyükleri cinlerin var olduğuna inanıyor. Kur’ân-ı kerîmde zikredilen, Süleymân aleyhisselâmın vak’ası da, cinlerin varlığını göstermektedir.

Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, “Müsâmere” adındaki kitabında diyor ki: “Eshâb-ı Kirâmdan Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) hazretlerinin haber verdiği hadîs-i şerîfte; “Bir zaman gelir ki, müslümanlar birbirlerinden ayrılır, parçalanırlar. Şerî’ati bırakıp, kendi düşüncelerine, görüşlerine uyarlar. Kur’ân-ı kerîmi mizmarlardan, ya’nî çalgılardan şarkı gibi okurlar. Allah için değil, keyf için okurlar. Böyle okuyanlara ve dinleyenlere, hiç sevâb verilmez. Allahü teâlâ bunlara la’net eder. Azâb verir” buyuruldu.

Muhyiddîn-i Arabî; “İslâmiyetin emirlerinden bir emri yapmayanın ma’rifeti sahih değildir” buyurdu.

Muhyiddîn-i Arabî; “Ârifin niyeti, maksadı olmaz” buyuruyor, İslâm âlimleri bu cümleyi şöyle açıklamaktadırlar: “Allahü teâlâyı tanıyan kimse, belâdan kurtulmak için birşeye başvurmaz demektir. Çünkü, derd ve belâların sevgiliden geldiğini, O’nun dileği olduğunu bilmektedir. Dostun gönderdiği şeyden ayrılmak ister mi ve o şeyin geri gitmesini özler mi? Evet duâ ederek, gitmesini söyler. Fakat, duâ etmeğe emr olunduğu için, bu emre uymakdadır. Yoksa, gitmesini hiç istemez. O’ndan gelen herşeyi de sever, hepsi kendine tatlı gelir. Evet, çünkü sevgilinin düşmanlığı, düşmanlar içindir. Dostlarına düşmanlığı, görünüştedir. Bu ise merhametini, acımasını bildirmektedir. Böyle düşman görünmesinin, sevene nice fâideleri vardır ki, anlatılmakla bitmez. Bundan başka, dostlarına düşmanlık gibi görünen işler yapması, bunlara inanmıyanları harâb etmekte, onların belâlarına sebeb olmaktadır.”

Şeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî ( radıyallahü anh ), hadîs ilminde sâhib-i isnâd ve fıkıh ilminde ictihâd makamında idi. Buyururdu ki: “Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) “Hesaba çekilmeden evvel, hesabınızı görünüz” emri ile, ba’zı meşâyıh, hergün ve her gece yaptıkları işlerden kendilerini hesaba çekiyor. Ben, hesâbda onları geçtim ve işlediklerimle beraber, düşündüklerimde de hesabımı görüyorum.”

Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh” “Fütûhât-ül-mekkiyye” kitabında “Kaza, belâ” bahsinde; “Belâlardan, tehlikelerden, gücünüz yettiği kadar sakınınız. Çünkü, takat getirilemiyen, dayanılamıyan şeylerden uzaklaşmak. Peygamberlerin âdetidir” buyurmaktadır.

Muhyiddîn-i Arabî ( radıyallahü anh ), yine aynı kitabında, bir hadîs-i şerîf bildiriyor. Bu hadîs-i şerîfte, Peygamberimiz ( aleyhisselâm ); “Allahü teâlâ, yüzbin Âdem yaratmıştır” buyurmaktadır. Muhyiddîn-i Arabî, sonra âlem-i misâlden gördüğü birkaç şeyi yazıyor ve diyor ki, “Kâ’be-i muazzamayı tavaf ederken, yanımda birkaç kişi vardı. Bunları hiç tanımıyordum. Tavaf yaparken, Arabî iki beyt okudular. Bir beytin ma’nâsı şöyle idi. Nazm:

Yıllarca, biz de sizin gibi.
Hepimiz tavaf ettik bu evi.

