HACE ABDULHALIK GUCDEVANİ K.S - SEYYİD MUHAMMED ŞERİF BUHARİ

İçeriğe git

Ana menü:

HACE ABDULHALIK GUCDEVANİ K.S

SİLSİLEİ ŞERİF

Evliyânın önderlerinden, İslâm âlimlerinin büyüklerindendir. Babası Abdülcemîl Malatyalı idi. İmâm-ı Mâlik hazretlerinin neslinden olup âlim ve ârif idi. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde çok yüksekti. Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ederlerdi. Bir gün Hızır aleyhisselâm kendisine:
"Ey Abdülcemîl! Senin sâlih bir erkek evlâdın olacak. İsmini Abdülhâlık koyarsın." buyurdular.
Abdülcemîl bu konuşmadan kısa bir zaman sonra Buhârâ'ya göçtü ve Goncdüvân kasabasına yerleşti. Çok geçmeden Hızır aleyhisselâmın buyurduğu gibi bir erkek evlâda sâhib oldu. İsmini Abdülhâlık koydu. Abdülhâlık çocukluğunu burada geçirdi.

Beş yaşına geldiğinde ilim öğrenmesi için Buhârâ'ya gönderildi. Büyük âlim Hâce Sadreddîn hazretlerinden Kur'ân-ı kerîm ve tefsîrini öğrenmeye başladı. Bir gün okuma esnâsında; "Rabbinize tazarrû' ederek (boyun büküp yalvararak) ve gizli duâ ediniz!" (A'râf sûresi: 55) meâlindeki âyet-i kerîmeye gelince Abdülhâlık hocasına:
"Efendim! Bu "gizli"den murâd edilen nedir? Kalb ile yapılan zikrin aslı nedir? Eğer zikir ve duâ, âşikâr, sesli bir şekilde dil ile olursa riyâdan korkulur. Araya riyâ girerse, lâyık olduğu şekilde zikredilmemiş olur. Şâyet kalb ile zikretsem; "Şeytan insanın damarlarında kan gibi dolaşır." hâdis-i şerîfi gereğince, şeytan bu zikri duyar. Ne yapacağımı bilemiyorum, bu müşkülümü halletmenizi istirhâm ederim, efendim!"diye arz etti.
Hocası, büyük âlim Sadreddîn hazretleri, bu yaştaki bir çocuğun kendisinin bile anlayamadığı böyle bir suâl sormasına hayran kaldı ve cevap olarak:
"Evlâdım! Bu mesele, kalb ilimlerinin bir konusudur. Allahü teâlâ nasîb ederse, sana bu ilimleri öğretebilecek bir üstâda kavuşturur. Kalb ile zikri ondan öğrenirsin, böylece bu müşkülün halledilmiş olur." buyurdu. Abdülhâlık Goncdüvânî (rahmetullahi aleyh) bu işâret üzerine, meselelerini halledecek o büyük zâtı beklemeye başladı.

Bir gün Hızır aleyhisselâm yanına geldi. Ona, Allahü teâlâyı gizli ve açık zikretme, anma yollarını öğretti ve mânevî evlâtlığa kabûl edip; "Kalbinden Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah kelime-i tayyibesini şöyle şöyle zikredersin!" diye târif etti. Abdülhâlık hazretleri de, târif üzere, bu mübârek kelime-i tevhîdi sessiz sessiz kalben söylemeğe başladı. Bunu, kendisi için ders kabûl etti. Bu hâl mânevî makamlarda yükselmesine sebeb oldu.
Bu sıralarda Yûsuf-ı Hemedânî hazretleri Buhârâ'ya geldi. Abdülhâlık Goncdüvânî onun hizmetine girdi ve bu hizmette bir süre kaldı. Bu hususta kendileri şöyle anlatırlar:
On iki yaşında idim. Hızır aleyhisselâm bana Yûsuf-ı Hemedânî hazretlerinden ilim öğrenmemi tavsiye buyurdular. Bu sırada onun Buhârâ'ya geldiğini işiterek derhâl yanına gittim. Ondan pekçok istifâdelere kavuştum.
Böylece Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin sohbette üstâdı Yûsuf-i Hemedânî, zikir tâlim hocası da Hızır aleyhisselâm oldu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri hâlini insanlardan gizli tutardı. Nefsinin isteklerine uymayıp, istemediği şeyleri yapmakta kendisini pek ağır imtihanlara tâbi tutar fakat hiç kimseye bir şey sezdirmezdi. Hele onun Hızır aleyhisselâm ile ulaştığı mânâda ilim tahsîline hiç kimse vâkıf olmazdı.
Abdülhâlık Goncdüvânî gerek Hızır aleyhisselâm ve gerekse büyük İslâm âlimlerinin tahsil ve terbiyesi altında zamânının bir tânesi oldu. İnsanlar dünyânın dört bir yanından kâfileler hâlinde ondan istifâde etmek için gelmeye başladılar.
Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri beş vakit namazını Kâbe-i muazzamada kılar, tekrar Buhârâ'ya dönerdi. Bir Aşûre günü talebelerine derste velîlik hâllerini anlatıyordu. Müslüman kıyâfetinde olan bir genç içeri girip, talebelerin arasına oturdu. Bir müddet sohbetini dinledikten sonra söz isteyerek:
Efendim! Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "Mü'minin firâsetinden korkunuz.Çünkü o, Allah'ın nûru ile bakar." buyuruyor. Bu hadîs-i şerîfin sırrı nedir? diye sordu.
Abdülhâlık Gucdüvânî hazretleri gence heybetle nazar ettikten sonra; "Öyleyse belindeki zünnârı, hıristiyanların ibâdette bellerine bağladıkları ve ucunda haç asılı olan parmak kalınlığındaki yuvarlak ipi kes de îmâna gel." dedi.
Hocanın bu sözleri oradakiler üzerinde şok etkisi yaptı. Genç, telaşla; "Hâşâ! Yemîn ederim bende böyle bir şey yok." diye söylendi.
O zaman Abdülhâlık hazretleri talebelerinden birine gencin hırkasını çıkarmasını işâret etti. Talebe o gencin üzerindeki hırkasını çıkarınca, belinde düğüm düğüm zünnâr bağlı olduğu görüldü. Bu hâdise karşısında genç, çok mahcûb oldu. Ne yapacağını şaşırdı. Kalbinde İslâmiyete karşı bir sevgi meydana geldi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine muhabbet, sevgi duymaya başladı. Böylece evliyânın, Allahü teâlânın nûruyla baktığının ne demek olduğunu çok iyi anladı. Kelime-i şehâdet getirip müslüman olmakla şereflendi. Sâdık talebelerinden oldu.

