SEYYİD ABDULKADİR GEYLANİ K.S - SEYYİD MUHAMMED ŞERİF BUHARİ

İçeriğe git

Ana menü:

SEYYİD ABDULKADİR GEYLANİ K.S

ALLAH DOSTLARI
TİYATRO-

KADİRİ TARİKATI PİRİ

Güney Azerbaycan'ın Geylân şehrinde 1078 (H.471)de doğdu. Künyesi, Ebû Muhammed'dir. Muhyiddîn, Gavs-ül-a'zam, Kutb-i Rabbânî, Sultân-ul-evliyâ, Kutb-i a'zam gibi lakabları vardır. Babası Ebû Sâlih bin Mûsâ Cengîdost'tur. Hazret-i Hasanın oğlu Hasan-ı Müsennâ'nın oğlu Abdullah'ın soyundandır. Annesinin ismi Fâtıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup seyyidedir. Bunun için
Abdülkâdir Geylânî, hem seyyid, hem şerîfdir. Hazret-i Hüseyin'in evladına seyyid, hazret-i Hasan'ınkine şerîf denir.


Babaları tarafından soyları:
"Kutubların Kutbu, Gavsların Ulusu, Hakk'ın Sevgili Kulu Şeyh Seyyid Abdulkadir Geylanı, babası Seyyid Ebu Salih, O'nun babası Seyyid Musa, O'-
nun babası Seyyid Ömer Zahid, O'nun babası Seyyid Muhammed Ruhı, O'nun babası Seyyid Davud, O'nun babası Seyyid (ikinci) Musa, O'nun babası
Seyyid Abdullah, O'nun babası Seyyid (ikinci) Abdullah, O'nun babası Seyyid (Üçüncü) Musa, O'nun babası Seyyid (Üçüncü) Abdullah, O'nun babası
(Hasan el-Müsenna diye bilinen) Seyyid Muhammed, O'nun babası Seyyid imam Hasan el-Mücteba, O'nun babası (Allah'ın Yenilmez Arslanı) Seyyidüna
Ali bin Ebu Talib (Radıyallahü Anh)" olarak kaydedilmiştir.

Seyyid Abdulkadir Geylanı Hazretleri, tarıkat ve hakıkat ehli arasında "imamlar imamı, Gavsların Büyüğü (Gavs-ı A'zam)"; göktekiler arasında "Beyaz Doğan
(Bazu'I-Eşheb)"; şeriat alimleri arasında "Dini Canlandıran (Muhyiddın)" adlarıyla tanınmışlardır. Bu adların veriliş sebepleri hakkında kitaplarda açıklamalar vardır. Mezhebieri, Hanbeli'dir.

Gavs-ı A'zam Abdulkadir Geylanı Hazretleri'nin
Tarikat Silsilesi:
Şeyh Abdulkadir Geylani
Şeyh Ebu Saıd Mübarek el-Mahzumı
Şeyh Hasan Kureyşi el-Hekkarı
Şeyh Ebü'I-Ferec et-Tusi
Şeyh Abdülvahid et-Temımı
Şeyh Ebu Bekr eş-Şibli
Şeyh Cüneyd-i Bağdadi
Şeyh Seriyy-i Sakati
Şeyh Ma'ruf-ı Kerhi
imam Ali Rıza
imam Musa Kazım
imam Ca'fer-i Sadık
imam Muhammed Bakır
imam Zeynül'abidın
imam Hüseyn Şehıd-i Kerbela
imam Ali el-Murtaza
Seyyid-i Kainat Hazret-i Muhammed Mustafa
(Sallallahü Aleyhi Vesellem)
(Allah Onlardan razı olsun ve sırlarını yüceltsin)

Abdülkâdir Geylânî 1166 (H.561)'da Bağdad'da vefât etti. Türbesi Bağdad'dadır.Fıkıh ve hadîs ilimlerinde müctehid idi. Kâdiriyye tarîkatının kurucusudur. Orta boylu, zayıf bünyeli, geniş göğüslü, ilm için vefâkârlıkta emsâli az bulunur bir velî idi.
Abdülkâdir Geylânî daha doğmadan, ilerde büyük bir zât olacağına dâir alâmetler, işâretler görülmüştü. Babası rüyâsında Rasulullah efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem, Eshâb-ı kirâmı radıyallahü anhüm ve evliyâyı gördü. Rasulullah efendimiz kendisine; "Ey Ebû Sâlih! Allah bu gece sana kâmil, olgun ve derecesi yüksek bir erkek evlâd ihsân etti. O benim oğlum ve
sevdiğimdir. Evliyâ arasında derecesi yüksek olacak." buyurdu. Doğduktan sonra da hâlleri ile dikkatleri çekti. Abdülkâdir Geylânî on sekiz yaşında Bağdad'a geldi. Buradaki âlimlerden ders almak sûretiyle hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde yetişti. Fıkıh ilmini; Ebû Hattâb Mahfûz, Ebü'l-Vefâ Ali bin Ukayl, Ebû Hüseyin bin Kâdı Ebû Ya'lâ gibi fıkıh âlimlerinden öğrendi. Hadîs ilmini; Hasan-i Bâkıllânî, Ebû Saîd Muhammed bin Abdülkerîm,Ebû Gânim Muhammed bin Muhammed, Ebû Bekr Ahmed bin Muzaffer, Ebû Câfer, Ebû Kasım bin Ali, Ebû Tâlib Abdülkâdir, Ebû Bekr Hibetullah ibni Mübârek, Ebü'l-İzz Muhammed bin Muhtar, Ebû Nasr Muhammed, Ebû Gâlib Ahmed, Ebû Abdullah Yahyâ gibi hadîs âlimlerinden öğrendi.Tasavvuf ilmini ise; Şeyh Ebû Saîd Mahzûmî ile Hammâd-i Debbâs'tan almıştır.
İlim tahsilini tamamlayıp yetiştikten sonra, vaâz ve ders vermeye başladı. Hocası Ebû Saîd Mahzûmî'nin medresesinde verdiği ders ve vaâzlarına gelenler medreseye sığmaz sokaklara taşardı. Bu sebeple,Bağdad halkının yardımlarıyla çevresinde bulunan evler de ilave edilmek sûretiyle medrese genişletildi. Abdülkâdir-i Geylânî , bir müddet ders verip insanları irşâd ettikten, hak ve hakikatı anlattıkdan sonra, ders ve vaâz vermeyi bıraktı. İnzivâya çekilip, yalnızlığı seçti. Sonra sahrâlara çıktı. Bağdad'ın Kerh harâbelerinde yaşamaya başladı.
Bütün vaktini ibâdet, riyâzet ve mücâhede ile nefsinin arzu ve isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmakla geçirmeye başladı. Buyurdu ki:
"Irak'ın sahrâ ve harâbelerinde 25 sene insanlardan uzak kaldım. Benim kimseden, kimsenin benden haberi yoktu. Bâzan uzun müddet yemezdim ve
"Açım! açım!" diye midemin feryâdını duyardım. Bâzan üzerime öyle ağırlıklar gelirdi. Bu sırada; "Muhakkak zorlukla berâber bir kolaylık vardır, şüphesiz zorlukla berâber kolaylık vardır." meâlindeki İnşirâh sûresinin beşinci ve altıncı âyeti kerîmelerini okuduğumda üzerimdeki ağırlıklar dağılıp, giderdi."
"Şeytanlar çeşitli kılık ve kıyâfetlere bürünüp toplu hâlde yanıma gelir, beni yolumdan çevirmek için uğraşırlardı. Kalbimde büyük bir azim ve direnç
hissederdim. İçimden bir ses; "Ey Abdülkâdir! Onlarla mücâdele et, onlara galip geleceksin." derdi. İçlerinde bir şeytan durmadan bana gelir;
"Buradan git, şöyle yaparım, böyle yaparım." diye beni tehdit ederdi. Cân u gönülden, "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahil aliyyil azîm" okuyunca, onun
tamâmen yandığını görürdüm." Bir kere Abdülkâdir Geylânî şöyle bir ses işitti: "Ey Abdülkâdir! Ben senin Rabbinim! Sana haramları mubah, serbest kıldım.""Başkasına yasak olan şeyleri sana helâl kıldım." diyordu. Bunun üzerine Abdülkâdir Geylânî "Eûzübesmele" çekti. "Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım. Sus ey mel'ûn!" diye bağırdı. Bunun üzerine aynı ses; "Ey
Abdülkâdir! Rabbinin izni ile çeşitli yerlerde bana aldanmayarak, şerrimden, kötülüğümden kurtuldun. Halbuki ben bu yolla yetmiş kişiyi yoldan çıkarmışdım." dedi. Onun şeytan olduğunu nasıl anladığını sorduklarında; "Sana haramları helâl ettim, sözünden anladım. Çünkü Allah böyle şeyleri emretmez." buyurdu. Şeytanı başımdan savdıktan sonra bana pek lezzetli
süslü ve parlak şeyler göründü. "Bunlar nedir?" dedim; "Dünyâ zevkleri ve zînetleridir." denildi. Dünyâ ve onun göz kamaştırıcı lezzeti ve çabuk tükenen nîmetleri kendine çekmek istedi fakat Allah beni onlardan da korudu. Onlara hiç kıymet vermedim. Bunun için kaybolup gittiler. Sonra Allahnın rızâsına kavuşma yolunda insanın önüne çıkan mânileri, engelleri gördüm. "Bunlar nedir?" dedim. "Senin içinde bulunan mânîlerdir." denildi. Bunlara üstün gelebilmek için bir sene uğraştım. Sonra içimi seyrettim. Kalbimin birçok şeylere bağlandığını boş hayaller kurduğunu, kendini saraylarda sandığını gördüm. "Bunlar nedir?" dedim. "Arzu ve isteklerindir." denildi. Tam bir yıl
uğraştıktan sonra kalbimi onlardan temizleyebildim.
"Yine nefsim kendi şeklinde bana gelir, kendine dost olmam için yalvarırdı. Yüz vermeyince zor kullanmak isterdi. Bir kere onu, bütün hastalıkları üzerinde, arzu ve istekleri dipdiri, şeytanları emrine hazır olarak gördüm. Bir sene mücâdele ettim. Allah'ın izni ile hastalıklarını iyileştirdim, arzu ve isteklerini kırdım, şeytanlarını kovdum. Kısaca nefsimle tedrîcen, safha safha mücâdele ettim. "
"Bütün bunlara rağmen, henüz matluba, maksada ve asıl istediğime varamamıştım. Bunun için, tevekkül, şükür ve zenginlik gibi kapıları denedim.
Aradığımı fakirlik kapısında buldum. Burada büyük bir şerefe kavuştum, kulluk sırrına erdim, sonsuz hürriyete ulaştım. Bütün arzu ve isteklerim buz gibi eridi. Bütün beşerî sıfatlarım kayboldu. Gönülden Allah’dan başka her şeyi çıkarıp, hep O'nunla olmak olan "fakr" mertebesine ulaştım".
"Nihâyet bütün varlıklardan yüz çevirdim. Her şeyim Allah için oldu. Sahralarda cezbe hâlinde kendimden geçmiş olarak dolaşırdım. Kendime geldiğimde kendimi bulunduğum yerlerden çok uzaklarda bulurdum. Bir gün bu halde bir saat kadar yürümüştüm. Sonra kendimi Bağdad'a on iki günlük uzaklıkta bir yerde buldum. Düşünceye daldığımda bir ses bana; "Sen ki Abdülkâdir'sin,buna hayret mi ediyorsun?" dedi." "Sahralarda dolaşırken "Ol" sözü ile ihsân
olundum. Allah'ın izni ile istediğim olurdu. Bunun için çok şey buldum... Sonra böyle yapmaktan hayâ ettim. Allah’a karşı edebi gözeterek hepsini terk ettim."