Bu beyti duyunca, bu kimselerin âlem-i misâlden olması hâtırıma geldi. Böyle düşünürken, içlerinden biri, bana bakarak; “Ben senin dediklerinden birisiyim” dedi. “Sen öleli kaç sene oldu?” dedim. “Kırkbin seneden çok” dedi. Bu sözüne şaştım ve; “Tarihçiler, İnsanların ilk babası olan Âdem’den (aleyhisselâm) bugüne kadar, yedibin sene geçmediğini söylüyor” dedim. “Sen, hangi Âdem’i diyorsun?” “Ben, yedibin seneden çok önceki zamanlarda yaşıyan Âdem’in evlâdındanım” dedi. Bunu işitince, yukarıdaki hadîs-i şerîfi hatırladım.”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri bunu şöyle îzâh buyuruyor:

“Muhyiddîn-i Arabî’nin ( radıyallahü anh ) kırkbin sene önce ölen dedesi, âlem-i şehâdetdeki dedesinin latife ve sıfatlarından birinin âlem-i misâldeki varlığı idi. Kâ’be-i muazzamayı âlem-i misâlde tavaf etmişti. Çünkü her şey gibi, Kâ’be’nin de âlem-i misâlde sûreti, benzeri vardır. Bu fakîr çok düşünüyor araştırıyorum. Âlem-i şehâdette, bir Âdem’den başka göremiyorum, âlem-i misâldeki görünüşlerden gayrı bir şey bulamıyorum. Kırkbin sene önce yaşadığını söyleyen kimsenin, ben senin dedelerinden biriyim, demesi de gösteriyor ki, Âdem aleyhisselâmdan önce bulunan Âdemler, Âdem aleyhisselâmın latifelerinin ve sıfatlarının görünüşleridir... Âdem aleyhisselâmdan başka bir varlık değildir. Çünkü, başka Âdem’in oğulları, bu Âdem aleyhisselâmın oğullarının dedesi olamaz.”

Yûsuf Nebhânî, “Câmi’u kerâmât”ında der ki: Dört mezhebin âlim ve ârifleri, Muhyiddîn-i Arabî’yi hep medhetmişlerdir. İmâm-ı Şa’rânî “El-Yevâkit vel-cevâhir”inde ondan uzun uzun bahsetmekte, Şeyh Abdülganî Nablûsî ve ârif-i billah Seyyid Mustafâ Bekrî, onun için ayrı birer kitap yazmışlardır. Abdülganî Nablûsî’nin eseri “Er-Redd-ül-metin alâ müntakıs-il-ârif Muhyiddîn”, Seyyid Mustafâ Bekrî’nin eseri, “Es-Süyûf-ül-hıdad fî a’nâki ehl-iz-zendeka vel-ilhâd”dır. Şihâbüddîn Sühreverdî, Şeyhülislâm Zekeriyyâ, İbn-i Hacer Heytemî, Hâfız Süyûtî, Ali bin Meymûn, Celâlüddîn Devânî, Seyyid Abdülkâdir Ayderûsî, İbn-i Kemâl Paşa, Kâmûs sahibi Necmüddîn Fîrûzâbâdî hep onu medh etmişlerdir.

Osmanlı devletinin yetiştirdiği âlimlerin en büyüklerinden olan İbn-i Kemâl Paşa hazretleri, İbn-i Arabî hakkında sorulan bir suâle şöyle cevap vermiştir: “Kullarından sâlih âlimler yaratan, bu âlimleri Peygamberlerine vâris kılan Allahü teâlâya hamd olsun. Dalâlette olanlara doğru yolu göstermek için gönderilen Muhammed Mustafâ’ya, O’nun Ehl-i beytine ve dînimizin emirlerini tatbikte gayretli olan Eshâbına salât ve selâm olsun. Ey insanlar, biliniz ki; Şeyh-i a’zam âriflerin kutbu, muvahhidlerin İmâmı, Muhammed bin Ali İbni Arâbî et-Tâî el-Endülüsî, kâmil bir müctehid, fâzıl bir mürşid, hayret verici menkıbeler, garip hârikalar sahibi bir âlimdir. Çok talebesi olup, İbn-i Arabî, âlimler, fâzıllar indinde makbûldür, İbn-i Arabî’yi inkâr eden hatâ etmiştir. Hatâsında ısrar eden sapıtmıştır. Sultânın onu edeblendirmesi ve bu bozuk i’tikâddan sakındırması lâzımdır. Zîrâ, Sultan iyiliği emredip, kötülükten sakındırmak ile me’mûrdur (vazîfelidir).