Büyük mürşid bundan sonra etrafındakilere dönerek:
"Ey dostlar! Gelin biz de ahde uyalım, zünnârımızı keselim. Îmân edelim. Şöyle ki, bu genç maddî zünnârı kesti, biz de kalbe âid zünnârı keselim. O da, kibr ve gururdur. Bu genç, af dileyenlerden oldu; biz de affa kavuşalım." buyurdu.
Talebeleri bir anda hazret-i Hâce'nin gönül yaralarına sunulan şifâ şerbetini içtiler, tövbelerini yenilediler. Böylece kalblerinin Allahü teâlâdan başka bir şeye bağlılıkları kalmadı.
Bir gün huzûruna gelen bir kimse; "Eğer Allahü teâlâ beni Cennet ile Cehennem arasında muhayyer kılsa, ben Cehennemi seçerim. Zîrâ bütün ömrümde nefsimin arzusu üzerine amel etmedim. O halde Cennet nefsin murâdıdır. Cehennem ise, Allahü teâlânın murâdıdır." dedi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri bu sözü red ederek:
Kulun seçme hakkı yoktur. Her nereye git derlerse oraya gideriz. Nerede kalın derlerse orada kalırız. Kulluk budur. Senin dediğin kulluk değildir. buyurdu. O kimse bu sefer; "Efendim! Tasavvuf yolunda bulunan kimseye şeytan yaklaşabilir mi?" diye sordu.
"Tasavvuf yoluna yeni gelmiş bir talebe, nefsini emmâre olmaktan kurtaramamış ise, bir şeye öfkelendiği zaman şeytan ona yaklaşabilir. Şâyet nefsi mutmainne derecesine çıkmış ise, o kimsede öfkelenmek yerine, gayret hâsıl olur. Her ne zaman gayret etse, şeytan ondan kaçar. Bu kadar sıfat o kimseye kâfidir. Yeter ki, Hakk'a yönelsin. Allahü teâlânın Kitâbına ve Resûlünün sünnetine sarılsın. Bu iki nûr arasında tasavvuf yolunda yürüsün." buyurdu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri, Allahü teâlânın indinde duâsı makbûl kimselerden idi. İnsanlar ve cinler duâsına kavuşmak için, uzak yerlerden gelirlerdi.

Bir gün Abdülhâlık Goncdüvânî'nin huzûruna uzak yerden bir misâfir, biraz sonra da yanlarına, güzel sûretli, temiz giyimli bir genç geldi. Abdülhâlık hazretlerinden duâ isteyip hemen ayrıldı. Misâfir; "Efendim! Bu gelen genç kimdi acaba? Gelmesi ile gitmesi bir oldu." dedi. O da; "Bizi ziyârete gelip duâ isteyen bir melek idi." buyurdu. Misâfir hayret etti ve; "Efendim! Son nefeste îmân selâmeti ile gidebilmemiz için bize de duâ buyurur musunuz?" diye niyâzda bulundu. Bunun üzerine Abdülhâlık Gucdüvânî hazretleri:

"Her kim farzları eda ettikten sonra duâ ederse, duâsı kabûl olur. Sen, farz olan ibâdeti yaptıktan sonra duâ ederken bizi hatırlarsan, biz de seni hatırlarız. Bu durum hem senin, hem de bizim için duânın kabûl olmasına vesîle olur." buyurdu.

Abdülhâlık Gucdüvânî hazretlerinin âhiret âlemine göç etmesi yaklaşmıştı. Kendisine bağlı talebelerinin terbiyesini Ahmed Sıddık, Evliyâ Kebir, Şeyh Süleymân Germinî ve Ârif-i Rivegerî adlarındaki dört büyük halîfesine bıraktı. Onlara nasîhatlerde bulundu.
1180 (H.575) yılında Gucdüvân'da vefât etti.

Gucdüvânî hazretleri bugün Nakşibendiliğin prensipleri diye bilinen on bir temel düstûru da ortaya koydu. Bu prensiplerin esası "kalbe gelip onu meşgul eden her şeyi oradan çıkarıp atmak ve onu dâimâ Allahü teâlâ ile meşgûl hâle getirmek"tir. Vefâtından sonra da kerâmetleri görülmüştür.

Şöyle ki: Abdülhâlık Gucdüvânî hazretlerinin vefât etmesinin üzerinden 332 sene geçmişti. 1512 (H.918) yılında Eshâb-ı kirâm düşmanı Safevîler yüz bin kişilik tâlimli asker ile Ceyhun Nehrini geçerek Mâverâünnehr vilâyetlerine hücûm ettiler. Çok kan döküp büyük tahrîbât yaptılar. Oradan Buhârâ'ya yöneldiler. Pekçok kaleyi zaptettiler. Girdikleri yerlerde Ehl-i sünnet âlimlerinin kabirlerini ve türbelerini yıkıp hakâret yapıyorlardı. Nihâyet Goncdüvân kalesini de abluka altına aldılar. Niyetleri burada bulunan ve Ehl-i sünnet müslümanlarının ziyâretgâhı olan Abdülhâlık Gucdüvânî hazretlerinin kabirlerini yakmak idi. Ancak şehre karşı hücuma geçtikleri sırada kaleden çıkan beş bin Özbek askerinin etrafında bulunup kendilerine saldıran beyaz atlı beyaz elbiseli ve yeşil sarıklı askerleri gördüler. Başlarında heybetli ve nûrânî, mübârek bir zât elinde iki ağızlı kılıç ile Safevîleri işâret edip hücûma geçtiklerinde ekin tarlasına giren orakçılar gibi düşmanları biçmeye başladılar. Ehl-i sünnet düşmanları kısa sürede bozguna uğrayıp geri dönmemek üzere kaçtılar.
Abdülhâlık Gucdüvânî hazretlerinin daha vefâtından evvel söylediği:

Dosta mübârekim ve düşmana musîbetim
Cenkte demir gibi ve sulhta mum gibiyim

Nûr çeşmesinin başı Goncdüvân, menzilimizdir
Rum kapısına kadar iki ağızlı kılıç vururum

şeklindeki sözleri de onun 332 yıl sonra ortaya çıkan kerâmetiydi.

HACEGAN TARİKATI


Şeyh Muhammed Parsa, Şah-ı Nakşibend'in arkadaşlarından idi. Hace'nin tuttuğu yol, tarikat, tüm tarikat ehli olanlara bir belgedir, sağlam yoldur. Hepsinin kabul ettiği bir yoldur. Çünkü o doğruluk ve vefa yoluna girmiş olup her yönüyle Hz. Muhammed'in sünnetine uygun davranmıştır. Bid'attan uzaklaşmada, lüzumsuz istekleri yerine getirmede çok güzel örnekti. Gucdüvanı, genellikle halini gizlerdi. Çeşitli mücahede halleri ve ağır terbiye davranışlarını uygularken kimseye bir şey sezdirmezdi. Mana yolunda ilim tahsili işini kimse anlayamazdı. Sonuçta, zamanının önde gelen ariflerinden oldu. Akranlarının önüne geçti. Bu özelliklerin den dolayı gözler üzerine çevrilmiş olup büyük şehirlerde çok iyi tamnırdı. insanlar gruplar halinde yanına gelirlerdi.
Bir müddet Şam'a gidip orada kaldı ve bir de tekke yaptı. Orada kendisine çok sadık müridier ve halktan insanlar gelmişlerdir. Gucdüvani oğlu Şeyh Evliya-i Kebır için bir risale yazmıştır. Bu eserde tarikatla alakall' edepler, güzel öğütler ve terbiye ile ilgili bölümlervardır. O risalesinide şunu söylüyor:

Evladım, sana ilim ve edep öğrenmeyi tavsiye ederim. Her zaman yüce Allah'ın huzurunda olduğunu unutma. Önceki büyük zatların yolunu terketme. Peygamberimiz'in sünnetine uy, sünnetin hakiki uygulayıcısı olan ashabın da davranışlarını dikkate al. Fıkıh, hadis ve tefsiri oku; kendisini tassavvuf ehli zanneden
cahillerden çok uzaklaş. Namazını cemaatle kılmaya gayret et, ama imam ve müezzin olmaya heveslenme. Sakın şöhret peşine düşme, çünkü bu iş afettir ve tehlikelidir. Her durumunda insanlardan biri gibi yaşa ve o şekilde görünmeye gayret et. Bir makam çok övülse bile o makama meyletme. Mesela kadııık ve müftülük gibi.
Kimseye kefil olma, kimsenin de vasısi olma. Devlet yöneticeleri ve onların adamları ile arkadaş olma. Tüysüz delikanlı, kadın, din dışı davranışları ile tanınmış ve sözünü bilmeyen avamla da arkadaşlık yapma.
Kendin için tekke ve zaviye yapma. Öyle bir yerde de oturma. Şarkı ve musikiyi çok dinleme. Azı zarar vermez, semaı, musikıyi çok dinleme, nifak ortaya çıkarır, kalbi de öldürebilir. Ancak sema meclisi kurup musiki ile uğraşanlara da karşı çıkma, onlar çokturlar.

Az konuş, az ye, az uyu. Arslandan kaçar gibi insanlardan kaç. Tenha yerlerde
otur. Çok zaruret olmadıkça şüpheli şeylerden uzaklaş. Çoğu zaman dünyalık arzusu ağırlığını gösterir. Bu isteğe önem verirsen dinin ve imanın gider. Çok gülme, zira kahkaha ile gülmek kalbi öldürür.
Sakın kimseyi küçümseme. Dışını çok süsleme, dışın süslülüğü iç alemi iflas ettirir. Halkla çekişmeye girme, kimseden de bir şey isteme. Kimseye sana hizmet etmesi için bir emir verme.

Meşayihten büyük zatlara malınla, içinde bulunduğun makamla ve canınla hizmet et. Sakın o büyüklerin işlerini inkar etme; zira onları inkar yoluna girenler kurtulamaz.
Dünya ve dünya insanlarına meyletme. Kalbinde hüzün ve gam olsun, bedeninle de hastagibi davran. Gözlerin yaşlı, amelin samimi olsun. Dualarında yakarıcı ol. Elbisen zorunlu haller dışında eski olsun. Fakirlik arkadaşın olsun. Fıkıh ilmini kendine sermaye say. Evin mescid, ünsiyet edeceğin varlık yüce rab olsun.

Gucdüvanı'nin değerli irşad yolu vardır.ve onlar Nakşibendı tarikatında temel hedefleri oluşturur. Bunlar kısa bir cümleden meydana gelen ve aslı Farsça olup sırası ile şu şekildedir.


1. VUKUF-I ZAMANI (Vakti Değerlendirmek):

Hak yolcusu salik kesin olarak vaktinin değerini bilmeli, zaman geçerken kendi durumunun ne olduğunu anlamaya gayret etmelidir.
Eğer geçen bir zaman içinde huzurluysa, buna şükretmelidir. Şayet gafletle geçmişse,onu telafi etmeye çalışıp rabbine mazeretierini bildirip ondan af dilemelidir. Hak yolcusu olan tal!? çok çalışmalı, geçen zaman içinde en yüksek gayeye yönelmiş olmalıdır. Uyanık bir halde şunu kesin olarak bilmeli ki, her şeyden haberdar olan yüce AIlah'ın alim sıfatı, kendisini gözetim altına almış, bilgi bakımından kuşatmıştır.
Her işlediği şeyi yüce Allah bilmekte ve feyzini ona göre vermektedir.
Hangi davranış içinde bulunursa bulunsun, ister hareket, ister sakin halde Allah her halini görüp, anlamaktadır. Mü'min süresinin 19. ayetinde yüce rabbimiz şöyle buyurur: "Allah, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir."
Yine Yünus süresinin 61. ayetinde şöyle buyurur:
"Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz." Hak yolcusu olan salik, her gün ve gece, yaptığı işlerin mutlaka hesabını yapmalı. Sonrasında bu günlerin ve geceler üzerinden nasıl geçip gittiği ne bakmalı. O günlerin saatlerinde ve anlarında nelerle meşguloldu? Eğer günleri hayırlı geçmişse yüce Allah'a şükretmeli. Zaman kötü şeylerle geçmişse, çeşitli vesilelerle o ziyan olan
zamanı telafiye çalışmalı ve gönülden pişman olarak yüce rabbe dönmelidir.
Ya'kub-i Çerhı efendimiz şunu anlattı: Şeyhim Alaeddin Attar bana şunu söyledi: "Sana bir sıkıntı, mana kapalılığı gelirse, hiç zaman kaybetmeden istiğfara ve tövbeye koş. Manevı bir açıklık hissettiğinde de hemen yüce yaratana şükrünü eda et." Daha sonra şöyle dedi: "Anlattığım iki durumun adı vukuf-ızamanıdir.;' Efendimiz Şah-ı Nakşibend
de şunu söyledi: "Vukuf-ı zamanı derken şunu anlamak lazım. Nefsinin hallerini gözetmelisin. Onun davranışlarını yüce rabbin rızasına uygun bulursan, ona şükür edesin, aksi durumda mutlaka ondan bağışlanma dilemelisin. Hak yolcusu salikin bu manadaki durumu şudur: Zamana bağlı anlarını korumaya çalışmalı, her nefesine dikkat kesilip üzerinde durmalıdır. Vukuf-ı zamanı sözünden tasavvuf erbabı şunu
anlar: Her davranışın, her halin muhasebesini yapmak. Yukarıdaki cümleyi, Bahaeddin Nakşibend şu şekilde açıkladı: "Her saatin hesabını yapıp, gafletle mi yoksa huzurla mı geçtiğine bakmalısın. Eğer her anın gaflet içinde geçmişse hızlı bir şekilde işin başına dönüp, bu yola yeni girenin amelini yapmaya başlamalısın."