Abdülkâdir Geylânî bu uzun dolaşmalardan sonra Bağdad'a dönüyordu. Hazret-i Hızır önüne çıkıp, şehre girmesine mâni oldu. "Emir var. Yedi sene
Bağdad'a girmeyeceksin." dedi. Bu sebeple, Bağdad'ın kenarlarında yedi yıl, yerden biten mübah bakliyatı yiyerek bekledi. Bildirilen müddet bitince; "Ey Abdülkâdir! Bağdad'a gir, serbestsin." diye bir ses duydu. Soğuk ve yağmurlu bir gecede Bağdad'a girdi. Doğru Şeyh Hammâd bin Müslim Debbâs'ın zâviyesine geldi ve geceyi orada geçirdi. Sabahleyin Şeyh Hammâd Debbâs onu görünce ağlayarak; "Oğlum Abdülkâdir! Bu devlet bugün bizim, yarın sizin olacaktır." dedi. Bir müddetten beri Bağdad'da bulunan Abdülkâdir Geylânî fitne ve karışıklıklar olunca tekrar sahrâlara çıkmak istedi. Hibe kapısı denilen yere gelince; "Nereye gidiyorsun? Dön, herkes senden faydalanacak." diyen bir ses işitti. "Ben dînimi kurtarmak istiyorum." dediğinde; "Korkma, dînine
bir zarar gelmeyecek." denildi. Düşünmeye başladı ve bu işin hakîkatını bildirmesi için Allah’a yalvardı. Bu esnâda Muzafferiyye denilen yerden geçerken birisi kapıyı açıp; "Ey Abdülkâdir! Buyurun." dedi. Yanına varınca; "Söyle, dün Allah’dan ne istemiştin?" dedi. Abdülkâdir Geylânî şaşırıp cevap veremedi. Bunun üzerine o Zât kapıyı şiddetle yüzüne çarptı. Dün Allah’dan ne istediğini düşünerek yürümeye başladı. Biraz sonra o zâtın Şeyh Hammâd Debbâs olduğunu hatırladı. Bundan sonra onun sohbetlerine gider, halledemediği, çözemediği esrarı, gizli şeyleri ondan sorardı. O da ona bir bir açıklardı. Bâzan ilim öğrenmek için başka taraflara gittiğinden onunla görüşemezdi. Dönünce hocası ona; "Allah aşkına nerelere gidiyorsun? Bu civarda senden daha âlim birisi var mı?" derdi. Şeyh Hammâd'ın müridleri ona bâzan; "Sen âlim birisin. Burada ne işin var, buradan gitsene." derler; Şeyh Hammâd da onlara; "Utanmıyor musunuz? Onu buradan kovmak mı istiyorsunuz. İçinizde onun gibisi yok. Benim ona eziyet ettiğime bakmayın. Onu imtihan etmek, denemek, mânen kemâle ermesi, olgunlaşması için böyle yapıyorum, mânâ âleminde onu koca bir dağ gibi görüyorum." derdi. Yine bir sohbet toplantısında, Abdülkâdir Geylânî dışarı çıkmıştı. Şeyh Hammâd; "Şu genci görüyor musunuz? Bir zaman gelecek ayağı bütün velîlerin boynunda olacak, her velî ona itâat edecek." dedi. Başka bir gün o gelince ayağa kalkıp; "Hoş geldin Abdülkâdir! Sen âriflerin, Allah’ı tanıyanların seyyidi, efendisisin. Senin sancağın doğudan batıya kadar dalgalanacak. Bütün boyunların sana
eğileceğini ve akranlarının üstünde bir dereceye ulaşacağını müjdelerim." dedi.
Zamânındaki diğer evliyâ da kerâmet olarak ileride onun derecesinin yüksek olacağını haber verdiler. Abdülkâdir Geylânî zaman zaman Şeyh Tacül
ârifîn Ebü'l-Vefâ hazretlerinin yanına giderdi. Ebü'l-Vefâ hazretleri o gelince ayağa kalkar, yanındakilere; "Ayağa kalkın, evliyâdan biri geliyor." derdi. Ona karşı bu şekilde iltifât etmesine hayret eden talebelerine; "Henüz zamânı var. Vakti gelince, okumuş, câhil herkes bu gence muhtâc olacak, onun feyzinden, mânevî ilminden faydalanacaktır..." derdi.

Bir defasında da; "Ey Bağdadlılar! Allah’a yemîn ederim ki, onun başında bir ucu doğuda bir ucu da batıda olan sancaklar dalgalanacaktır." dedi ve Abdülkâdir Geylânî 'ye dönüp; "Bugün söz bizim fakat ilerde senin olacak. O zaman bu ihtiyarı hatırlarsın." diye hitâb etti. Nihayet Abdülkâdir Geylânî Bağdad'da insanları irşâda, Allah'ın beğendiği yolda bulunmaya dâvete
ve nasîhat etmeye başladı. Bir gün kendini nûrların kapladığını gördü. Bu hal nedir diye sorunca, Resûlullah efendimiz Allah'ın sana verdiği yüksek
dereceyi tebrik etmeye geliyor, denildi. Nûrun gitgide çoğaldığı bir anda Resûlullah efendimiz görünerek bir elbise verdiler. Sonra; "Bu, kutubluk
denilen velîlere âit evliyâlık elbisesidir." buyurdular.
Resûlullah efendimizden Hazret-i Ali vâsıtasıyla gelen feyzler, mânevî ilimler ondan sonra Hazret-i Hasan ile Hüseyin ve on iki imâmdan diğerleri ile devam etti. Bunlardan sonra gelen evliyâya feyzler hep on iki imâm vasıtasıyla geldi. Abdülkâdir Geylânî dünyâya gelip velî oluncaya kadar hep böyle idi. Fakat o evliyâlıkta yüksek dereceye kavuşunca, on iki imâmdan gelen feyzler, ilimler,bereketler onun vâsıtasıyla geldi. Başka hiç bir velî bu makâma ulaşamadı. Bunun için; "Önceki velîlerin güneşi battı. Bizim güneşimiz ufuk üzerinde sonsuz kalacak, batmayacaktır." buyurdular. Kıyâmete kadar, her velîye feyzler
onun vasıtasıyla gelecektir. Bunun için kendisine "Gavs-ül-A'zam(= En büyük Gavs) " denildi. İmâm-ı Rabbânî bu hususda onun vekîlidir.
Abdülkâdir Geylânî 'nin evliyâlıktaki derecesinin yüksekliğini zamânındaki bütün evliyâ kabûl etmişti.

Şeyh Halîfet-ül-Ekber anlatır: Rüyâmda Resûlullah efendimizi gördüm. "Yâ Resûlallah! Şeyh Abdülkâdir, ayağım bütün velîlerin boynu üzerindedir, diyor ne buyurursunuz?" diye sordum. "Doğru söylemiştir. O benim himâyemde bir
kutubdur, bu nasıl olmasın?" buyurdu."Adiyy bin Müsâfir; "Bu sözü yalnız o söyledi, başkasından duymadım. O bununla kendi zamânındaki ferdiyet
denilen makâmını açıklar. Onun gibi hiç kimse böyle söylemeğe mezun, izinli değildir." der. Abdülkâdir Geylânî bu sözü söylediğinde, yeryüzünde velîler boyunlarını ona doğru uzattı. O anda boynunu uzatanlardan biri Ahmed Rufâî'dir. Ona niçin böyle yaptığını sorduklarında şöyle dedi:
"Şu anda Abdülkâdir Bağdad'da "Ayağım, her velînin boynundadır" diyor.Ahmed Rufaî; "O bu sözü mânevî emirle söyledi." dedi. Ebû Medyen Mağribî de; "Evet ben Mağrib'de ona boynunu uzatanlardan biriyim." buyurdu.
İbn-i Hacer-i Askalânî hazretleri de; "Bunun mânâsı, ilerde o kadar kerâmet gösterecektir ki, inâd eden ve doğru yoldan sapanlardan başkası onu
inkâr etmeyecektir." dedi.
Büyük âlim İzzeddîn bin Abdüsselâm; "Şüphesiz o, evliyânın sultanı idi." demişti. Hayat bin Kays hazretleri buyurur ki: "Abdülkâdir Geylânî bu sözü söyleyince, bütün velîlerin kalblerindeki nûrlar arttı. İlimlerinde bereket,
hâllerinde yükseklik görüldü. Çünkü onlar istisnâsız, başlarını onun ayağına doğru uzatmışlardı."
Abdülkâdir Geylânî 'nin tasavvuftaki yoluna Kâdiriyye tarîkatı denir. Tarîkatının husûsiyeti, dînin emir ve yasaklarına uymak, devamlı zikir, Allah’ı anmak, gönlü Allah’dan başkasından kurtarmaktır.
Abdülkâdir Geylânî tasavvuf bilgilerini herkesin anlayacağı şekilde sundu. Rasulullah efendimizin bereketiyle sözleri gayet tatlı ve tesirli idi. Kendileri şöyle anlatır:
Hicrî beş yüz yirmi bir senesi Şevval ayının on altısı olan Salı günü öğleden önce, Resûlullah efendimizi rüyâmda gördüm."Ey oğlum, niçin konuşmuyorsun?" buyurdu. "Babacığım ben yabancıyım. Bağdad fasîhlerinin yanında nasıl konuşurum?" dedim. "Ağzını aç!" buyurdu. Ağzımı açtım. Yedi defâ ağzıma sürdü ve; "İnsanlarla konuş, onları güzel hikmet ve vâzlar ile Rabbinin yoluna çağır." buyurdu. Öğle namazını kıldım. Yanımda kalabalık insanlar gördüm. Nutkum tutuldu. Ali bin Ebî Tâlib'i gördüm. Mecliste benim
karşımda ayakta duruyor ve bana; "Ey oğlum niçin konuşmuyorsun?" diyordu. "Babacığım! Nutkum, konuşmam tutuldu, konuşamıyorum." dedim.
"Ağzını aç." buyurdu. Açtım. Altı defâ sürdü "Niçin yediye tamamlamadınız?" dedim. "Resûlullah'a karşı olan edebimden." buyurdu ve gözden kayboldu. Bundan sonra en fasîh bir dille konuşmağa başladım. Birgün, minberde oturmuş vâz ediyordu. Birden süratle en son basamağa indi. Ayakta, elini elinin üstüne koyarak, mütevâzi bir şekilde durdu. Bir müddet sonra minbere çıktı. Eski yerine oturdu ve vâzına devâm etti. Oradakilerden birisi, ne oldu
diye suâl edince; "Ceddim Resûlullah'ı gördüm. Geldi ve minber önünde durdu. Hayâ edip, son basamağa indim. Kalkıp, gitmeye başlayınca, bana yerime oturmamı ve insanlara vâz etmemi emr etti." dedi.
Sohbetlerinde bâzan birkaç kişi coşarak kendinden geçerdi. Haftada üç gün, cumâ, salı ve pazartesi gecesi halka vâz ederdi. Vâzında, âlim ve evliyâdan
zatlar da bulunur, hepsi büyük bir huzûr içerisinde dinlerlerdi. Kırk sene böyle devâm etti. Sorulan suâllere gâyet açık ve doyurucu cevaplar verirdi.Ders ve fetvâ vermeye yirmi sekiz yaşında başlamış olup, bu hâl altmış yaşına kadar devâm etti. Huzûrunda Kur'ân-ı Kerîm tegannîsiz gâyet sâde, tecvide riâyetle okunurdu. Derin ilim sâhibi idi. On üç çeşit ilimde ders verirdi. Sabah ve ikindiden sonra tefsîr, hadîs ve fıkıh; öğleden sonraları Kur'ân-ı kerîm ve kırâat
dersleri okuturdu. Akşam ve sabah ise, usûl-i fıkıh ile nahv, arabî cümle bilgisi verirdi. Onun bereketiyle talebeler çabuk ilerlerdi. Ebû Muhammed Haşşâb der ki:"Gençken nahiv okuyordum. Bana bir gün Abdülkâdir Geylânî'nin vâzlarında çok tesirli konuştuğunu söylediler. Vakit bulamadığım için gidemezdim. Nihâyet bir gün vâz verdiği yere gittim. Beni görünce; "Bizim sohbetimizde bulun, seni Sîbeveyh yapalım." dedi. O günden sonra yanından ayrılmadım. Din bilgilerinde ve aklî ilimler denilen diğer yardımcı ilimlerde çok istifâde ettim. " Bir gün birisi huzûrunda Kur'ân-ı kerîm okudu. Âbdülkâdir-i Geylânî okunan âyet-i kerîmeleri tefsîr etmeye başladı. Kırk şekilde tefsîr yaptı ve hepsinin delilini gösterdi. Orada bulunanlar yalnız on bir tefsîri anlayabildi ve dinleyenleri hayrette bıraktı. Sonra; "Sözü burada bırakıyorum. Şimdi kelime-i tevhide geldik"Lâ ilâhe illallah" dedi. Bunları söyler söylemez cemâatı bir hâl kapladı, hepsi kendilerinden geçti. Önce lâzım olan din bilgilerini öğrenmeyi tavsiye ederdi. Cubbâî ismindeki bir zât anlatır: "Evliyânın hayâtından ve sözlerinden bahseden arabî Hilyetül- Evliyâ kitabını birisinden dinlemiştim. Kalbim yumuşadı ve halktan uzaklaşıp yalnız ibâdetle meşgûl olmak istedim. Gidip Abdülkâdir Geylânî'nin arkasında namaz kıldıktan sonra huzûrunda oturdum. Bana bakıp; "Eğer inzivâya çekilmek istersen, önce ilim, sonra da mürşid-i kâmillerin huzûrunda edeb öğren. Daha sonra inzivâya, yalnız ibâdete başla. Yoksa, ibâdet ederken dinde bilmediğin bir şeyi öğrenmek îcâbeder de, yerinden ayrılmak durumunda kalırsın." buyurdu.
Abdülkâdir Geylânî 'nin şöhreti her tarafı kaplayınca, Bağdad'ın ileri gelen âlimleri, herbiri bir mesele sorup imtihân etmek için huzuruna gelip
oturdular. Bu esnâda Abdülkâdir Geylânî'nin göğsünden ancak kalb gözü açık olanların görebildiği bir nûr çıktı ve âlimlerin göğsünden geçip gitti. Âlimleri bir hâl kapladı. Bunun üzerine onları tek tek bağrına bastı ve şimdi suâllerinizi
sorun buyurdu. Her biri suâllerini sorup, hemen cevâbını aldı. Onlara; "Size ne oldu böyle?" denildiğinde; "Huzûrunda oturduğumuzda, bütün bildiklerimizi unuttuk. Bizi bağrına basınca unuttuklarımızı tekrar hatırladık. Suâllerimizi sorunca, öyle cevaplar aldık ki, hayrette kaldık." dediler.
Ebû Sa'îd Kilevî şöyle anlatmıştır: "Ben, Abdülkâdir-i Geylânî'nin meclisinde iken, Resûlullah efendimizi ve gördüm.Bir defâsında da Hızır aleyhisselâmı görmüştüm. "Her kim dünyâda kurtuluşa ermek ve saâdete kavuşmak isterse, Şeyh Abdülkâdir'in meclisine devâm etsin!" buyurmuştu."
İbn-i Kudâme şöyle söylemiştir: "1166 (H.561) yılında Bağdad'a girdiğimizde, Abdülkâdir-i Geylâni'yi ilmin zirvesine yükselmiş gördük. O, ilmi ile amel eder, kendisine sorulan çetin sorulara doyurucu cevaplar verirdi. Bütün güzel huylara ve üstün vasıflara sâhipti. Onun gibi bir zâta daha hiç rastlamadık."
Dîne uygun olmayan bir şeye müsâade etmezdi. Bir gün yanında; "Falanca çok ibâdeti ve kerâmetleri ile meşhûrdur." diye konuşuldu ve bu arada;"Ben
derece bakımından Yûnus aleyhisselâmı geçtim." dediği nakledildi. Bunu duyunca yüzünde öfke eserleri görüldü...
Çok sabırlı idi. Talebelerinin suallerini kızmadan cevaplandırır, dersi geç anlayanlara sabırla anlatırdı. Ubey isminde, anlatılanları zor kavrayan
bir talebe vardı. Bir gün ders sırasında İbn-üs- Semhal isminde bir zât gelmişti. Abdülkâdir Geylâni'nin onun dersi geç anlamasına karşı gösterdiği tahammüle hayran kaldı. O talebe dersini alıp çıktıktan sonra, gösterdiği sabra hayret
ettiğini söyleyince, Abdülkâdir Geylânî ; "Bir hafta daha yorulacağım, ondan sonra vefât edeceğim." buyurdu. Dediği gibi bir hafta sonunda vefât etti.