İbn-i Arabî’nin birçok eseri vardır. Füsûs-i Hikem ve Fütûhât-ı Mekkiyye adlı eserlerinin ba’zı mes’eleleri lafz ve ma’nâ bakımından ma’lûm olup, emr-i ilâhîye ve şer’i Nebevî’ye uygun, ba’zı mes’eleleri ise, zâhir ehlinin idrâkından hafidir (gizlidir). Bunu ancak ehl-i keşf ve bâtın (gönül ehilleri) bilirler. Meram olan ma’nâyı anlayamayan kimsenin, bu makamda susması gerekir. Zîrâ Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: “Hakkında bilgi sahibi olmadığın birşeyin ardınca gitme, çünkü kulak, göz ve kalb, bunların hepsi ondan sorumludur” (İsrâ-36). Allahü teâlâ doğru yola götürendir.”

Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin eserlerinde yazdığı vahdeti vücûd bilgilerinin ba’zıları ve velîlere mahsûs bir hâl olan sekr (şuursuzluk) hâlinde iken söylediği sözleri, hem âlimler, hem de ârifler arasında, yaşadığı zamanda ve daha sonra tartışılmış ve onun hakkındaki sözler farklı olmuştur. Tasavvufun kıymetli hâl ve ma’rifetlerinden olan vahdet-i vücûd (varlığı bir görmek) bilgilerini açıklamakta Muhyiddîn-i Arabî hazretleri çok yüksek derecelere ulaşmış, bu sahada kendisine mahsûs bir sistem kurmuştur. Ancak bu yüksek ve ince bilgiler uzun zaman zâhir âlimlerini ve velîlerin çoğunu tereddüt içinde bırakmış, nihâyet onun hâlini ulemâ-i râsihînin reîslerinden ikinci binin müceddidi. İmâm-ı Rabbânî ile oğlu Muhammed Ma’sûm, âlimlerin ve âriflerin anlıyacağı şekilde Ehl-i sünnet i’tikâdına göre îzâh etmişler, bu husûsta şaşırmış kalmış olanlara doğru yolu göstermişler ve tereddüdlere son vermişlerdir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, mektûplarında Muhyiddîn-i Arabî’nin “Allahü teâlânın kudreti, âhırette görülmesi ve daha birçok sözlerinin Ehl-i sünnetin doğru sözlerine uymamasının çok şaşılacak birşey olduğunu” yazdıktan sonra onun hâlini şöyle îzâh etmektedir:

“Muhyiddîn-i Arabî’nin bu hatâları, keşfinde, ya’nî kalbe doğan bilgilerde olduğu için, belki kabahat sayılmaz, îctihâddaki hatâlar gibi, birşeyler söylenemez. Onun büyük olduğu ve hatâlarının kusur sayılmayacağını, yalnız bu fakîr söylüyorum. Onu büyük bilir ve severim. Ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerine uymayan yazılarını yanlış ve zararlı bilirim. Sofiyyûndan bir kısmı, onu beğenmiyor ve çirkin şeyler söylüyor. Bütün ilimlerini yanlış ve bozuk biliyorlar. Bir kısmı da, ona uyarak, bütün ilimlerini, yazılarını olduğu gibi alıyor. Hepsini doğru biliyor ve doğruluklarını isbât etmeye kalkışıyor. Bu iki kısım da yanılıyor, adâletten ayrılıyor. Bir kısmı haddi aşıyor. Birisi de büsbütün mahrûm kalıyor. Evliyânın büyüklerinden olan Muhyiddîn-i Arabî, keşflerindeki hatâsından dolayı büsbütün red olunabilir mi? Fakat, Ehl-i sünnetin doğru bilgilerine uymayan, hatalı bilgilerine uyulur mu ve herşeyi de kabûl olunur mu? Burada doğru yol, cenâb-ı Hakkın bize ihsân ettiği, iki tarafa sapmayan orta yoldur. Vahdet-i vücûd bilgisinde, Sofiyyenin çoğunun Muhyiddîn-i Arabî ile beraber olduğu meydandadır. Kendisi burada da husûsî bir yol tutmuş ise de, sözün esâsında ortakdırlar. Bu bilgileri de, görünüşte, Ehl-i sünnet i’tikâdına uymuyor ise de, uydurulması kolaydır ve ikisini birleştirmek mümkündür. Bu fakîr, cenâb-ı Hakkın yardımı ile, üstadımın (Muhammed Bakî Billah hazretlerinin) “Rubâiyyât’ını açıklarken, bu bilgileri, Ehl-i sünnet i’tikâdı ile birleştirdim. Aradaki farkın yalnız sözde ve kelimelerde olduğunu göstererek, her iki tarafın şüphe ettikleri yerleri, öyle bir aydınlattık ki, okuyanların hiç şüphesi kalmaz. Görünce anlaşılır.”