2.VUKUF-I ADEDİ(Zikir miktarını bilmek):


Zikredenin, zikrini yaparken zikrettiği cümlenin sayısını bilmesi.
Gizli zikir yapılırken de bu sayının bilinmesi gerekir. Bundan amaç zikir sayısını saymak değildir. Aklı bir yerde tutmak, onu dağınıklıktan korumaktır.
Bu iş için bazı büyükler şunu söylediler: Bu yolda zikrin sayısının çokluğu önemli değildir. Asıl önemli olan, zikredilen zata karşı kalp huzurunu elde etmektir. iş böyle olunca, zikrin faydası ortaya çıkar ve özünde zikrin izini bulur.
Yukarıdaki cümledeki zikir şu manaya gelir: Tevhid okurken "la" (yok) dediğinde kendi fani varlığını da katmandır. Sonundaki "illailah (ancak Allah vardır) cümlesi ile yüce rabbi ispat ettiğinde O'nun varlığını kendi özünde de hissetmelidir. Üstte, Bahaeddin Nakşibend efendimiz şunu söyledi: "Vukuf-ı adediyi anlamak ledün ilmi derecelerinden
biridir."
Yukarıdaki cümle işin başındakine göredir. işin sonuna ulaşan biri için şöyle olmalıdır: Hakiki manada tek zatın birliğini, her şeyde sezebilmektir. Yine bu insan bütün hesap sayılarına bakıp o sayılarda birin akışını ve geçişini görmeli. Gerçek biri anlayabilmek için, bu bire dikkat gerekir. Şu şiir bu anlamda yolu aydınlatır:


Say şu kainattaki çakluğu tek tek
Serap benzeri hayaldekine göz gezdir
Orada sadece bir vard" şam büyük
Hepsi de tecelli ediyor zuhur yerinde tek tek


3. VUKUF-I KALBI (Kalptekini idrak Etmek):


Vukuf-ı kalbı cümlesini iki anlamda almak isabetli olur; şöyle ki:
1. Yüce rabbi zikredenin kalbi, zikrini yaptığında zikredilen zatı bilmesi. O'nun varlığını öyle kavramalı ki; O'nun gözetiminden, O'nu her hali ile müşahede etmekten kurtulmamalı. Bu manada, Ubeydullah Ahrar efendimizi dinleyelim: "Vukuf-ı kalbı" şu manaya gelir: Kalbin, yüce Rab ile huzurlu olması için sadece O'nunla olmalı. Bu öyle olmalı ki o insanda, başka tarafa bir bakış ve iltifat olmamalıdır. Yukarıdaki anlam,
zikrin ayrılmaz bjr parçasıdır. Yüce Hak ile hazır olması; O'nu müşahede, O'na ulaşmak, O'nunla var olmak sayılır.
2. Zikredenin, zikir sırasında kalbine vakıf olabilmesi. Burada kalp dediğimiz bir damla kandan ibarettir. Sol memenin alt hizasına düşen, çam kazası şeklindeki et parçasının
içindedir. Bu et parçasına veya o kana kalp denmesinin nedeni şudur:
Çeşitli tedbirlerin ve düşüncelerin içinde, devamlı değişen bir gücün yeri olması. Çeşitli düşüncelerin, çeşitli fikirlerin idraki onda vardır. Bahsi geçen kalbe vakıf olmak onun halini ve yolunu bilmektir. Onu sürekli zikirle meşgul etmek, zikredilenin manasını ona düşündürmektir. Onu o kadar zikirle, fikirle meşgul etmeli ki; gaflete yol bulamasın. Bununla ilgili bilgiyi, Şah-ı Nakşibend efendimizin bir cümlesi ile bitirelim.
Vukuf-ı kalbı için bahsi geçen her iki manaya riayet etmek, vukuf-ı adedı kısmında sayılan şartlara uymaktan çok önemlidir.


4. NAZAR BER-KADEM (Gözlerin Ayakta Olması):


Gözler sürekli ayak üzerinde olmalı. Salikinetrafını fazla kollaması gerekmez. Sebebi ise kalbi manadan uzaklaştırmamak. Zira kalbe gelen engel, genellikle lüzumsuz yere çevre ile ilgilenmekten dolayıdır, Kalpteki perdelerin çoğu bakarak oluşan suretlerdir. Bu sebepten dışarıdan gelen dağınıklığını atarak bakışlarla görülen şeylere takılıp zikirden geri kalmamalıdır. Bu yolda yeni olanlar gözünü dışarıdaki şeylere
bağladığında kalp zikirden geri kalabilir, Bu durumda dışarıdakilere bakılarak kalp perişanlığı olur. Zaten işin başında olanın kalbini koruyacak gücü yoktur. özükenlerle ilgilendiğinden oluşan gönül perişanlığını defedemez.
Nazar ber-kadem için şu mana da verilebilir. Yabancının yüzüne bakmamak. Sofilere göre yabancıların yüzüne bakmak sakıncalıdır, Zira kalpler saf ve temizdir. Katı kalplerden ona bazı şeyler gelir yerleşir. O kötü kalplerden kötü huylar ve bozuk fikirler gelir. Kötü huylar ve bozuk fikirler; bu özelliklere sahip olanların yüzlerine bakarak oluşur ve kalbin aynasını da kirletir, Bu kurala uymak fitneye sebep olacak güzel yüzlere bakmamak için de olabilir. Bilinmeli ki bakış, şeytanın oklarından bir oktur. Her kim böyle bir bakışa sahipse Allah yolunda fitneye kapıldığının göstergesidir.
Bu sebepten salik için gözlerin ayaklarının üstünde olması ve uzaklara bakmaması söylenmiştir. Nazar ber-kadem tevazu için de olabilir. Yürürken Peygamberimiz
gibi yürümek. Zira o sağa ve sola bakarak yürümezdi. Yüzü yürüdüğü tarafa dönük olarak ve gözü de ayaklarında olurdu. Normal ama hızlı yürürdü. Yürüyüşü bir merdivenden inenin yürüyüşüne benzerdi. Nazar ber-kademe şöyle bir yorum da getirilebilir. Üstün himmet ve gayret sahibi olmak. Biri üstün himmete sahip olmak isterse yüce rabden başkasına bakmaz. Çünkü hızlı bir şekilde hedefine ulaşmak
isteyen biri sadece ayağına bakar. Sebebi ise yürüyüş esnasında tökezleyip
düşmesin. Bu dördüncü prensip için şöyle bir mana da akla gelebilir. Salikin mevhum varlığından mesafe alırken, yapacağı sürati de anlatabilir.
Hak yolcusu ayağına bakacak, gözünün aldığı son yere ayağını basmış olacak. Büyük ariflerden Muhammed Ruveym'in bu manaya uygun şöyle bir sözü vardır. Salik için şudur ki, ayağını attığı yere kadar ulaşmaya çalışmalı. Adımını atmadığı yere göz atmamalı.
Abdurrahman-ı Camı, Hz. Mevlana Şah-ı Nakşibend'i överken şunu söyledi:


Geçirmedi bir nefesini bile huzursuz asla
Geçmedi gözleri ayaklarını hiç asla
Hızlı yarış sahibi, adımları da kuvvetli
Ayakları gözden uzak gitmezdi asla


Nazar ber-kademle ilgili güzel bir açıklama yapan imam-ı Rabbanı 295. Mektubu'nda şunu yazdı: "Nazar ber-kademden maksat ayağı aşmaması değildir. Göz ayağı aşmalı hatta geçmeli; ayak gözün arkasından gelmeli. Şunu unutmamak lazım. Yüksek makamlara çıkış önce gözle olacak ki, ayak da onu takip edebilsin. Durum böyle lunca, ayak gözün kestirdiği yere çıkacak, göz de daha yükseğe bakacak.
Böylece, ayak ona uyarak ilerlemiş olacak. Bu şekilde, göz önce görecek, ayak da oraya basacak. Yükseliş böyle sürüp devam edecek."