VEFATI :
Abdülkâdir-i Geylânî vefât edeceği sırada, oğullarına buyurdu ki: "Yanımdan ayrılın! Çünkü zâhirde, görünüşte sizinle, bâtında Allah ile berâberim." Yine o esnâda buyurdular: "Yanımda sizden başkaları da vardır. Onlara yer açın. Onlara edebi gözetin. Burada büyük rahmet vardır. Onları sıkıştırmayın!" Yine; "Aleyküm-üs-selam ve rahmetullahi ve berekâtühü. Allah beni ve sizi mağfiret etsin! Allah benim ve sizin tövbelerimizi kabûl etsin!" Bir gün bir gece hep böyle buyurdular.
Oğlu Şeyh Abdürrezzâk anlatır:
Gavs-ül âzam, o esnâda, ellerini kaldırıp, uzattı ve; "Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berekâtühü! Tövbe ediniz!" buyurdu. Vefât ederken iki defâ; "Allahümme refîk al a'lâ." deyip; "Size geliyorum, size geliyorum." buyurdu.Tekrar buyurdu ki: "Durun!" Bunun ardından, ona ölüm ve sekerât hâli geldi. Bu hâlde iken; "Bana kimse bir şey sormasın. Ben, Allah'ın ilminde bir
hâlden başka bir hâle geçmekteyim." buyurdu. Son anlarında, oğlu Abdülcebbâr; "Babacığım, bedenin acı duyuyor mu?" diye arz edince; "Bütün uzuvlarım acı içindedir. Yalnız kalbimde hiç acı ve elem yok. O, Allah iledir." buyurdu. Oğlu Şeyh Abdülazîz; "Hastalığınız nasıldır?" diye sorunca; "Benim hastalığımı, insan, cin ve meleklerden hiçbiri bilmez ve anlayamaz. Allah'ın ilmi, hükmü ile nâkıs olmaz. Hüküm değişir, ilim ise değişmez. Allah, dilediğini siler, dilediğini yazar. Ümm-ül-kitab O'ndadır, O'na yaptığından suâl olunmaz. Kullara ise, yaptıkları sorulur." buyurdu.
Daha sonra; "Kudret ile hâkim, kullarına ölüm ile gâlib olan Allah, her ayıp ve kusurdan münezzehdir. Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah!" Sonra da; "Allah Allah Allah..." deyip sonra sesini kesti, dilini damağına yapıştırıp,
mübarek rûhunu teslim eyledi. Cenâze namazını oğlu Abdülvehhâb
kıldırdı.Cenaze merasimine gelen büyük kalabalık sebebiyle ancak gece defn edilebildi.

VASİYYETİ :
Oğlu Abdurrezzâk'a şöyle vasiyet eyledi: Ey oğlum! Allahü tealâ bize ve sana ve bütün müslümanlara tevfîk, başarı ve muvaffakiyet ihsân eylesin! Sana Allah'tan korkmanı ve O'na tâat üzere olmanı, dînimizin emir ve yasaklarına riâyet etmeni ve hudûdunu gözetmeni vasiyet ederim.
Ey oğlum! Allah bize, sana ve müslümanlara tevfîk versin! Bizim bu yolumuz, Kitap ve Sünnet üzere bina edilmiştir. Kalbin selâmeti, el açıklığı, cömertlik, cefâ ve ezâya katlanmak ve din kardeşlerinin kusurlarını affetmek üzere
kurulmuştur.
Ey oğlum! Sana vasiyet ederim! Derviş yâni Allah adamlarıyla berâber ol. Meşâyıha, tasavvuf büyüklerine hürmeti gözet! Din kardeşlerinle iyi
geçin! Küçük ve büyüklere nasîhat üzere ol. Dinden başka şey için kimseye düşmanlık etme! Ey oğlum! Allah bize ve sana tevfîk versin! Fakirliğin hakîkati, senin gibi olana muhtaç olmaman, zenginliğin hakîkati ise, senin gibi
olandan bir şey istememendir. Tasavvuf hâldir, söz değildir, söz ile de ele geçmez. Dervişlerden, Allah'tan başkasına ihtiyaç duymayan birisini görürsen, ona ilim ile değil, rıfk, yumuşaklık, güler yüz ve tatlı söz ile muâmele eyle! Zîrâ ilim onu ürkütür, rıfk, yumuşaklık ise çeker ve yaklaştırır. Ey oğlum! Zenginlerle sohbetin, görüşmen izzet ile, onlara değer vermeyerek, fakirlerle görüşmen ise, kendine değer vermiyerek olsun. İhlâs üzere ol! İhlâs, insanların görmesini hâtıra getirmeip, yaradanın dâimâ gördüğünü unutmamaktır. Sebeplerde Allah’a dil uzatma. Her hâlde Allah’dan gelene râzı ve sükûn üzere ol. Allah adamlarının huzûrunda şu üç sıfat üzere bulun: Alcak gönüllülük, iyi geçinmek ve kötülüklerden arınmış bir kalb. Hakîkî yaşamak, nefsini öldürmenle, nefsinin arzularını, haram ve zararlı isteklerini yerine getirmemenle olur."
Abdülkâdir Geylânî'nin kız ve erkek pek çok çocuğu vardı. Nesli onlar vâsıtasıyla tarikatı dünyânın çeşitli yerlerinde [ Mısır, Kuzey Afrika, Endülüs (İspanya), Irak, Suriye ve Anadolu'da ] yayılmıştır. Oğullarından Ebû Abdurrahmân Şerafeddîn Îsâ Mısır'a hicret etmiş olup şimdi Mısır'daki Kâdirî şeriflerin dedesi odur. Torunları, Kuzey Afrika'da daha çok "Şerif "diye , Irak,
Suriye ve Anadolu'da ise Seyyid ve Geylânî diye anılmaktadır.