İmâm-ı Süyûtî, “Tenbîh-ül-gabî” kitabında, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin büyüklüğünü vesîkalarla isbât etmektedir. Ebüssuûd Efendi fetvâlarında da, ona dil uzatılamayacağı yazılıdır.

Bununla beraber, îmân, i’tikâd ve ibâdet bilgilerine tam vâkıf olmayanların ve tasavvufun inceliklerini iyi bilmeyenlerin, Muhyîddîn-i Arabî’nin kitaplarını okumaları ve sözleri üzerinde düşünmeleri, çok defa zararlı olmaktadır. Geçmiş asırlardaki velîlerin ve âlimlerin ba’zıları dahî, onun sözlerini anlamakta acze düşmüşler ve yanlış yollar tutmuşlardır. Ayrıca tasavvufta vahdet-i vücûd bilgisi ve mertebesi çok yüksek ve kıymetli olmakla beraber, nihâyetin nihâyeti değildir. Asıl maksad yanında, bu mertebe çok gerilerde kalmaktadır. (Vahdet-i Vücûd ve Muhyiddîn-i Arabî hakkında, Hakîkat Kitabevi tarafından yayınlanan Müjdeci Mektûplar ve Se’âdet-i Ebediyye kitaplarında geniş bilgiler vardır.)

Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, 627 (m. 1230) senesinde Şam’da iken, bir gece ma’nâ âleminde Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ) gördü. Peygamber efendimiz elinde bir kitap tutarak; “Bu Füsûs-ül-hikem kitabıdır. Bunu al ve insanların faydalanması için muhteviyatını açıkla” buyurdu. Muhyiddîn-i Arabî de Sevgili Peygamberimizin bu ma’nevî işâretine uyarak, Peygamber efendimizden aldığı emir ve ilham ile, kitabın ihtivâ ettiği husûsları ne eksik, ne de fazla olarak yazdı. Bu kitapta kısa bir başlangıç vardır. Ve ismi bildirilen her Peygambere “aleyhimüsselâm” bir hikmet verildiği bildirilmiştir. Çok kıymetli bir kitaptır. Sonra gelen âlimler, bu kitabın kırktan fazla şerhini yapmışlardır.



SIR

Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, evliyâ-i ârifinin en büyüklerinden olduğu gibi, zâhir âlimlerin de büyük İmâmlarındandır. Sultan Melik Muzaffer Behâüddîn Gâzî’ye icâzet (diploma) verdiği, “Câmi’u Kerâmât” isimli kitapta bildirilmektedir. Yine aynı kitapta, üstâdlarının isimleri uzun uzun yazılıdır. Bu kitapta, yazmış olduğu eserlerden ikiyüzotuzdört tanesinin ismi bildirilmekte, hepsi bu icâzette yazılmış bulunmaktadır.

Eserlerinden ba’zıları şunlardır:
“Fütûhât-ı Mekkiyye” 20 cild, “Et-Tedbîrât-ül-ilâhiyye”, “Tenezzülât-ül-Mevsûliyye.” “El-Ecvibet-ül-müsekkite an süâlât-il-Hakîm Tirmizî”, “Füsûs-ül-hikem”, “El-İsrâ ilâ makamil Esrâ”, “Şerhü hal’in-na’leyn”, “Tâc-ür-resâil”, “Minhâc-ül-vesâil”, “Kitâb-ül-azamet” “Kitâb-ül-beyân”, “Kitâb-üt-tecelliyât”, “Mefâtîh-ül-gayb”, “Kitâb-ül-Hak”, “Merâtibü ulûm-il-vehb”, “El-İ’lâm bi-işâreti ehl-il-ilhâm”, “El-İbâdet vel-halvet”, “El-Medhal ilâ ma’rifetil-esmâ”, “Künhü mâ lâ büdde minh”,


ŞEYTANIN HİLELERİ OKUMAK İÇİN TIKLAYIN'