Nazar ber-kademe şöyle mana da yüklenebilir: Ayağın basamadığı yere, adım atılamayan yere ve makama göz deulaşamazsa mükemmel yerlere ulaşılamaz. Bu sebepten şöyle bir yorum yapılabilir:
Atıları adımın sonu, salikin yeteneğinin son yeridir. Belki de, yolundan gittiği peygamberin yetenek mertebelerinin son durağıdır. Ancak ulaşılan bu yer, gerçek olarak peygamberin olup, ona uyma bakımından da o salikindir. Bu iki mertebenin üstünde, onlara ait başka adım atılacak mertebe yoktur.
Göze gelince o da yolunu takip ettiği peygamberin görüşünü izleyip gücünü o peygamberin görüş gücünden alır. Bu şekilde, hangi peygamberin görüş izinde ise, onun gördüğü yeri görür.
Bir peygamberin kendisine inanan ümmetinin her ferdi için kemalatından bir payı vardır. Bu şekilde salik takip ederek sahibine benzer bir şekilde son yetenek yerine çıkabilir. Ayak burada kalıp, göz yükselerek takip ettiği peygamberin göz ertebelerinin sonuna kadar ulaşabilir.

Yukarıdaki manadan anlaşılıyor ki, peygamberin gözleri için yükselme makamı, ayaklarının yükselme makamından daha üsttedir. Bu da yüce rabbi görme makamıdır. Bu makam diğerleri için ahirette vaad edilmiştir.
Anlatılan manaya göre; Hz. Muhammed (s.a.v) için verilen peşin makam, diğerleri için sonraya kalmıştır. Sözün özü:

Her peygamberin, her makamından izinde olanlara bir nasip vardır. Nazar ber-kadem gözün ayaktan ayrı kalmaması ise hiçbir zaman göz, ayak makamını geçmeyecek sözü geçerli olmamaktadır. Böyle bir durum salikin yukarılara çıkmasına mani olur.
Eğer, nazar ber-kadem derken, adımları takip etmeyi anlarsak o vakit, önce verilen mana yerinde sayılabilir. Aşağıda anlatılacak olan huş der-dem (nefese dikkat etmek) cümlesindeki anlama da uygun olur. Şunu unutmamak lazımdır ki, bir insanın gözü, ayağından ileride olduğunda yürürken kendisini dağıtabilir. Zira, daha ileri doğru baktığında birçok maddı renkler gördüğü için onlara dalıp ayağını kontrol
edemez. Eğer bir insan yürüdüğünde gözleri ayağında olunca gönül birliği oluşur, kendisini toparlar. Bunlar ne kadar güzel söz ve nefesler.


5. HUŞ DER-DEM (Alınan ve Verilen Nefese Dikkat Kesiırnek):


Huş sözcüğünün anlamı akıldır. Demin manası nefestir. Aklı başında olan salik alıp verdiği nefese dikkat eder ve hiçbir nefesini gaflet içinde geçirmez. Her zaman ve her haliyle yüce rabbin huzurunda olduğunu unutmaz. Zira nefesi gafletten koruyabilmenin neticesi,insanı yüce Allah'a karşı kalp huzuruna kavuşturur ki bu işin sırrı da alınan ve
verilen nefeste ta at üzere olmaya bağlıdır. Zaten, huzurla alınıp verilen her nefes canlıdır, yüce Allah'a ulaşır. Gafletle alınıp verilen nefes ise ölü olup Allah'a ulaşamaz.


Ubeydullah Ahrar efendimiz şunu söyledi: Bu yolda, salikin nefesine çok dikkat etmesi gerekir. Bu yolda, nefesini korumayan için, "nefesini (kendini) kaybetti" denir. Böyle bir söze sebep olmak ise iyi değildir. Mürşidimiz Bahaeddin Nakşibend ise şöyle dedi: "Bizim bu yolumuzun binası nefes üzerine kurulmuştur. Bu sebepten, nefesini alıp
verirken dikkat etmelisin. Hatta bu iki nefes arasındakı boşluklara da dikkat etmelisin." Bu manada şu şiir de çok güzeldir:


Ey tutulup kalan büyük deniz yanmda
Deniz çok geniş, kusurlar da onun etrafmda
Bakma öyle dalgalı olaylara
Durma dal, tut nefesi denizle birlikte
Arif Abdurrahman-ı Camı, "rubailerin şerhi"nin neticesinde şöyle dedi:
Şeyh Ebü'I-Cennab Necmeddın-i Kübra Fevaihu'I-CemaI isimli eserinde şunu yazdı:


Yüce zatın zikri, zaruri bir şekilde canlıların nefeslerinde akıp gidiyor.
Zira, her nefes alış ve verişlerde "ha" harfi çıkar. Bu işte onların bir gayreti de yoktur. "Ha" harfi ise gizli kimliğe işarettir. Allah lafzındaki"ha" harfi şöyle gelir: Başında "elif", sonra "lam", bir tane daha "lam", ilk "elif" ve arkasından gelen "lam" harfleri tarif için olup ikinci "lam" ise, durumu kuvvetlendirmek içindir. Ancak canlıların bunu pekiştirmeye ihtiyaçları yoktur; bu sebeple, "elha elha" diyerek nefes alırlar. Onların
bu şekilde söylemeleri "Allah" demektir. Şimdi sana gereken bu zikirle, sürekli huzurlu olasın ve yüce rabbin kimliği sence düşünülen bir şeyolsun. Anlatılan harf ağzından, nefesinden çıktığında çalış, gayret et, o kimlik senin mülkün olsun. O vakit
bu mülkü sen elden çıkarmak istesen bile o mülk senden alınamaz.
Gizli kimlik (gayb-i hürriyet) evliya katında, bütün oluşmalardan uzak, kayıtsız şartsız yüce zattan ibarettir. Bunların dışında huş derdem için şöyle de denebilir: Zikredeni, zikir halinde gafletten uyandırmaktır. Zikirden maksat, zikredilen şeyin manasını devamlı düşünmektir. Bu durum ise o mananın insanın içinde doğmasını sağlar. Böyle bir şeyin elde edilmesi ise alınıp verilen nefeslerigafletten korumakla mümkündür.
Bu yapılınca da insanı huzura götürür. Huzur ise, yüce rabbin tecellilerine
bir sebep sayılır. Şunu unutmamak lazım ki, yüce Allah'ın, insanların nefesleri sayısınca tecellileri vardır. Bir insan, nefeslerine dikkat ederse, yüce rabbin huzurunda olur; adı geçen tecellilerden de kendisine bir nasip düşer. Şu da bir gerçektir ki, nefesleri kontrol etmek salik için zor bir iştir. Nefeslerin gafletsiz alınıp verilmesi çok zor olup bu başarılamazsa, sahibince anlaşıldığında hemen tövbe edip bağışlanmayı istemek lazım. "Allahım beni baö!şla" (estağfirullah) demek
uygun olur. Bu çeşitbir istiğfar, bağış isteğinde bulunmak boşa giden nefesleri kurtarır ve sahibini temize çıkarır.
Gucdüvanı'nin, "nazar ber-kadem" derken, çevreye bakıp aklı dağıtmamayı
hedef alıyorsa burada da, "huş der-dem" de ise aklı nefeslere toplayıp boş yere nefes alıp vermeyi önlüyor.