BİR MÜRŞİD OLARAK PORTRESİ :
Abdülkâdir Geylânî heybetli bir zat idi. Az konuşur, çok sükût eder, konuştuğunda gâyet câzib, açık ve net konuşurdu. Şahsı için kızmaz ancak
"din" husûsunda aslâ tâviz vermezdi. Misafirsiz gece geçirmezdi. Zayıflara yardım eder, fakirleri doyururdu. İsteyeni geri çevirmez, iki elbisesi varsa, mutlaka birini isteyene verirdi. Yanında oturanlarda; "Ondan daha kerîm ve lütufkâr kimse olamaz." kanâati hâkim olurdu. Sevdiklerinden biri gurbete çıksa, ondan haber sorar, sevgi ve alâkasını muhâfaza ederdi. Kendisine kötü davrananları affederdi. Kötülüklere dalmış çok kimse, hırsız ve eşkıyâ onun vâsıtasıyla tövbe etti. Köleleri satın alıp, âzâd ederdi. Verdiği sözü tutar,kimseye karşı kötülük düşünmezdi. Anbarında helâlden kazandığı
buğday bulunurdu. Kendisine hediye gelse, yanındakilere dağıtır, bir kısmını da, kendisine ayırırdı. Hediyeye, mutlaka karşılık verirdi. Dervişlerin nafakasını satın almak için, vazîfelinin, bir başka işi olsa, yâhut hastalansa, kendisi çarşıya çıkar, ceddi Resûlullah efendimize sallallahü aleyhi ve sellem uyarak, ev için lüzûmlu şeyleri satın alırdı. Bir toplulukla yolculukta olsa ve bir yerde
konaklasalar, kendi eliyle, el değirmeninde buğday öğütür, hamur yapar, ekmek pişirir, hepsine taksim ederdi. Kendini ziyârete gelenlere saygı gösterir,tevâzu ederdi. Çok günler, et ve yağ yemezdi. Sıkıntısı ve dileği olanlar onu vesîle ederek, araya koyarak Allah’a duâ ettiklerinde dileklerine kavuşurlardı. Buyururdu ki: "Sıkıntıda olan bir kimse beni vesîle edip Allah’a yalvarsa derhâl sıkıntısı gider. Şiddet ânında her kim benim ismimi ansa derhâl rahata kavuşur. Abdülkâdir Geylâni'nin yüzü suyu hürmetine diyerek, her kim Allah’dan dilekte bulunursa, derhâl işi görülür."
Bir kere de; "Her kim her rekatında Fâtiha'dan sonra on bir İhlâs okuyarak, iki rekat namaz kılarsa, selâmdan sonra da on bir defâ Allah'ın Resûlüne salât ve selâm getirip benim ismimi anarak yalvarırsa, Allah'ın izni ve yardımıyla
derhâl işi görülür." buyurdu. Müridlerinin, tövbesiz vefât etmemeleri için duâ etti:"Allah'ım! Ceddim, Habîbin Muhammed aleyhisselâm ve kullarından takvâya erenlerin hâtırı için, hiç bir mürîdimin rûhunu tövbesiz alma." diye yalvardı.
Bir defâsında; "İyi müridlerin hâli mâlum, ya kötülerinki ne olacak?" diye sorduklarında; "İyi olanlar kendilerini bize adamışlardır. Kötülere gelince biz de kendimizi onları kurtarmak için adadık." buyurdular.
Bir kere de; "Bana gözün alabileceği kadar bir kitap verildi. Onda kıyâmete kadar müridlerimin isimlerini gördüm." buyurmuştur. Cinler de kendisinden çekinir, itâat edip sözünü dinlerlerdi.Ebû Saîd Abdullah bin Ahmed isminde
birinin kızına cinler musallat olmuştu. Hâlini, Seyyid Abdülkâdir Geylânî 'ye arz etti. O da; "Falanca yere git. Oraya cinlerin reisi uğrayacak. Ona benim gönderdiğimi söylersin, hâlini anlatırsın. O sana yardımcı olur." buyurdu. Halk
sıkıntıları olunca ona gelirdi.
Duâsı makbûl idi. Bağdad halkından biri ona gelerek; "Babamı rüyâda azâb içerisinde gördüm. Bana Şeyh Abdülkâdir'e git, bana duâ etsin. Belki
Allah beni azapdan kurtarır." dedi. Bunun için sana geldim. Babama duâ ediverin de azaptan kurtulsun." dedi. Abdülkâdir Geylânî sükût buyurdu. Bir şey söylemedi. O şahıs ikinci gece babasını rüyâsında yeşil bir cübbe içerisinde neşeli neşeli görünce hayret edip; "Baba, dün azâb içindeydin, bugün ise neşelisin. Sebebi nedir?" diye sordu. Babası; "Şeyh Abdülkâdir bana duâ etti. Allah onun duâsı hürmetine beni azaptan kurtardı." dedi.
Muhammed Ezher şöyle anlatır:
Bir sene Allah’dan devamlı bana evliyâsından birini göstermesini istedim. Bir gece rüyâmda İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'in kabrini ziyâret ettim, orada birisi vardı. İçimden onun evliyâdan biri olduğunu geçirdim. Uyanınca Ahmed bin Hanbel'in kabrine koştum. Rüyâda gördüğüm zât orada duruyordu. Önümden geçip Dicle'ye doğru gitti. Ziyâretimi acele yapıp onu tâkib ettim. Dicle Nehrinin iki tarafı, bir adımlık mesâfe oluncaya kadar yaklaştı ve adımını atarak geçiverdi. Sonra o zât medresesine gittiğinde rüyâda ve uyanık iken gördüğü zatın Abdülkâdir Geylânî olduğunu anladı. Onu gören tesiri altında kalır, mübârek biri olduğunu hisseder, kalbi katı ise, yumuşardı. Cumâ günleri câmiye giderken, halk onu görmek için sokakları doldururdu.
Kendisi hakkında kötülük düşünene merhamet eder, onun iyiliğini isterdi.
Meclisi müslüman olmak için gelenlerden boşalmazdı. Müslüman olan bir râhip şöyle anlatır:
"Ben Yemenliyim. İçimden müslüman olmak geldi. Bunun için Yemen'deki İslâm âlimlerinden birine mürâcaat etmek istedim. Böyle düşünürken, uyuya
kaldım. Rüyâmda Îsâ aleyhisselâmı gördüm. Bana; "Irak'a git, orada Abdülkâdir isminde biri var, onun huzûrunda müslüman ol. Çünkü o zamânındaki âlimlerin en büyüğüdür." buyurdu.Yine on üç kişilik bir hıristiyan cemâati müslüman olmayı kararlaştırdılar. Kimin yanında müslüman olacaklarını düşünürlerken sâhibini görmedikleri bir ses; "Bağdad'a gidin. Abdülkâdir Geylânî ismindeki zâtın huzûrunda müslüman olun. Onun bereketiyle kalbinizde öyle bir îmân nûru parlar ki, başkasının yanında böyle olmaz." diyordu. Allah'ın izni ile bir anda birçok yerde bulunurdu. Ramazân-ı şerîfte bir gün, ayrı ayrı yetmiş kişi, birbirinden habersiz, Gavs-ül-a'zamı iftâra dâvet etti. Herbiri kendi evini şereflendirmek, bereketlendirmek istiyordu. Her birinin dâvetini kabûl etti, aynı anda dâvet edenlerin evlerinde iftarda bulundu, onlarla birlikte yemek yedi. Bu haber, bu büyük ve havsalaya sığmaz kerâmet, bir anda Bağdad'a yayıldı. Huzûrunda hizmet eden hizmetçilerden biri, Gavs-ül-âzam o akşam tekkesinden çıkmadığı, iftarı burada yaptığı hâlde, o kimselerin evlerine girip, onlarla yemek yemesi ve bu yemeğin aynı anda olması nasıl olur? diye düşündüğü zaman, Gavs-ül-âzam, o hizmetçisine dönerek; "Onlar doğru söylüyorlar, herbirinin dâvetinde bulundum, ayrı ayrı, fakat aynı zamanda herbirinin evlerinde yemek yedim" buyurdu.
Çilesini çekmeden yüksek mertebelere ulaşılamıyacağını söylerdi. Bâzan sevdiklerine mânâ âleminde çeşitli şeyleri gösterirdi. Ali bin Yâkub anlatır: Bir kere daha yanına gitmiştik. Başını eğip, murakabeye dalınca, ondan bir nûrun yükseldiğini gördüm. Gözümden perde kalktı, melekleri, onların tesbihlerini ve
kabirdekileri, onların hâllerini, derecelerini, tesbih ettiklerini gördüm.
Ebü'l-Hacer Hâmid Hirânî anlatıyor: Bir gün Abdülkâdir Geylânî 'nin medresesine gittim ve huzûrunda oturdum. Bana; "Ey Hâmid! Bir gün gelecek meliklerin, sultanların minderinde oturacaksın." buyurdu. Aradan epeyce zaman geçip, Hiran'a dönünce, Sultan Nûreddîn beni çağırıp yanına oturttu ve evkaf bakanı yaptı. Bir gün bir cemâatle terasta durup, Buhârâ tarafına
dönerek, güzel bir koku aldı ve; "Benim vefâtımdan yüz elli yedi sene sonra, dünyâya Muhammedî meşreb birisi gelir, ismi Bahâeddîn Muhammed Nakşbendî'dir. Bana mahsus nîmetlere kavuşur." buyurdu ve dediği gibi oldu.
Allah ona eşyânın aslını, neden meydana geldiğini gösterirdi.
Bir gün devlet ileri gelenlerinden birisi huzûruna gelmişti. Tesirli nasîhatlarını dinledikten sonra memnuniyetinden on kese altını ortaya koyup, bunlar senindir." dedi. Abdülkâdir Geylânî almak istemedi. Çok ısrar edince, içinden ikisini aldı ve sıktı. Elinin altından kan akmaya başladı. O şahsa; "Bunları bana getirmekten hiç mi hayâ etmedin?" dedi. Onları helalden kazanmadığını göstermiş oldu.
Her zaman gizli açık kerametleri görülürdü.
Abdülkâdir Geylânî buyurur ki:
"Kerâmetler ancak bir hayır, hikmet için gösterilir. Kerâmetini gizlemeyen dünyâya düşkündür. Bana talebe olan yâhut evlâdımdan ve halîfelerime bağlı
olup, kerâmet derecesine ulaşıp, maksatsız kerâmet izhar edenin yüzü iki dünyâda kara olur." Abdülkâdir Geylânî'nin insanları gafletten uyaran,
kendilerine gelmesine vesîle olan pekçok sözü vardır. Bunlardan bâzıları şunlardır: "İnsanlara rehberlik eden kimsede şu hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz. Kusurları örtücü ve bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü ve iyilik yapıcı olması, iyiliği emredip, kötülüklerden men edici olması, misâfirperver ve geceleri insanlar uyurken ibâdet edici olması, âlim ve cesûr olması."
"Şükrün esası, nîmetin sâhibini bilmek, bunu kalb ile îtirâf etmek ve dille söylemektir."
"Âlimlere tâbi olunuz; bid'at yoluna sapmayınız. Sabrediniz, sızlanmayınız. Sâbit kalınız, ayrılıp dağılmayınız. Bekleyiniz, ümit kesmeyiniz. Özünüzü günahdan temizleyiniz, kirletmeyiniz. Hele Rabbinizin kapısından hiç ayrılmayınız."
"Kalb dünyâ arzularından birine bağlı kaldığı ve geçici lezzetlerden birinin peşine takılıp gittiği müddetçe, imkânı yok, âhireti sevmiş olamaz."
"Mümin, insanlara karşı yüzünden sevinçli olduğunu gösterir. Fakat kendi mahzûndur. Rasulullah efendimiz; "Müminin sevinci
yüzündedir. Halbuki kalbi mahzûndur." buyurmaktadır. Müminin tefekkürü, düşünmesi, ağlaması çok, gülmesi azdır. Tebessümü ile kalbindeki hüznü gizler. Dışarıda geçimini temin etmekle uğraşıyor görünür, kalbi Rabbini anmakla meşgûldür. Çoluk çocuğu ile uğraşıyor görünür, kalbi Rabbi iledir."
"İnsanlara gösteriş için amel yapıp, sonra da bunu Allahnın kabûl etmesini istemek yakışır mı? Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve dünyâya düşkünlüğü bırak.
Sevincini ve neşeni biraz azalt. Biraz hüzünlü ol. Rasulullah efendimiz başkasının kalbini ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı."
İlk önce yapılması lâzım olan şeyler husûsunda:
"Mü'minin, en önce farzları yapması lâzımdır. Farzları bitirdikten sonra, vâcib ve sünnetleri yapar. Ondan sonra, nâfilelerle meşgûl olur. "
Kötü arkadaşlardan uzak olmayı tavsiye eder, şöyle buyururdu:
"Kötü arkadaşları terket. Onlara sevgi duyma, sâlihleri sev. Yakının bile olsa, kötü arkadaştan uzak dur. Uzak bile olsa, iyi arkadaşlarla berâber
ol. Kimi seversen, seninle onun arasında bir yakınlık hâsıl olur. Bu bakımdan, sevgi beslediğin kimsenin kim olduğuna iyi bak. Ey oğul! Kötü kimselerle düşüp kalkman, seni, iyi kimseler hakkında kötü zanna düşürür. Allah'ın
kitabının ve Resûlünün sünnet-i seniyyesinin gölgeleri altında yürü, felâh, bulur kurtuluşa erersin."
Ey oğul! Senin düşüncen, yiyecek, içecek, giyecek ve dünyâ lezzetleri olmasın. Bütün bunlar, nefsin ve insan tabiatının istediği şeylerdir. Kalbin düşüncesi nerede, nefsin ve tabiatın istekleri nerede? Kalbin düşüncesi Allah'dır. Senin
düşüncen, Rabbin ve O'nun katında bulunan nîmetler olmalıdır. Dünyâdan ne terkedersen, mutlaka bunun karşılığında âhirette ondan daha hayırlısı vardır. Ömründe sâdece şu içerisinde bulunduğun günün kaldığını farz et de âhiret için hazırlık yap."
Faydasız şeyleri bırakmak husûsunda:
"Ey zavallı! Sana fayda vermeyen şeyler hakkında konuşmayı bırak. Dünyâ ve âhirette sana fayda verecek işlerle uğraş. Boş işlerle uğraşmayı bırak. Kalbinden dünyâ düşüncelerini çıkar. Çünkü yakında dünyâdan alınacak, âhirete götürüleceksin. Dünyâda rahat ve hoş bir hayat arama. "
İyi zan sâhibi olmak hakkında:
"Müslümanlar hakkında iyi zan sâhibi ol. Onlar hakkında niyetini düzelt. Her türlü hayır işi yapmaya koş. Bilmediğin hususlarda âhireti düşünen âlimlere sor."
Duâ hakkında:
"Allah’dan dünyâ ve âhiretin hayırlarını iste. Sakın; "Ben istiyorum. Fakat Allah vermiyor, ben de bundan sonra istemeyeceğim." deme. Duâya
devâm et. Eğer istediğin şey ezelde senin için takdir edilmiş ise, Allah’dan istedikten sonra, Allah onu sana gönderir. Eğer istediğin o rızık ezelde
senin için takdir edilmemiş ise, Allah seni o şeye muhtaç kılmaz ve kendinden gelenlere rızâ gösterme nîmetini ihsân eder. Eğer Allah senin için
fakirlik ve hastalık dilemiş ise, sen de Allah’a fakirlikten ve hastalıktan kurtulman için yalvarırsın. O zaman Allah sana râzı ve memnûn
olacağın bir hâl verir. Eğer, ezelde borçlu olmak takdir edilmişse ve sen de borçtan kurtulmak için duâ edersen, Allah alacaklıyı sana kötü muâmele
etme hâlinden vaz geçirir. Hatta borcundan azaltma veya hepsini bağışlama hâline çevirir. Eğer dünyâda borçlu halden kurtarmazsa buna karşılık
sana bol sevap verir. Âhiret işlerini önce yapmak husûsunda:
"Âhireti sermâyen, dünyâyı bu sermâyenin kazancı yap. Zamânını, önce âhireti elde etmek için sarf et. Geri kalan vaktini, geçimini temin için harca. Sakın
dünyânı sermâye, âhiretini onun kârı şeklinde yapma. Böyle yaparsan, dünyâdan artan zamânını, âhiretin için sarf edersin. Bu zaman zarfında namazlarını kılmaya çalışırsın. Fakat çabucak kılayım diye, rükünlerine riâyet etmezsin. Sonra dünyâ işlerinden dolayı yorulur ve bitkin düşersin.
Geceleri namaz kılmaya fırsat bulamazsın. Yorgunluktan ölü gibi yatar, gündüz de faydasız olursun. Nefsine, hevâ ve isteğine hattâ şeytâna tâbi olursun. Âhiretini dünyâya karşılık satarsın.
Nefsinin kölesi ve onun bineği olursun. Hâlbuki sen, nefsine binmek, onu yalanlayıp tekzib etmek ve selâmet yoluna sokmakla emrolunmuşsun.
Bunlar âhiret yolu, Rabbine tâat yoludur. Sen, nefsinden gelen istekleri kabûl etmekle, kendine zulmettin.İsteklerinde, lezzetlerinde, hevâsında ona uydun. Sonunda dünyâ ve âhiretin hayırlısını kaçırdın. Dünyâ ve âhiretini zarara soktun. Böyle olursa, Kıyamet günü din ve dünyâ bakımından insanların en müflisi ve en zararlısı olursun. Nefsine uymakla, dünyâdan fazla bir şeye
ulaşamadın. Eğer nefsini âhiret yoluna çekseydin, âhiretini esas ve sermâye kabûl etseydin, dünyâ ve âhiretini kazanırdın. Nefsin kötülüklerinden korunur, iyilerden olurdun. Eğer dünyâya rağbet etmeyerek, kötülüklerden uzak kalarak Allah’a itâat edersen, Allah'ın has kullarından olursun."
Yapılan nasîhatı kabul etmek hakkında:
"Kardeşinin sana yaptığı nasîhatı kabul et. Ona muhâlefet etme. Çünkü o, senin kendinde göremediğin şeyleri görür. Bunun için Resûl-i ekrem; "Mümin, müminin aynasıdır." buyurmuştur. Mümin, din kardeşine yapmış olduğu nasîhatlerde samîmîdir. Onun göremediği şeyleri bildirir. Ona, iyilikler ve kötülükler arasındaki farkı gösterir. Ona, lehinde veya aleyhinde olan şeyleri anlatır." Acele etmemek husûsunda:
"Acele etme. Acele eden, ya hatâ yapar veya hatâlı duruma yakın olur. Ağır ve temkinli hareket eden, o işte ya isâbet kaydeder veya isâbet etmeye yaklaşır. Acele şeytandandır. Ağır ve temkinli hareket etmek. Allah’dandır. Umûmiyetle aceleye sebep, dünyâlık toplama hırsıdır. Kanâat sâhibi ol. Kanâat bitmeyen bir hazînedir."
Gaflet hakkında:
"Allah’dan hakkıyla hayâ ediniz. Gaflette olmayınız. Zamânınız, zâyi olup gidiyor. Hâlbuki siz, yiyemeyeceğiniz şeyleri toplamak, ulaşamayacağınız şeylerin peşinde koşmak, oturamayacağınız binâları kurmakla meşgûl oluyorsunuz. Bütün bunlar size, Rabbinizin huzûrunda hesap vermek için duracağınızı unutturuyor. Hâlbuki Allah’ı anmak, âriflerin kalblerinde yerleşir. Onların kalblerini kuşatır. Onlara, Allah’ı hatırlamaya mâni olan her şeyi
unutturur."
Allah için yapılmayan işler hakkında:
"Senin dilin güzel ve tatlı; yüzün ise kötülüklerden kurtulmuş gibi gülüyor, ya kalbinin hâli nasıl? Cemâat içinde iyi görünüyorsun, ya yalnız iken,
yanında kimse yok iken nasılsın? Göründüğün gibi değilsin. Sen namaz kıldığın, oruç tuttuğun, hayır işleri yaptığın zaman, eğer bunları sırf Allah'ın
rızâsını gözeterek yapmazsan, nifak üzere ve Allah’dan uzak olacağını bilmiyor musun? Şimdi Allah için yapmadığın bütün işlerin, bütün sözlerin,
âdî ve bayağı niyetlerin için tövbe et. İnsanlara gösteriş için, onların rızâlarını almak için amel yapıp, sonra da bunu Allah'ın kabûl etmesini istemek yakışır mı? Hırsı, şımarıklığı, azgınlığı ve dünyâya düşkünlüğü bırak. Sevincini ve neşeni biraz azalt. Biraz hüzünlü ol. Çünkü sen, hüzün evinde ve dünyâ hapishânesindesin. Rasûlullah dâimâ tefekkür ederdi. Sevinçleri az, hüzünleri
çoktu. Az gülerdi. Sâdece başkasının kalbini ferahlandırmak için tebessüm buyururlardı."
Allah'ın sevgisinde samîmiyetin nasıl belli olduğu hususunda:
"Kulun Allah’ı sevmesinde samîmi olup olmadığı, başına belâ ve musîbet geldiği zaman ortaya çıkar. Bela ve musîbet geldiğinde sabır ve sükûn hâlini
muhâfaza edebiliyorsa, o gerçekten Allah’ı seviyor demektir. Musîbet ve fakirlik zamânında sebat gösterebilmek bu sevgiye delil ve alâmet yapıldı.
Birisi Rasulullah efendimize;"Ben seni seviyorum." deyince; "Fakirlik için bir elbise hazırla." buyurdu. Bir başkası gelip Rasulullah efendimize; "Ben Allah’ı seviyorum." deyince; "Belâ için elbise hazırla." buyurdu." Sabır ve tahammüllerin karşılıksız kalmayacağına dâir:
"Halinizden şikâyette bulunmayın. Sabredin, feryad etmeyin. Doğruluk üzere devâm edin. İsteyin, istemekte bıkkınlık göstermeyin. İçinde bulunduğunuz istenmeyen hâllerden dolayı ümitsizliğe düşmeyin. Dâimâ ümitli olun. Birbirinize düşman değil, kardeş olun. Birbirinize buğz etmeyin.
Allah’a, rızâsı için yapılan sabırlar ve tahammüller, aslâ karşılıksız kalmaz. Onun için bir ân olsun sabrediniz, mutlaka, senelerce bu sabrın mükâfâtını
görürsünüz. Ömrü boyunca kahraman lakabıyla meşhûr olan, bu lakabı, bir ânlık cesâreti netîcesinde kazanmıştır. Allah Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Şüphesiz ki, Allah sabredenlerle berâberdir." buyuruyor (Bakara sûresi: 2:153)
Hayâtı fırsat bilmeye dâir:
"Hayatta olduğunuz müddetçe, ömrü fırsat biliniz. Bir müddet sonra hayat kapısı kapanacak, bu dünyâdan ayrılacaksınız. Gücünüz yettiği müddetçe hayırlı işler yapmayı ganîmet biliniz. Tövbe kapısı açıkken ve elinizde bu imkân varken bunu fırsat biliniz. Tövbe ediniz. Duâ etmeye imkânınız varken, duâ ediniz. Sâlih kimselerle berâber olmayı fırsat biliniz."
Kabir ziyâretine dâir:
"Kabirleri ziyâret ediniz. Sâlih kimseleri de ziyâret ediniz. Hayırlı işler yapınız. Böyle yaparsanız, her şeyiniz düzelir."
Günahlardan sakınmak husûsunda:
"Mümin kimse küçük günahları da büyük görür. Rasulullah efendimiz; "Mümin kimse, günahını dağ gibi görüp, kendi üzerine düşeceğinden korkar.
Münafık ise, günâhını burnu üzerine konan ve hemen uçan sinek gibi görür." buyurdu."