“En-Nükabâ”, “Hilyet-ül-ebdâl”, “Esrâr-ül-halvet”, “Akîde-i Ehl-i sünnet”, “İşârât-ül-kavleyn”, “Kitâb-ül-Hüve vel-ehâdiyyet”, “El-Celâlet”, “El-Ezel”, “Anka-i Mugrib”, “Hatm-ül-evliyâ”, “Eş-Şevâhid”, “El-Yakîn”, “Tâc-üt-terâcim”, “El-Kutb”, “Risâlet-ül-intisâr”, “El-Hucb”, “Tercümân-ül-eşvâk”, “Ez-Zehâir”, “Mevâkı-un-nücûm”, “Mevâiz-ül-hasene”, “Mübeşşirât”, “El-Celâl vel-Cemâl”, “Muhâdarât-ül-ebrâr ve müsâmerât-ül-ahyâr” beş cilddir. Buhârî, Müslim, Tirmizî’nin eserlerini muhtasar hâle getirmiştir. “Sırrü esmâillah-il-husnâ”, Şifâ-ül-alîl fî îzâh-üs-sebîl”, “Cilâ-ül-kulûb”, “Et-Tahkîk fil-keşfi an sırr-is-Sıddîk”, “El-Vahy”, “El-Ma’rifet”, “El-Kadr”, “El-Vücûd”, “El-Cennet”, “El-Kasem”, “En-Nâr”, “El-A’râf”, “Mü’min, müslim ve muhsin”, “El-Arş”, “El-Vesâil”, “İ’câz-ül-lisân fî tercimeti an-il-Kur’ân”.

SÖZLERİ:

"Sahih bir Akide, tümü ile Keşf ve Şuhud'a dayanır."

"Keşf'te kat'iyyen Hata olmaz ama İstidlal'de Yanılmalar çok olur."

"Eserlerimi Akla ve Fikre dayanarak değil, sadece İlham Meleği'nin kalbime getirdiği Nefese istinat ederek yazıyorum."

"Futuhat'ın hiçbir Bölümünü İrademe ve Aklıma dayanarak yazmış değilim. Allah ilham Meleği ile ne şekilde İmla ettirdiyse o tarzda kaleme aldım."

"Bilgilerimizin tümü Zevk'e, yani Yaşama'ya ve İç Tecrübe'ye dayanmaktadır. Ulum-i Zevkiyye'nin Kaynağı İlahî Tecelli'dir. bazen doğru bir Haber ve Sıhhatli bir Nazar Yolu ile de Bilgi Sahibi olmaktayız."

"Bütün insanların İlah konusunda bağlı kaldıkları Akideler vardır. Ben bunların hepsine inanıyorum ve bağlanıyorum."

"Alem'de Tek bir Varlık vardır. O da Vucudu Mutlak olan Allah'ın Varlığıdır. Diğer Varlıklar bu Varlığın çeşitli Zuhurları ve Değişik Tecellileridir. Var zannedilen Şeyler aslında Vehim ve Hayalden İbaret'tir."

"Allah'a Hamd olsun, İlim Konusunda Hz. Peygamber'den başkasını Taklit etmedim. Bilgilerimizin hepsi Hata'dan korunmuştur. Nakle ve Rivayete dayanmaz."

"Sizi kuşatan bu Rahmet'i daha da genişletiniz"

"Bir kimse hakikaten Arif olursa, Din'i ve ilahî Gerçeğe Aşina bulunursa, belli bir Akide ile Mukayyet olmaz, Muayyen görüşlere Bağlı kalmaz."

"Hakiki Mana'daki Hukema, Ulema-billah'tır, yani Allah'ı bilen ve Allah'ı kabul eden kimselerdir." Bir kimseye Hikmet verilmişse ona çok Hayır verilmiştir."

"Hikmet, Nübüvvet'i bilmektir. Davud hakkında, "Allah ona Mülk ve Hikmet verdi" buyruldu. Filozof, Muhibb-i Hikmet Manasına gelir. Akıl Sahibi olan herkes Hikmet'i sever. Felsefe de Hubb-i Hikmet yani Hikmet Sevgisi demektir. Müslümanlar'ın Hal ve Zevk Sahibi olan Eflatunu İlahi'den hoşlanmamaları, Felsefe Kelimesinin Manasını bilmemelerinden ileri gelir."