6. SEFER DER-VATAN (Vatanda Sefer)


Bu sözün gerçek manası şudur: Hak yolcusu salik halk aleminden geçip, yüce Rab'be yaklaşmalı. Bu mana Saffat suresinin 99. ayetinde ibrahim aleyhisselamın dilinden şöyle denmiştir: "ibrahim şöyle dedi: Ben rabbime gidiyorum gerçekten." Bu yolcuğun anlamı şudur: Bir halden, makamdan daha güzeline doğru çıkmaktır.
Ebu Osman el-Mağribi şunu söyledi: "Hak yolcu su salik nefsin hevesinden, şahsi ve şehevi isteklerinden çıkmalıdır."
Esasen sefer der-vatan bir şehirden diğerine taşınmak anlamına gelmez. Salikin dışta bir yolculuğa değer vermelerinin nedeni, tam olarak bir terbiyeci mürşid bulabilmek içindir. Her kim onu bulursa, işini ona teslim etmelidir. Onun yanında kalıp, dıştan yapılan yolculuğu bırakmalıdır.
Bu işi mana yolundaki yolculuğa gücü yetene kadar yapar. Sonra müridlik işi tamam olur.
Şeyh Hakim et-Tirmizi, Nevfıdirü'l-usDI adlı eserinde şunu anlattı:
"Bir salik, dıştan bir yolculuğa çıkmamalıdır. Aradığını bulunduğu yerde de bulabilir." Daha sonra şunu söyledi: "Her hayrın anahtarı, müridin bu işe başladığı yerde sabırla durmasıdır. Ne zaman müridlik işi sağlama çıkmaya başlarsa, o vakit senin için ilk bereketler ortaya çıkmaya başlar. Bu halinle sen, Allah için yolculukta sayılırsın. Dış taraftan yolculuğa çıkmasan da farketmez."
Meşayihten bazı zatların, müridierinin dış taraftan yolculuğa çıkmalarına engel olmaları bir sebebe dayanır. Bu sebebin en önemlisi yolculuk esnasındaki meşakkatlerdir. Bu işe ilk başlayanlar o zorluklara dayanamazlar. Çünkü onlar, tam olarak ubudiyyet makamına yerleşmemiş, müşahede katına da tam çıkmamışlardır. Bundan dolayı onların yapacağı dıştan yolculuk onları yanlış iş yapmaya götürebilir.
Hatta onlara, farz emirleri, sünnetleri terkettirerek kalplerini parçalayıp, dağıtabilir.
Kamil insanlara ise dış yolculuktaki meşakkatler tesir etmez. Hatta bu dış seferler, onları üst makamlara ulaştırır. Sebebi ise, onların yolculuk sıkıntılarına dayanıp, onun ağır yükünü çekmeleridir. Zira eskiden büyükler bir yere yerleştiklerinde oranın halkı ile alışkanlık şeklinde davranışlar ortaya çıkınca hemen orayı terkederlerdi. Bu şekilde alışkanlıkları atar, rahatı terkeder, halkla fazlaca içli dışlı olmadan perişanlığı
seçerlerdi. Bunun da sebebi şudur: Kendileri için tam olarak halkı bırakıp Hakk'a ulaşmak eksiksiz olmasın. Bu yoldan da, daha yükseklere çıkarlar.
Şeyh Ubeydullah Ahrar şunu anlattı: "Bu yola ilk girenin yolculuk yapması kendisini dağıtmasına neden olabilir. Salikin şunu yapması uygundur. Şeyhini bulduğu yerde kalıp ona hizmet yapmalı. Oradan, mana makamına tam yerleştikten sonra ayrılmalı. Bu aşamada orada kalması ve gitmesi iyi niyete dayanır."
Şu şiir de aynı manaya işarettir:


O ne güzel gülmek, ağız olmadan
Dış taraftan pamuk gibi ol, sır çekip gitsin
Güzel yolculuğa çıkıp koşmak, mümkündür ayaklar olmadan


Arif Abdurrahman-ı Camı şunu söyledi: "Bir insanın kalbinde kainatla ilgili meseleler kalmadığı ve beşerı istekler azaldığında, onun asli sıfatı ortaya çıkar. Onun artık bu yoldaki seyrü süluke ihtiyacı kalmaz.
Zira ondan istenen kalp temizliğidir. O da meydana gelmiştir. Bu aşamadan sonra o kalbin temiz aynası, güzellik ve mükemmellikleri sinesine alır. Çünkü o iyice cilalanmış ve parlatılmış bir ayna gibidir. Bu hali ile karşısındaki her suret görünür. Bu iş için bir davranışa bile ihtiyacı kalmaz. Anlatılan bu durum, kalbin aslı durumudur ki gelen her
suretin resmini üzerinde çıkarır."
imam-ı Rabbanı Şeyh Ahmed el-Farukı efendimiz sefer der-vatan için şu açıklamayı yapmıştır: "Bu mübarek kelime, içten yapılan yolculuktur. Bunun kaynağı ise, bu işte son halin ilk hale girmesidir. Son durumun ilk hale girmesi ise Nakşibendı tarikatının özelliklerindendir. Bu çeşit bir yolculuk, diğer tarikatlarda varsa da onlara açılacak mana, ancak dıştan yolculuklarını bitirdikten sonra olur. Bu yola giren Hak yolcusu,
ilk durumunda iç yolculuğuna başlar ve bu esnada dıştaki yolculuğunu da tamamlar. ilk olarak bu yolculuğun yapılmasının sebebi, Nakşibendl'de sonun, başlangıç içinde olmasındandır."


7. HALVET DER-ENCÜMEN (Zahirde Halk ile Esasta Hak ile Bulunmak):


Halveti iki yönlü anlamak gerekir.
1. Zahirde halvet. Hak yolcusu olan sali k, insanların olmadığı eve girer, orada tek olarak oturur. Kendisi ruhlar alemindeki manayı sezer.
Dış organlar, işlevlerini azaltırsa batını mana organları salınırlar; ruhlar alemindeki güzellikleri seyreder.
2. Batında halvet. Abdülhalik-ı Gucdüvanl'nin anlatmak istediği halvet budur. Halk içinde halksız kalmak. Encümen kelimesi "insan topluluğu" anlamındadır.
Salikin kalbi yüce rab ile huzurlu olmalı. insan varlığını hatta bütün yaratılmışları, kendisi de dahilolmak üzere kalbinden uzak tutmalı.