Eserlerinden bâzıları şunlardır :
1) El-Gunye li-Tâlibî Tarîk-ıl Hak: Îmân, ibâdet ve
ahlâkî konuları ihtivâ eder.
2) El-Fethurrabbânî vel-Feyz-ur-Rahmânî: Vâzlarından meydana gelir.
3) Fütûh-ul-Gayb: Bu eser vâzlarından ve oğlu
Abdurrezzak'a vasiyetinden meydana gelir.
4) El-Fuyûzâtu'r-Rabbâniyye fî Evrâd-il-Kâdiriyye: Duâ ve virdlerden meydana gelir.
5) Mektûbat: On beş mektuptan meydana gelir.


ALTININ VAR MI?
Bir gün Abdülkâdir Geylânî'ye; "Bu işe başladığınızda, bu yola adım attığınızda, temeli ne üzerine attınız? Hangi ameli esas aldınız da böyle
yüksek dereceye ulaştınız?" diye sordular. Buyurdu ki:
"Temeli sıdk ve doğruluk üzerine attım. Aslâ yalan söylemedim. Yalanı kâğıda bile yazmadım ve hiç yalan düşünmedim. İçim ile dışımı bir yaptım. Bunun için işlerim hep rast gitti. Çocuk iken maksadım, niyetim, ilim öğrenmek, onunla amel etmek, öğrendiklerime göre yaşamaktı. Küçüklüğümde Arefe günü çift sürmek için tarlaya gittim bir öküzün kuyruğundan tutunup, arkasından
gidiyordum. Hayvan dile geldi ve dönüp bana; "Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emrolunmadın." dedi. Korktum, geri döndüm. Evimizin damına çıktım. Gözüme, hacılar gözüktü. Arafat'ta vakfeye durmuşlardı. Anneme gidip;
"BeniAllahnın yolunda bulundur. İzin ver, Bağdad'a gidip ilim öğreneyim. Sâlih zâtları ve evliyâyı bulup ziyâret edeyim." dedim. Annem sebebini sordu, gördüklerimi anlattım. Ağladı, kalkıp babamdan mîrâs kalan seksen altının yarısını kardeşime ayırdı. Kalanını bana verip, altınları elbisemin koltuğunun altına dikti. Gitmeme izin verip, her ne olursa olsun doğruluk üzere olmamı
söyleyip, benden söz aldı. "Haydi Allah selâmet versin oğlum. Allah için ayrıldım. Artık kıyâmete kadar bir daha yüzünü göremem." dedi. Küçük bir kâfile ile Bağdad'a gitmek üzere yola çıktım. Hemedan'ı geçince, altmış atlı eşkıyâ çıka geldi. Kâfilemizi bastılar. Kervanı soydular. İçlerinden biri benim yanıma geldi. "Ey derviş! Senin de bir şeyin var mı?" diye sordu. "Kırk altınım var." dedim. "Nerededir?" dedi. "Koltuğumun altında dikili." dedim. Alay ediyorum zannetti. Beni bırakıp gitti. Bir başkası geldi, o da sordu. Fakat, o da bırakıp gitti. İkisi birden reislerine gidip, bu durumu söylediler. Reisleri beni çağırttı. Bir yerde, kâfileden aldıkları malları taksim ediyorlardı.
Yanına gittim. "Altının var mı?" dedi. "Kırk altınım var." dedim. Elbisemin koltuk altını sökmelerini söyledi. Söküp, altınları çıkardılar. "Neden bunu
söyledin?" dediler. "Annem, ne olursa olsun yalan söylemememi tembih etti. Doğruluktan ayrılmayacağıma söz verdim. Verdiğim sözde durmam lazım." dedim. Eşkıyâ reisi, ağlamaya başladı ve; "Bu kadar senedir ben, beni yaratıp,
yetiştiren Rabbime verdiğim sözü bozuyorum." dedi. Bu pişmanlığından sonra tövbe edip, haydutluğu bıraktığını söyledi. Yanındakiler de, "İnsanları soymakta, yol kesmede sen bizim reisimiz idin, şimdi tövbe etmekte de reisimiz ol" dediler. Sonra, hepsi tövbe ettiler. Kâfileden aldıkları malları sâhiplerine geri verdiler. İlk defâ benim vesîlemle tövbe edenler, bu altmış kişidir."