"Ey Kardeş! Filozof'un ve Mutezile Alimi'nin Sözünü al, üzerinde düşün, kendini azıcık Hidayet Yolu'na sevk et. Bu sayede belki de söylenen Söz senin için açıkça anlaşılır hale gelecektir. kıyamet Günü "kendime yazık ettim, şüphesiz ki bundan Gafil idim, hatta bu hususta Haksızlık etmiştim", demenden böyle davranman daha Güzel değil midir?"

"Dinî ve İlahî Konularda, Aklî bir Delilin Kabul ettiğini, aynı Mahiyetteki diğer bir Aklî Delil reddeder. O halde bu Sahada Akl'a nasıl güveneceksiniz?"

"Rivayet Yolu ile gelen nice Sahih Hadisler vardır ki, bunlar Raviler'e göre Sahih olduğu halde, Keşf Sahibi olan bu Zat'a göre Sahih değildir. Zira bu Hadis'in Sahih olup olmadığı Rasulullah'a sorulmuş, Rasulullah bu Hadis'in Mevzu olduğunu ona Haber vermiş, o da bu Hadis'le Amel etmeyi terk etmiştir. Fakat Sened'i Sahih olduğu için Nakilciler bu tür Hadisler'le Amel ederler. Sened'i Zayıf olan nice Hadisler vardır ki Ehli-Keşf için Sahih'tir. Zira Rasulullah'tan işitmiştir."

Filozoflar sırf bu İsmi aldıkları için kötülenmiş değillerdir. İlahiyat'la ilgili konularda hata ettiklerinde Zem olunmuşlardır. Filozof Muhibb-i Hikmet demektir. Şüphe yok ki aklı başında olan her İnsan Hikmet'i sever.

Filozof'un Dini yoktur, demene gelelim. Filozofun Dininin olmaması, söylediği her Söz'ün Batıl olduğuna Delalet etmez ki! Akıl Sahibi bir kimse bunun böyle olduğunu İlk Nazar'da idrak eder."

"Biz ve bazı ârifler, birtakım marifetleri ve sırları açıkladığımız için ezâ ve cefâya maruz kaldık. "Zındık'sın" diye aleyhimizde Şahitlik yaptılar. Katlanılması son derece Zor sıkıntılara Duçar olduk. Böylece kavmi tarafından tekzip edilen- pek azı müstesna kimsenin İman etmediği- Peygamberler gibi olduk. Bizim Baş Düşmanımız, Fikirlerinde Taklit üzere olan Mukallidler'dir.

"Şeriat'ın Derin Konularını ve Tevhid İlmi'nin Müşkil Meselelerini anlamak isteyenler, aklın ve Rey'in verdiği bütün Hükümleri terk etmeli ve Allah'ın Şeriat'ının önüne geçerek, kendileriyle Niza yapan Akl'a şöyle Hitap etmelidir: "Ey Akıl Sen de benim gibi Kul'sun, Mahluk'sun! Allah'ın kendisine nispet ettiği Hususları, senin gibi kendisinin ne olduğunu anlamaktan bile Aciz olan bir Varlığa istinat ederek nasıl terk edebilirim? Sen kendini bilmiyorsun, Rabb'ini nereden bileceksin?

Tevhid ve Tasavvuf İlmi, aklın Tavrının üstündedir, Dahilinde değildir. aklın bir hududu vardır, bu Sınır'ın ötesine gidemez.

Şeriat'ın biri Aşağı, diğeri Yüksek iki Dairesi vardır. Aşağı Dairesi Ehl-i Fikr, yukarı Dairesi Ehli Keşf içindir. Keşf Ehli'nin söyledikleri sözlerin, kendi Dairelerinde bulunmadığını gören Fikir Ehli, Keşf Ehli'nin Sözlerini Red ve İnkar eder ama, Keşif Ehli, Fikir Ehli'nin Sözlerini Red ve İnkar etmez. Hem Fikir hem Keşif Sahibi olanlar, Zamanın Hakimidirler. Musa ile Hızır'ın kıssaları buna şahittir.

Tasavvuf'a karşı olan fıkıhçı, Kelamcılar için şöyle der: "Bunlar üzerinde Güneş Tutulması hiç Eksik ve Zail olmaz."

"Peygamberler için firavunlar ne ise, Rusum Uleması, Veliler için odur. Fukaha ve Ashab-ı Fikir, Velilerin firavunları ve Allah'ın Salih Kulları'nın Deccal'leridir"


 
 
Ara
İçeriğe dön | Ana menüye dön