MURAKABE
Murakabe halvet der-encümenin başka bir yorumudur. Zikir yapanın kalben yaptığı zikre dalmasıdır. O kadar ki, çarşı ve pazara çıktığında sesleri bile duymaz. Çünkü onun kalbini Allah zikri doldurmuştur.
Şu cümle ise başka bir yorumdur: O manada, üstün bağlantıların insanın benliğini sarmasıdır. Bu bağlantı oluştuktan sonra, halk ile olmak durumu değiştirmez; gönül alemini lekelemez. Bu mana Nür süresinin 37. ayetinde şöyle anlatılır:
"Onlar, ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoyamadığı insanlardır."
Bu çeşit halvet, Nakşibendı olanların bir durumudur. Zira onlar dıştan bir yalnızlığa (halvete) çekilmezler. Onların halveti insanlar arasında olur. Zaten, insanlarla oturup sohbet etmek lazımdır. Bu iş de topluluk içinde olacaktır. Bu sohbeti yaparken ise kendinizi onların arasında değilmiş gibi bilmek gerekir.
Şeyh Ubeydullah Ahrar efendimiz şunu söyledi: Çok önem vererek Allah', zikreden salik beş gün içinde elde edeceğine kavuşur. Hatta öyle bir makama ulaşır ki, bütün sesleri, hikayeleri, 'kendi sözünü bile, yüce rabbin, zikri bilir, öyle işitir. Nakşibendıler'in bu çeşit halveti seçmelerinin sebebi ise Allah Resulü'nün sünnetine uymaktır. Onun sünnetine uymaktır ki, bu da insanlar arasına katılmayı gerektirir. Şöyle bir hadis
vardır: "insanlar arasına karışıp onların işlerinden dol/ayı sıkıntılarına katlanan mümin, insanlar içine çıkmayıp onların arasına katılmayandan daha hayırlıdır. "
Bu manada Şeyh Ebu Said el-Harraz şunu söyledi: "Kendisinde çok kerametler görünen mümin, kamil sayılmaz. Kamil odur ki, halk içinde oturur, alışverişini yapar, evlenip çocuk sahibi olur; insanlara katılır. Bir an bile, Alalh'tan gafil olmaz."
Bu manaya gelen şöyle bir şiir vardır:


kalbinde sevgiye gir, iyice boyan ve öylece kal
Dış görünüşünle kılık değiştir, yabancı kal
Bu, çok kıymetli bir yoldur, ehli de çok değerli
Onlar kurtuluş yolundadırlar, kaynakları çok tatlıdır.


imam-ı Rabbanı efendimiz bu konuda şunu söyledi: "Bu cümle, sefer der-vatandan gelmektedir. Zira sefer der-vatan gerçekleşirse o vakit, halvette celvet kabul edilen halvet der-encümen de meydana gelir. Bunu bulan salik, dış alemin dağınıklığı arasında, iç alemde gezer. Bu halinde o, dağınık bir hale rastlamaz. Dış alemin durumu iç alemin derin hücrelerine kadar girse de perişanlık yaşamaz; her şeyi yerinde bulur. Anlatıldığı şekliyle bir iç alem gezisi diğer tarikatlarda olsa bu
durum işin sonuna gelenler içindir. Nakşibendıler'de o gezi işin başında olur ki, tarikatın özelliğindendir. Şunun bilinmesi lazımdır ki, çoklukta tekliği yaşamak olan celvette halvet şöyle olur. Kalp vatanı haIvetinin kapıları kapalı ve pencereleri örtülü olduğunda. Bu duruma göre, dışta kimseye bakmayacak, konuşulan sözlerin muhatabı olmayacak. Bu şu manaya gelmez. Gözlerini kapatıp zorlayarak duyularını köreltmek.
Böyle bir şey uygun olmayıp, bu yolun özüne de aykırıdır." Salik anlatılan zorlamaya belli bir süre için yani ilk ve: orta halinde belirli bir yere kendisini kapatabilir. işin sonuna geldiğinde, buna ihtiyacı kalmaz. Zira dağınık haliderli toplu, gafleti de huzur olur. Şöyle bir durum da vehmedilmesin. işin sonuna gelenin mana işinde dağınıklığın
olmasının veya olmamasının farkı yoktur. Fakat salikin içi ve dışı bir olsa bile, dıştan dağınıklığın gidip, birliğin gelmesi daha iyidir. Yüce Allah bu manada Peygamberimiz için şöyle emretti: "Rabbinin adını an. Bütün varlığınla O'na yönel" (el-Müzzemmil 73/8).
Şunu bilmek de faydalıdır, zahirdeki dağınık haller, mutlaka gerekebilir. Bazan o haller olacak ki, kulların hakları ödenebilsin. Bu sebepten bazan hoş karşılanır. Mana aleminin dağınıklığına cevaz verilemez. Zira mana alemi katıksız Allah için olmalıdır. Bir müslümanın dörde ayrılan zamanının üçü yüce Allah için olmalıdır. Misal: Batın (iç) halinin tamamı, dış halinin yarısı Allah ise, kulların hakkı için olacaktır; bu
durum yüce rabbin emrinin gereğidir. Dış durumun kalan yarısı halkın hizmetinde kullanılırken yüce AIlah'ın emrine göre olduğu için, müslüman kulun tüm zamanı Allah için harcanmıştır.

8.YADKERD (Zikretmek):


Bunun manası zikretmek yani "la ilahe illallah" cümlesini okumak.
Salik murakabeye erince belli miktarda kelime-i tevhid zikrini yapmalıdır.
Beş bin, on bin olabilir. Kalple'değil dille olmalıdır. Zira kalp maddi unsurlarla bağlantılı olduğundan, unsurların paslanması ile pasIanabilir.
Dille yapılan zikir sayesinde onun pası silinebilir. Bu şekilde salik murakabe durumundan müşahede mertebesine çıkar.
Yadkerd için şu şekilde bir anlam da verilebilir: Devamlı zikri tekrarlamaktır.
Bu zikir kalple de dille de olabilir. Zikir cümlesi kelime-i tevhid olabileceği gibi, zat ismi olan Allah lafzı da olabilir. Zikri geçen zatla huzur buluncaya kadar bu zikir devam etmelidir. Yadkerd cümlesi, kayıtsız şartsız Allah'ı anmak manasına da gelebilir. Ne zaman unutulursa hemen Allah'ın zikri yapılmalıdır. Bu mana Kehf suresinin 24.
ayetinde şöyle açıklanır: "Unuttuğun zaman Allah'ı an."
Yadkerd cümlesine şu mana da verilebilir: Bu, bilinen şekliyle tevhid zikrini kalple yapmaktır. Nakşibendı büyükleri şöyle tarif etmişlerdir. Gözler yumulup ağız kapatılacak, dil diş üzerine konacak ve damağa yapışacak. Nefes tutulup dille değil, kalple zikir yapılacak. Zikre başlarken "la" kelimesi, göbek altından alınıp boyna doğru uzatılacak."ilahe" kelimesi de baş hareketi ile çam kazası halindeki kalbe vurulacak.
Bu vuruştan meydana gelen ateş, bütün organlara yayılmış olacak.
Bu arada "la" derken, sonradan yaratılmışları yok bilmeli, onlara silinmiş olarak bakmalı. "illallah"ı söylerken de yüce rabbin zatını ispat edip O'na sonsuz gözü ile bakmaııdır. Birinden diğerine geçerken de yazılış şeklini düşünmeli, zikrin sonunda da, "Muhammedün ResuluIlah" denmelidir. Bu zikir nefesin durumunagöre tekrar edilip tek olarak bitirilmelidir. Tek sayı ile bitirilmesi büyüklerin alıştığı bir ört haline gelmiştir.
Adı geçen bu zikir, manası düşünülmeden yapılmalı.