ATEŞİN ODUNU YİYİP BİTİRDİĞİ GİBİ

Abdülkâdir Geylânî'nin sohbetleri ile hasta gönüller şifa bulur, katı kalpler yumuşardı. İnsanların mânevî hastalıklarını tek tek bildirir, onları tedâvî ederdi. Hasedin, kıskançlığın Allahın gazâbına sebeb olacağını şöyle anlatır:
Ey mümin! Ne oluyor ki, seni, komşunu; yemede, içmede, giymede ve başka şeylerde kıskanır görüyorum. Bu nasıl iş? Bilmiyor musun ki, bu senin îmânını zayıflatır. Mevlânın yanında kıymetin kalmaz. Seni, Allahın gazabına uğratır.
Rasulullah efendimiz; "Allah, hasetçi kimse nîmetimin düşmanıdır," buyurdu." diye bildirmiştir.
Resûl-i ekrem bir hadîs-i şerîfte; "Ateş odunu yiyip bitirdiği gibi, haset de iyilikleri yer." buyurdu. Sen, haset ettiğin kimseyi, hangi ve ne hususta haset
ediyorsun. Onun kısmeti için mi, yoksa kendi kısmetin husûsunda mı haset ediyorsun? Eğer onu, Allahnın ona kısmet olarak verdiği şeyde haset
ediyorsan, ona haksızlık etmiş olursun. Haset ettiğin kimse, Allahnın kendisi için takdir ve taksim ettiği nîmetin içerisinde bulunmaktadır. Sen onu, Allahnın bu ihsânından dolayı haset etmekle, ne kadar haksızlık ve cimrilik yaptığını, ne kadar akılsızlık ettiğini biliyor musun? Eğer onu, sana takdir edilenin onun eline geçeceğinden endişe ederek kıskanıyorsan, bu senin çok câhil olduğunu
gösterir. Çünkü senin kısmetini başkası yiyemez. Muhakkak ki Allah sana zulmetmez. Allah senin için takdir ettiğini, sana nasîb olarak verdiğini, senden alıp başkasına vermez.

BU İHTİYARI HİMÂYE ETSİN!.. Gavs-ül-a'zam bir gün, İmâm-ı Ahmed bin
Hanbel'in kabrini ziyâret etti. Yanında evliyâdan bir cemâat da vardı. Kabrin başında okudular. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel kabirden çıktı, elinde gömlek vardı. Gömleği verdi ve birbirlerinin boynuna sarıldılar. Sonra İmâm-ı Ahmed; "Ey Seyyid Abdülkâdir! Fıkıh, tasavvuf ile helâlin, haramın ilmi sana muhtaçtır." buyurdu. Bir gece Rasûlullah efendimizi rüyâda gördü. Bu
arada İmâm-ı Ahmed bin Hanbel'i de gördü. Bir eliyle sakalını tutmuş, Resûlullah efendimizden ricâ ediyor ve; "Ey Allah Resûlü! Oğlun Muhyiddîn Seyyid Abdülkâdir'e buyur da, bu zayıf ihtiyârı himâye etsin." diyordu. Resûlullah efendimiz tebessüm buyurarak: "Ey Seyyid Abdülkâdir! Bu şeyhin ricâsını kabûl et." buyurdu.
Resûlullah'ın emri ile, onun ricâsını kabûl etti ve sabah namazını Hanbelîlerin namazgâhında kıldı. Hâlbuki Hanbelî namazgâhında imâmdan başka
kimse olmazdı. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri oraya gelince, pek çok kimse de ardından gelip, mescidi doldurdu ve boş yer kalmadı. "Eğer Gavsül- a'zam hazretleri o gün, Hanbelî namazgâhında hazır olmasaydı, Hanbelî mezhebi unutulacaktı." denilmiştir. Bundan sonra Hanbelî mezhebine göre ibâdet etti.

SOHBETLER
"Unutmayın ki, dîninizin elden gitmesi dört şeyden dolayıdır:
Bildiğinizle amel etmiyorsunuz Bilmediğinizle amel ediyorsunuz, (ilimsiz amel
fayda vermez). Bilmediklerinizi öğrenmeğe çalışmıyorsunuz, bilgisiz kalıyorsunuz.(Halbuki beşikten mezara kadar ilim tahsil etmekle emrolundunuz) Halkı da bilmediğiniz şeyleri öğrenmekten alıkoyuyorsunuz (âdeta engel oluyorsunuz. İlmin kapısını kapamak, o kapıdan girmek isteyenlere mâni olmak çirkin bir cinâyettir).”(S.12)
“Allah’ın velî kulları (O’nun dostları) diğer insanlara nisbetle sağır ve kördürler; kalbleri Allah’a yakınlık peydâ edince başkasının sözünü duymaz olurlar, başkasını görmez olurlar. Yakınlık onları mestu hayran eder, ilâhî heybet onları
kendilerinden geçirir.Muhabbet onları mahbublarının huzuruna bağlar.Artık onlar Celâl sıfatiyle Cemâl sıfatının tecellileri arasında bir mevkidedirler, ne sağa ne de sola meyletmezler.Onların, ötesi olmayan bir önü var; insanlar, cinler, melekler ve sair yaratıklar onlara hizmet eder. İlim ve hikmet onların susuzluğunu giderir.Allah’ın fazlü kereminden yerler, dostluk şarabından içerler. Halkın sözü onları meşgul etmez. Evet, onlar bir vadide, halk da ayrı bir vâdidedir. Halka, Allah’ın emrettiğini emrederler Peygamberlere vekâleten, halkı Allah’ın men ettiği şeylerden men ederler. Hakikatde Peygamberlerin vârisleri bunlardır.” (S.18)
“Allah’ın velîleri, O’nun huzurunda edep makamındadırlar. Hak’tan sarih bir izin olmadıkça hareket etmezler, bir adım bile atmazlar. Kalblerine açık bir müsaade ilhâmı vâki olmadıkça mubâh şeylerden yemezler, giymezler, nikâh yapmazlar ve hiçbir sebepde tasarrufta bulunmazlar. Onlar Hak ile beraberdirler; kalbleri ve gözleri evirip çeviren yegâne mutasarrıf ile kaimdirler. Rablerine şu dünyada kalbleriyle, ahirette cisimleriyle kavuşmadıkça hiçbir kararları olmaz. Yani gönül rahatlığına erişemezler, Allah’a kavuşmadıkları
müddetçe...”(S.19)
“Allah’ı bilen kimsenin nefsinin, tabiatının, nefsani arzularının ve nihayet vücudunun dili söylemek hale gelir. Ama kalb, sır, hal ve makam diline
gelince o nâil olduğu nîmetleri izhâr etmek için konuşur.” (S.20)
“Halvet, kalb cihetiyle bütün eşyadan sıyrılıp arınmaktır. Öyleki iç âlemin eşyadan arınıp soyununca artık o dünyasız, âhiretsiz ve Hak’dan başka olan şeylersiz bir mârifet içinde tecerrüd elde etmiş olur.” (S.25)
“Genç kardeşim! Sen ne nefisle beraber ol, ne de şehvânî arzularınla... Ne dünya ile beraber ol, ne de âhiretle... Hak’dan başkasına uyma... Böyle
yapacak olursan tükenmek bilmiyen bir hazineye kavuşursun. Artık Azîz ve Celîl olan Allah’tan sana arkasında delâlet olmayan bir hidâyet gelir...
Senin azmü gayretin yeme, içme, giyme ve evlenme gibi basit şeyler olmasın. (Çünkü bunlar gaye değil, gayeye ulaşmak için vasıtadır.Vasıtayı gaye yerine koyma). Unutmaki bunların hepsine olan istek nefis ve tabiattan gelmektedir. Kalb ve sırrın azm-u gayreti nerede? Asıl onu bilmek ve bulmak lâzımdır. Şüphen olmasın ki, bu Hakk’ı talepten başka bir şey değildir. Senin himmetin, en önemli meselen olmalıdır. O halde azm-u himmetin sadece Rabbin ve O’nun katındaki şeyler olsun...” (S.28)
“Şu dünyada terkettiğin her şeyin en hayırlısını âhirette bulursun. Artık sen ömründen tek bir gün kalmışcasına hazırlıklı ol... Ölüm meleğinin gelmesine kendini hedef olarak kebul et, bir gün o ok sana da dokunacaktır.” (S.28)
“Evet, mü’mine gereken önce farz ibâdetlerle meşgûl olmak, onları dosdoğru yaptıktan sonra sünnetlerle ve sonra da nâfile ve fâziletlerle vakitlerini değerlendirmektir. Farzları yerli yerince yapmadan nâfilelerle iştigâl etmek ahmaıklık ve bilgisizliğin tâ kendisidir. Zira farzlardan önce nâfile ibâdetlerle meşgûl olmak kabule şayân değildir.” (S.55)
“Allah’a itaat ve tekvâ üzere bulunman, şeriatın zâhirine gerekli olman, göğsünü selâmette tutman, nefs-i ferağate, gönül açıklığı içinde cömertliğe,
mütebessim bir çehreye sahip olman, karşılıksız vermen, ezâ ve cefâyı bırakman, eziyyet ve fakirliğe katlanmanla vasiyet ederim. Büyük zatlara saygılı ol, din kardeşlerinle iyi geçin, küçüklere ve büyüklere karşı son derece hayırhah davran. Başkasiyle çekişme, kimseye hasım olma. Şefkat ve merhameti şiâr edin. Fakirleri kendi nefsine tercih et. Servet toplamaktan –meşru bir yoldan değilse- kaçın. Kendini hak ve hakikate verenlerin mertebe ve tabakasında olmayan düşüklerle sohbeti terket. Dinî ve dünyevî hususlarda Müslümanlara yardımcı olmaya çalış.” (S.79)
“Sizden (Müslümanlıktan) evvelkilerin güneşleri battı. Bizim güneşimiz ebedi olarak gök yüzünün en yüce yerlerinde kalacak, batmayacaktır.”
“Dört şey kalbin düzelmesine medar olur:
1-Yenilen lokmaya dikkat etmek,
2-İbâdet için zaman ayırmak,
3-Kerameti muhafaza etmek (gizli tutup etrafa duyurmamaya çalışmak),
4-İnsanı Allah’tan alıkoyan şeyleri terketmek.” (S. 93)
“Helâl yemek bir nûr ise, haram yemek boğucu bir karanlıktır. Haram yemek kalbi öldürür. Helâl lokma ise gönlü diriltir.”
“Hiçbir amel ile aldanıp mağrur olma. Çünkü ameller Hâtimesiyle (son durumuyla) ölçülür. Dünya denizinde tetik üzere bulun, son derece
hassas ol. Çünkü o denizde birçok kimseler boğulup kaybolmuştur.” (S.94)

SIRRÜ’L- ESRAR
Gerçekten ilim; değeri anlatılanlar arasında en üstün şerefi taşımakta, en yüce mertebeye sahip olmakta, en pahalı ziynet olmakta, manen en üstün ticareti getirmektedir. Çünkü âlemlerin Rabbı olan Allah’ın (c.c) tevhidine ilimle erilir.
Nebileri, resûlleri tasdik edebilmekilimle olur.
Onlara salât ve selâm olsun...
Âlimler, Allah’ın has kullarıdır; onları dinî ilimleri için seçti.Taşıdıkları fazilet meziyeti icabı ilim nûrunu onlara verdi.Onları halk arasından tercihle ayırdı.
Çünkü onlar, nebilerin varisi, halifesi ve resûllerin halka efendi kıldığı kimselerdir.Aynı zamanda peygamberler için, en iyi irfan duygusunu onlar
taşır. Hakk Teâlâ ilim sahiplerini överken şöyle buyurur.
-“Sonra, kitabı öyle kimselere bıraktık ki, onları kullarımız arasından ayırdık... Onların bir kısmı nefsine zulmeder, bir kısmı orta halli gider- hataları
ile sevapları eşit geçer- Bir kısmı da hayra koşar.” (Fatır,32)
Sonra... Peygamber S.A. efendimiz de o zatları överken şöyle buyuruyor:
-“İlim sahipleri; peygamberlerin varisleridir.Sema ehli onları sever.Denizdeki balıklar, kıyamete kadar onlar için bağı diler.”
Allah-ü Teâlâ, bir başka Âyet-i Kerimede ilim sahiplerini şöyle tavsif eder:
-“Ancak, Allah’tan âlim kulları korkar.(Fatır, 28) (S.14)
“ Ruh-u Muhammedî, olanların özü; kâinatın evveli ve aslıdır.Buna işareten Peygamber S.A. efendimiz buyurur:
-“Ben Allah’tan; müminlerde benden...”
Allah-ü Teâlâ, lâhût âleminde ve hakikî ahsen-i takvim’de; bütün ruhları onun S.A.ruhundan yarattı.
O; S.A. yukarıda bahsi edilen âlemde, bütün insanlığın adıdır.O, S.A. vatan-ı aslîdir. Bu yaratılıştan dört bin yıl sonra, Hazret-i Muhammedin S.A. göz nûrundan arşı yarattı. Kâinatın kalan kısmını da arştan yarattı. Ondan da
kâinatı... Sonra... yaratılan ruhları, kâinatın en aşağı derecesine indirdi. Yani bu cesetler âlemine demek istiyorum.” (S.18)
“Bu hallerden sonra; Allah-ü Teâlâ o ruhlara, bu cisme girmeleri için emir verdi; onlar da Allah’ın emriyle girdiler. Bunu da şu Âyet-i Kerime haber
vermektedir. -“Ona ruhumdan üfledim.”(Sad, 72)
Zaman oldu, o ruhlar bu cesetle ilgisini artırdı.Bu yüzden, ahdi unuttular.Halbuki, Allah-ü Teâlâ onları yarattı.
-Sizin Rabbınız değil miyim?
Buyrdu. Onlar da:
-Evet...
Cevabını verdiler...
İşte bu sözü unuttular. Aslî vatana dönemediler.
Fakat..Rahman, yani varlığın yardım kaynağı, onlara acıdı. Bu sebeple semavî kitaplar saldı.Bunlarla aslî vatanı hatırlatmak istedi.Bu manaya da şu Âyet-i Kerime işaret eder:
-“Onlara Allah’ın günlerini hatırlat.” (İbrahim, 5)
Yani: Ruhlarla geçen, o visal günlerini hatırlat.” (S.19)
“Bir de üstün istidada sahip insanların hali var ki, onları da aşağıda anlatacağız... Bunlara, HAS İNSAN tabirini kullanıyoruz.
Bu insanın vusûlü, Hakka tam yakınlıktır.Oluşu sebebine gelince tek şeyle olur, o da hakikat ilmi; ki buna, lahûtî olan yakınlık âleminde: TEVHİD
tabir edilir. Bu hal âdet olduğu üzere dünya hayatında olur.Bu hale ermek için, uykuda olmakla, ayıklık arasında bir fark yoktur.Belki de esas uykuya dalınca, kalb bir aralık fırsat bulur ve asıl vatana gider.Bu gidiş küllî de olur, cüz’î de... Nasıl ki Allah-ü Teâlâ bir âyette şöyle ferman eyler:
-Allah-ü Teâlâ, nefisleri ölüm zamanı gelince öldürür.Bazılarını da uykularında... Hakkında ölüm hükmü olanı tutar. Kalanları, muayyen bir zaman
için geri salar.”(Zümer, 42)
Buna işaret olarak Peygamber S.A. efendimizin bir Hadis-i Şerifini zikredelim:
-“Âlimin uykusu, cahilin ettiği ibadetten hayırlıdır.”
Burada kastedilen âlim, tevhid nuru ile içini nur eden; sonra da, harfsiz, sessiz, sır dili ile TEVHİD ESMASINA devam eden zattır. Asıl insan budur.” (S.29)
“Allah-ü Teâlâ; lahût âleminde kudsî ruhu, tam kıvamında yarattıktan sonra, onu aşağılara göndermeyi diledi ve gönderdi. Bundan kasdı; güçlü padişahın katındaki doğruluk otağında, yakınlık bulmak ve ünsiyetin artmasıydı. Ki orası,evliya ve enbiyanın makamıdır. Allah-ü Teâlâ o kudsî ruhu önce, ceberut âlemine gönderdi. Beraberinde TEVHİD tohumu bulunuyordu. Uğradığı âlemde onun benliğine nuraniyet hali emanet edildi. Ve orada bir kisve giydi.
Oradan mülk âlemine geçti. Orada kendi benliğine has Hakkın yarattığı kisveyi giydi.O kisvenin giydirilmesindeki murad; bu mülk âleminin yanmamasını temindi... İşte bu yoğun ceseddir. Bu kudsî ruha, giydiği ceberût kisvesi dolayısiyle, sultanî ruh, tabir edilir. Melekût âleminden aldığı kisve icabı, ona seyranî ve revanî ruh, tabir edilir. Mülk âlemine nisbeti ile ona cismanî ruh, tabir edilir.”(S.32-33)

“ZİKİR TELKİNİ: Bu yolu, Resûlullah S.A. efendimizden ilk taleb eden Hz. Ali r.a. olmuştur. Peygamber S.A. efendimizdenen yakın, en değerli ve en kolay yolu belletmesini temenni etmişti. Bunun üzerine Peygamber S.A. Cibril’in gelmesini bekledi... Geldi; üç defa Peygamberimize S.A. yukarıda zikri geçen TEVHİD kelimesini telkin etti. Sonra Peygamber S.A. efendimiz aynı şekilde tekrar etti.Bundan sonra Hz. Ali’ye r.a. belletti. Daha sonra ashaba geldi; aynı cümleyi onlara öğretti.” (S.46)
“Ergin, vuslât âlemini bulmuş, geçmiş zatlar tarafından makbul olan bir zatın telkini lâzımdır. Bu zat, o âleme erdikten sonra, Allah’ın emri ile noksan kişilerin eksiğini tamamlamak için, bu âleme gönderilmiş olmalıdır.Bu gelişte vasıta bizzat Peygamber S.A.efendimiz olmalıdır. Velî zatların kullara gönderilişi özel bir durumarz eder. Bunların daveti umuma şamil değildir.Bu
yüzden peygamberlerle tefrik edilirler,çünkü peygamberler ham havas kullara hem de avama gönderilmiştir. Sonra, bunlar, yani, peygamberler, kendi işlerinde tam istiklâle sahiptir. Velîler müstakil değildir; peygambere uymak
zorundadırlar.” (S.50)
“Bu ilim, Peygamber S.A. efendimizin kalbine miraç gecesi kondu. O bu sırrı o kadar gizledi ki, otuz bin perde arkasına sakladı. Peygamber S.A. efendimiz onu, yakın ahsab ve ahsab-ı suffeden gayrine açmadı. O sırrın bereketi iledir ki, şeriat ahkâmı kıyamete kadar devam edecek... Batın ilmi, o sırra iletir.” (S.52) “BİRİNCİ VAZİFE: Hal ilmi.. Bu, işin özüdür.Er kişilere veridi. O er kişiler, bu hali elden kaçırmamaya bakarlar.”
“İKİNCİSİ: Yukarıda anlatılan özün, kabuğudur. Bu hal zahirî bilgi sahiplerine verildi.İyi öğüt, iyiliği söylemek, yasakları yaptırmamak.. vb.bunların yaptığı işler arasında sayılır.” (S.53)
“Bu üçüncü derece, kabuğun kabuğu sayılır.Emîrlere has işlerdir Zahirî adalet ve siyaset gibi...Bu hale; önce zikredilen âyetin:
-“Onlarla iyi şekilde mücadele et.”
Cümlesi işaret eder.
Bunlar Kahhar sıfatının mazharıdır. Ve dinî nizamı korurlar. Taze cevizin yeşil kabuğu misali...” (S.53- 54)
“Avam halkın dilinde olan kelâm, LEVH-Ü MAHFUZ’dan iner; orası ceberût âlemidir.Derece itibarı ile hesaplanır.
Hakka vasıl erlerin dilinden akıp gelen cümleler en büyük makamdan coşar.. Orası yakınlık ilidir; arada vasıta yoktur. Herşey aslına dönecektir. Bu sebeple kalbin dirilmesi için,ehl-i telkini arayıp bulmak gerek.. Bu farzdır.” (S.54)
“Allah-ü Teâlâ :
-“Allah, size nasıl hidayet ettiyse onu öyle anınız.”
(Bakara. 198)
Âyet-i Kerimesi ile onu anmak arzusunda olanlara yol gösteriyor.Bu âyet’in bir manası da: Kendi mertebenize göre zikrediniz, demek olur.”(S.60)
“Zikir makamlarının her birine has ayrı mertebesi vardır. O zikirler ya cehren yapılır, ya da hafi...Yani, ya açık sesle; yahut da kalbden... Zikir ilk defa dilden olur.Sonra nefse geçer.Sonra kalbe gelir.Sonra ruha geçer.Sonra kalbden de
ötede olan, sır âleminden olur.Daha sonra hafi; sonra, hafinin daha hafisi...
Bu zikirler, Allah’ın verdiği hidayete göre derecelenir...”(S.60)
“Yukarıda anlatılan zikirlerden sonra bir başka ruh nasıl olur. Bu, anlatılan, bütün ruhlardan daha latiftir.”(S.61)
“Bu ruhî hal herkeste bulunmaz.Ancak has kullarda bulunur.Bunu şu Âyet-i Kerime bize anlatır: -“O, ruhu; emri olarak kullarından dilediği kimsenin kalbine yerleştirir.” Bu ruh, kudret âleminde durur.. Müşahade âleminde yer tutar.Hakikat âleminin de malıdır.Allah-ü Taâlânın zatından gayrına iltifat
etmez.” (S.62)
“Gerekli olan; telkin ehlini bulup, uhrevi hayatı kazandıracak kalbi ondan almaktır.Bunu; vakit kaybetmeden, dünyada iken yapmalıdır”(S.65)
“Gerçekte âlem dörttür: Mülk âlemi, melekût âlemi, ceberût âlemi, lahût âlemi ki bu, hakikat âlemidir. Keza, ilim de dörttür: Şeriat ilmi, tarikat ilmi,
marifet ilmi, hakikat ilmi...
Keza, ruhlar da dört bölümdedir: Cismanî ruh, nuranî ruh, sultanî ruh, kudsî ruh.
Keza; tecelliler de dört bölümde görülür:
Eserlerdeki tecelli, fiiillerdeki tecelli, sıfatlara ait tecelli ve ZAT tecellisi.”(S.80)
“İnsanların bir kısmı: İlim, ruh, tecelli ve akıl bölümlerinin ilk bölümüne bağlıdır.Bunlar, birinci cenette demektir. Ki onun adı ME’VA cennetidir.
İkinci derecede anlatılan kısma bağlı olanlar NAİM cennetinde sayılır.
Üçüncü derecede anlatılan kısma bağlı olanlar da üçüncü cennet sayılan FİRDEVS’de sayılır.” (S.81)
“Peygamber S.A.efendimizin buyurduğu gibi; belâ önce peygamberlere, sonra velî kullara daha sonra sırası ile...
Siyah giymek ve siyah sarık sarmak, bu yolun yolcularına uygundur.Bu libas ve sarık, belâ elbisesidir.” (S.84)
“İlâhi isimlere devamla, kalb tasfiyesi tamam olunca, ilâhî sıfatlara marifet hasıl olur.Bunun hasıl olması, kalb aynasındaki bir müşahedeye dayanır.” (S.90)
“Tarikattaki hacca gelince; onun yol hazırlığı ve yolda lâzım gelecek eşyaları vardır. İlk hazırlık, bir telkin sahibine meyildir. Ve ondan birşeyler almak.. Sonra manasını düşünerek dille zikir.. Burada zikirden kasdımız, LÂ İLÂHE İLALLAH.. cümlesidir. Bundan sonra kalb diriliği hasıl olur. Ve Allah-ü Teâlâ içten, anılmaya başlanır... Tâ iç âlem safiyetini buluncaya kadar...
Bu safiyetten sonra; cemal sıfatının nurları ile, sır Kabesi görünmesi için, sıfat esmasına devam gerekir.” (S.97)
“Bundan sonra, son tavaf başlar; bütün ilâhî isimlerin tekrarı ile tamamlanır. Ve aslî vatana dönüş başlar. O aslî vatan, kuds ve ahsen-i takvim âlemindedir.”
“Bu teviller dilin ve aklın döndüğü miktardır. Bundan öte işlerden haber vermek mümkün olmaz. Çünkü havsala, zihin ve anlayış ötesini idrâk
edemez.” (S.99)
“Ruhanî vecde gelince, o bir başka hal arz eder. Ruhanî kuvvetin taşmasından meydana gelir. Bu hal çok kere, güzel sesle okunan Kur’andan , veya
bir şiirin okunuşundan, yahut bir zikir esnasında hasıl olur. Bu durumda cismin bir kuvveti kalmaz. İrade ve seçme kabiliyeti erir. Bu vecd tamamen
ruhanîdir. Buna uymak iyidir.” (S.101)

“Halvetî EVRADI”
“Halvet halinin; kendine has okunması gereken duası, virdi vardır.
Bu yolu tutan zata gerekir ki: Duaları ve virdi okumaya oturduğu zaman oruçlu buluna.. imkân olduğu takdirde terk etmeye... Beş vakit namazı cemaatle kılması icab eder.” “Her gece yarısından sonra teheccüd, olarak tarif edilen on iki rikât namaz kılmalı.”
“Gün doğduktan sonra; iki rikât, işrak namazı kılmalı. Bunu kıldıktan sonra iki rikât istiaze namazı kılmalıdır. Birinci rikâtında, Felak, suresini, ikincide Nas, suresini okumalı.” (S.109)
“Bundan sonra, iki rikât istihare namazı kılmalı. Her rikâtında birer defa Fatiha ile Ayet’el Kursîyi; yedi defa da İhlas suresini okumalı.
Sonra, altı rikât duha namazı kılmalı ve Fatiha’dan sonra arzu edilen sure okunmalı.
Bunu kıldıktan sonra, iki rikât da üzerine sıçramış olması muhtemel necaset için kefaret namazı kılar.Her rikâtında bir defa Fatiha suresini, yedi defa da Kevser suresini okumalı.”
“Sonra, dört rikât yine kılmalı. Hanefi mezhebinde ise, dört rikâtını birden kılar.”
“Hanefi mezhebine göre tesbih namazının tarifi şöyledir: Gündüz kılıyorsa, dört rikât tesbih namazı kılmaya niyet eder. Sonra ilk tekbiri alır.
Subhanekeyi okur, yahut, teveccüh âyetini.. Sonra onbeş defa tesbih okur:
-“SÜBHANELLAHİ VELHAMDÜ LİLLAHİ VE LÂ İLÂHE İLLALLAHÜ VELLAHÜ EKBER VE LÂ HAVLE VELÂ KUVVETE İLLA BİLLAHİLALİYYİL- AZİM.” (S.110)
“Bu tesbihten sonra Fatiha suresini ve dilediği âyet veya sureyi okur. Bakara suresinin son iki âyetini okusa da olur. Bundan sonra yukarıda zikri geçen
tesbihi, on defa yine söyler. Rükûa varır; rükû tesbihini üç defa söyledikten sonra, on defa aynı tesbihi tekrar eder. Rükûdan doğrulunca yine on
defa söyler. Secdeye varır, secdede tesbihinden sonra on defa daha okur, secdeden kalkar, on defa yine okur. İkinci secdeye gider, secde tesbihinden
sonra yine on defa okur. Birinci rikât böyle tamam olunca; ikinci rikâta
kalkar. Birinci rikâtta olduğu gibi yapar; bitince tahiyyata oturur. Geri kalan üç ve dördüncü rikâtı da ayni minval üzere kılar. Böylece dört rikât namaz kılınmış, her rikâtinda yetmiş beş tesbih okunmuş olur; toplamı, üç yüz tesbih eder.”
“Halvetî yolunu tutan herkesin bu namazı kılması icab eder. İmkân olduğu takdirde her gün; olmazsa, her Cuma; olmazsa, her ay; olmazsa, yılda bir defa;hiç olmazsa, ömürde bir defa kılınmalı...”(S.111)
“Bu yolu tutan kimse hergün SEYFİ duasını bir veya iki defa okumalı.. Ve hergün ikiyüz âyet kadar Kur’andan okumalıdır.”
“Bundan sonra; ehli ise aşikar olarak Allah’ı anar. Gizli zikrin ehli ise, gizli olarak anar.”
“Hergün yüz defa ihlâs suresini, yüz defa da Peygamber S.A. efendimize salavat okumalı. Ve şu duâyı da ayrıca yüz defa okumak icab eder:
“Estağfirullah El azim Lâ İlâhe Hüvel Hayyül Kayyum Mimma Kaddemtü Ve Ma Ahhertü Ve Ma A’lentü Ve ma Estertü Ve Ma Esreftü Ve Ma Ente A’lemü Bihi Minni Entel Mükaddimü Ve Ente Alâ Külli Şeyin Kadir.” (S.112)
“Anlatılan namaz, tesbih, salavat, istiğfar ve duâdan sonra istediği kadar nafile namaz kılar ve Kur’ân okur.”

“RÜYALAR”
“Uykunun ilk halinde ve tam uyku halinde görülen rüyalar gerçek olduğu gibi, faydalıdır da.. Şu âyet rüyanın gerçek olduğunu ifade eder:
-“Allah gerçekten, peygamberini rüya ile doğruladı. İnşallah Mescid-i Harama emin olarak gireceksiniz” (Fath. 27)
Sonra Yusuf nebî’nin a.s. dilinden ifade edilen şu Âyet de önemlidir:
-“Ben rüyada onbir yıldız gördüm...” (Yusüf, 4)
Peygamber S.A: efendimizin buyurduğu şu Hadis-i Şerif de önemlidir:
-“Benden sonra peygamberlik kalmadı, ancak bazı müjdeler olur; bunu ya müminler rüyada görür; yahut o müjdeler onlara görünür.”
“Bu Hadis-i Şerifi şu Âyet-i Kerime doğrular:
-“Onlar için dünya ve âhiret hayatında müjdeler vardır.” (Yunus, 64) (S.113)
“Rüya iki çeşittir. Biri ENFÜSÎ, diğeri AFAKİ...
Her ikisi yine kendi özünde ikiye ayrılır.
ENFÜSİ: Bu rüya nevi, ya iyi huydan veya kötü huydan ileri gelir. İyi huydan hasıl olan rüya, cennet, ondaki nimetler; hurî, köşkler, nûranî beyaz sahralar, güneş, ay, yıldızlar, bunların benzeri... şeklinde görünürler. Bunların hepsi kalbin sıfatlarını ilgilendirir. Bazı şeyler de Mutmeinne tâbir edilen nefsin hazzıdır ki, bunlar da eti yenen hayvanlar, kuşlardır. Çünkü nefsin cennetteki
nimetleri bu neviden olacaktır.” (S.115)
“Bir insanın içinde, manevî terbiyenin gelişmesi için, zahirde bir mürebbiye bağlanıp ondan alınan bir telkin gerektir. Bu mürebbiler, nebiler ve velîlerdir. Kalbin ve kalıbın lambası yanmaya bunların terbiyesi hasıl olunca başlar. Onlardan bir başka ruh alınır. Bir Âyet-i Kerimede şöyle buyurulur:
-“ Allah, ruhu emri ile, kullarından istediğine ilka eder.” (Gafir, 15)
Dolayısı ile kalbin sağlık bulacağı bu ruhun telkini için bir irşadcı aramak lâzımdır.” (S.117)
“Gerek ilâhî tecelli için, gerekse Peygamber S.A. efendimizin ruhaniyeti ile münasebet için terbiye şarttır. Bu yola ilk giren, ne Allah-ü Taâlâ ile, ne de
Peygamber S.A. efendimizle; kendi başına bir münasebet kurabilir. Bu sebeple bir velî terbiyesini görmesi ilk akla gelendir. Çünkü o velî ile Peygamber S.A.efendimiz arasında beşeri bir münasebet vardır.
Peygamber S.A. efendimiz hayatta olsaydı, doğruca alınacak ondan alınırdı, gayrına ihtiyaç kalmazdı. Öbür âleme intikal ettikten sonra, tecerrüd haline geçiyor, bizzat kendisi ile bağ kurulamıyor. İrşada memur velîler de aaynıdır.Onlar da bu âlemden göçüp gidince , irşad olacak olmaz. Anlayış ehli isen anla; değilsen, bu anlayışı ara...
Nefsin, zumanî haline, nurla galip gelmek için riyazetle o anlayışı bulmaya talib ol. Çünkü anlayış nurla olur; zıddı ile olmaz. Nur bezeli düzenli yere gelir. Şerefli yere düşer. Müptadi, kendi başına bu hali bulamadığı için, bir velîye mutlaka ihtiyacı vardır.
Hayatta olan Velî’nin, Peygamber S.A. efendimizle her bakımdan ilgisi vardır. Tam veraset hali bunu gerektirir. Hayatta olduğu müddet o veraseti ve
irşad makamını idare eder. Bu hali taşıyana peygamberden rehberlik ve kulluk yardımı gelir. Bu yardımla; halk arasında tasavvuf yolunu devam ettirir; anla..
Bundan ötesi derin bir sırdır; ki, ehli idrak edebilir. Bu sırrı:
-“İzzet; Allah’ın, peygamberin ve mümin kullarındır.” (Munafıkun, 8)
Âyeti tam ifade eder.” (S.118-19)
“Ruhların terbiyesi;başlıbaşına bir iştir. Cismanî ruh, bedende terbiye edilir.Ruhanî ruhun yeri kalb, sultanî ruhun yeri füad, Kudsi ruhun yeri ise sırdır. Sır, Hakla kul arasında bir vasıtadır. Haktan halka tercüman olur. Çünkü o, Allah ehli ve onun mahremi sayılır.”
“Kötü huyların sonucu olan rüyaya gelince, bu nefsin emmare ve levvame sıfatlarını gösterir. Mülhime de bu makamdadır. Bu sıfatları taşıyanlar
çok kerre rüyada yırtıcı hayvanları görür. Misal olarak, arslanı, kaplanı, kurdu, ayıyı, köpeği, domuzu; ayrıca bunlara benzeyen, tavşanı, tilkiyi, kediyi, yılanı, akrebi ve daha benzeri hayvanları verebiliriz. Bunların hepsi zaralıdır, atmak gerek...” (S.120)
“Bir Hak yolcusu, rüyada bu eziyetli mahlûkatla cenk ettiğini, galip gelemediğini görürse; ibadete, zikre devam etsin. Taa, onlara galip gelip, kahre
uğratıncaya kadar devam etmeli. Beşeri sıfatlardan kurtulmalı. Keza, o yırtıcı hayvanları kahredip, tamamen yok ettiğini görürse; hataları bırakmış, kötülük etmiyor demektir.”(S.121)
“Yine bir Hak yolcusu o hayvanları insan şekline girer görürse, hatalarının iyiliğe çevrildiğini anlamalı.”(S.121-22)
“Tasavvuf ehli iki bölümde anlatılır.”
“Sünniler: Bunlar, sözde, işte; şeriat ve onun manası olan tarikata tamamiyle uyarlar. Bunlara: Ehl-i Sünnet vel-cemaat, tabiri kullanılır.
Bu zümrenin bir kısmı cennete azapsız, hesapsız girer. Bir kısmı da az azap ve az hesap verir girer. Cehennemde az kalır; doğruca cennete giderler.
Ateşte ebedî kalmazlar. Orada ebedî kalmak kâfirlere, münafıklara hastır.” (S.122)
“Ehl-i Sünnet vel cemaat imamlarının iddiası şudur:
-“Ashab-ı Kiram, peygamber S.A. efendimizin sohbeti bereketi ile derin bir vecd ve cezbe içinde bulunuyordu. Sonradan o hal dağıldı. Bu yolun manevî varislerine intikal etti. Bu da birçok kollara bölündü.. O kadar bölündü ki, zayıfladı ve dağıldı. Birçoğu suret halinde kaldı. Manası olmayan bir şeyhlik unvanına sarıldı. Bunlar da birçok şubelere ayrıldı; bid’at ehli meydana çıktı.Bir kısmı, kalenderi yolunu bir kısmı, hayderi yolunu tuttu; bir kısmı da edhemi olarak ortaya atıldı. Ve daha niceleri.. Şerhi uzun olur.”
“Bu zamanda tam fıkıh ehli olarak, yürüyen azdan azdır.Bu yolun gerçek yolcuları iki şahitle tanınır: Onun biri, zahir; öbürü batın.. zahir halin dinî
emirlerle tahkim edilmiş olması gerekir. Batın halde ise, kime iktida ettiğini bilecek.. Elbet bu uyulması, iktida edilmesi gereken varlık Peygamber S.A.efendimiz olmalı. O Hakla arasında bir vasıta sayılır. Bu vasıta şüphesiz,
Peygamber S.A. efendimizin ruhaniyetidir. İşte manevî sülûkün böyle devam etmesi icab eder. Onun ruhaniyeti, yerinde cismanî, icabında ruhanî
olarak tam varis olan zata gelir. Çünkü şeytan Peygamber S.A. efendimizin şeklini temsil edemez. Burada Hak yolcuları için işaret vardır. Dikkat
etmelidir; tâ ki, yolcuları körü körüne olmaya..” (S.125-126)
“Hak yolcusunun zeki, basiret sahibi ve anlayışlı olması icab eder.”
“Yolcu daima işin sonuna bakmalı.. Önden yapılan işleri de iyi düşünmeli zahirdeki hallerin tadına aldanmamalı.
Tasavvuf ehli der ki, yapılan işler onu yaratana aittir. İnsanın elinde tam yetki olmadığına göre, bir başka şekle girmesinden korkmalıdır.” (S.126)
“Velîlerin kerameti, içinde bulundukları halleri gerçektir. Ancak, ilâhî mekirden ve istidraçtan emin olamazlar. İstidraçtan salim olan, yalnız peygamberlerin gösterdiği mucizelerdir.
Demişler ki:
-Son nefesin kötü geçmesinden korkmak, onun rahat geçmesini sağlar.” (S.127)
“Hak yolcusuna lâzım olan, Allah’ın kahrından kaçmaktır. Yina gerekir ki, varlığını ona arz ede, neyi varsa onun önüne sere ve böylece ondan ona kaça...
Salike gereken onun varlığı önünde diz çöküp maddi varlığını soya, hatalarını itiraf ede ve onun kapısı önüne serile... Bunları yaparsa onun feyzine,fazlına, lütfuna, merhametine erer ve günahları erir.. Çünkü o, çok iyidir, merhameti çoktur, cömert ve kerimdir. Ezelî padişah ve büyük sultandır.”(S.128)


 
 
Ara
İçeriğe dön | Ana menüye dön