Şunun içindir ki: Hak yolcu su salik, bir nefeste yirmi bir veya yirmi üç kere okuyabilmeli. Eğer zikrin bu kadarını okur, hem de manasını düşünürse çok iyi
olur. Manası ise şudur: Allah'tan başka bir gaye yoktur. Allah'tan başka bir amacın olmamasını düşünmek; ibadet yapılacak başka bir zatın olmadığını düşünmekten daha da geniştir. Çünkü her mabud maksuddur, gayedir. Ancak her gaye mabud olmayabilir.

9.BAZGEŞT ( Dönüş) :


Baz "dönüş" anlamına gelir. Zikri yapanın kelime-i tevhidi okuyup nefesini salıverince şunu hayaline getirmelidir: Allahım! Maksadım sensin, gayem senin rızandır (ilahı ente maksudı ve rızake matlubi).
Bu anlamı canlandırmak, kelime-i tevhidin anlamını güçlendirip, zikredenin kalbine tevhid sırrını getirir. Sonuçta, zikredenin nezdinde mahlukat silinip, zuhur yerlerinde tek Allah'ın varlığı ortaya çıkar. Bu yolda yeni olan salik anlatılan manayı kalbinde bulamadığında hemen bırakmamalı. Mürşidini taklit ederek söylemeye çalışmalı. Zira,
şimdi taklit eden ileride gerçeğe ulaşmış biri olabilir.
Gerçeğe ulaşma belirtisi zamana bağlı olarak yavaş ortaya çıkar. Şöyle anlatıldı: Şeyh Sa'deddın-i Kaşgari'nin müridierinden Alaeddin Mektebdar'a şeyhi "ilahı ente maksadı ve rızake matıabı" cümlesine devam etmesini emretti. Alaeddin Mektebdar şöyle diyor. Bu mübarek cümleyi söylüyordum ama. manasındaki gerçeği de bir türlü içimde
bulamıyordum. Bu sebepten de öfkeleniyordum. Bu durumu düşündüğüm bir gün şeyhin yanına vardığımda bana şunu söyledi: "Gel beraber Bahaeddin Ömer'in yanına gidelim." Gidip yanına oturduk. Bu esnada Şeyh Bahaeddin Ömer şunu söyledi: "Şeyh Alaüddevle şöyle söylerdi: "Hak yolcusu bir mürid, içinde samimiyet bulamazsa, bu mübarek kelimeyi yaptığı zikirle beraber söylemelidir. Bu hal cümlenin bereketi
ile içinde gerçeği buluncaya kadar sürmelidir."
Ben ondan bu cümleyi duyduğumda, sıkıntım gitti ve şeyhin himmetiyle o cümlenin içindeki anlam bende görünmeye başladı (Allah, onun sırrının kudsiyetini arttırsın).
Bazgeşt için şu şekilde bir anlam da verilmiştir: Yüce rabbi kelime- i tevhid ile zikredenin bunu yaparken yüce Allah'a acizliğini, eksikliğini açıklayarak dönmesidir. Şu sebepten hiç kimse, yüce Allah'ın yardımı olmadan, O'nun verdiği güç ortaya çıkmadan O'nu zikredemez. Bu anlam sebebiyle şu manaya gelen cümle de söylenir: Ey zikri edilen yüce zat, seni hakiki anlamda zikredemedik. Şunu da dikkate almak faydalıdır ki, zikredenin bunu yaptığı esnada ona huzur gelmeyebilir, sırlar açılmaz ve hatta yüce Allah'a ulaşamayabilir. Fakat yüce Allah'ı yüce Allah'la zikrederse, yukarıda işaret edilen manalar ortaya çıkabilir; kendi nefsi ile zikir yaptığı zaman değil. Bu manadan dolayıdır ki, bazgeşt cümlesi şu anlama işaret eder: Zikredenin, zikri esnasında yüce rabbe dönmesi. Bunu yaptığında zikir yolundan zikredilene
varılır.

10. NiGAHDAŞT (Konuşmak):

Hak yolcusu olan salik, kelime-i tevhidin manasını düşünerek kalbine sahip olmalı. Zikir esnasında kalbine yabancı şeyler girmemelidir.
Bu şekilde yapılmazsa, zikri yapılan zatla kalp huzuru olan zikrin iyi sonucu alınamaz.
Nigahdaşt cümlesine şöyle bir anlam da verilebilir:
Bazan bir veya iki saat kadar; kalbe yüce Hakk'ın zatına yabancı, yakışıksız düşüncelerin girmesini önlemek. Bunun süresi daha az veya daha çok olabilir. Bu anlam vukuf-ı kalbinin manası ile bir ilgisi vardır.
Şunu bilmelisin ki, çeyrek saat bile, kalbi yüce Allah'ın zatı dışındakilerden
korumak, tasavvuf erbabı için çok önemli bir iştir. Bunu yapabilen kimse tasavvuf ehli sayılır. Şu sebepten tasavvuf, kalbe yüce Hakk'ın zatının dışındakileri yerleştirmemek, yabancı şeylerden arındırmaktır.
Kim, yukarıda anlatıldığı şekliyle güçlü olursa, killbinin gerçek yüzünü bilir. Bunu bilen de yüce rabbini bilir. Üstte ki manayı, Resulullah'ın şu hadisinin derin manasında bulmak mümkündür: "Nefsini bilen insan, gerçekten rabbini de bilir."
Şeyh Kasım, Ubeydullah Ahrar'ın müridierinden biriydi, şunu söyledi:
Kalbimi, tan yerinin ağarmasından kuşluk vaktine kadar dikkatle korurum ki, orada hayal gücü diye bir şey bulunmaz. Ariflerden bazıları şunu söyledi: Kalbimi, yüce rabbin zatına yabancı unsurlardan on gece korudum; kalbim de beni yirmi yıldır muhafaza etmektedir.
Şeyh Ebu Bekir el-Kettanı ise şunu söyledi: "Kırk yıl, kalbimin kapıcılığını yaptım ve yüce rabbin zatından başka bir şeyi yaklaştırmadım. Sonunda kalbim öyle bir' duruma geldi ki, yüce Allah'ın zatından başka hiçbir şeyi bilmedi."

Şeyh Ebü'l Hasan el-Harakanı efendimiz de şunu dedi: "Bana göre bir gün, kırk yıldır. Yüce Allah kalbime bu günde bakar; zatından başka bir şeyi kalbimde göremez. Böylece yüce rabbin zatının dışında başka bir şey kalbimde yok."
Kalbi korumak için şunu düşünmeli. Gelip geçen hatıraları, kalpte, devamlı durdurmamak.
Şeyh Ubeydullah Ahrar şunu söyledi: "Kalbi korumak derken şu anlaşılmamalı: Salikin kalbine hiçbir şeyin hatırası gelmemek. Asıl mana şudur: Kalbe gelip giden şeyler kalbin huzurunu bozmamalıdır. Kalbe gelen hatıralar akarsu üzerine düşen saman çöpü gibi olmalı, su üstünden akıp gitmeli.Saman çöpü suyun akışına engel olmaz."
Şeyh Ubeydullah Ahrar şunu söyledi: Bahaeddin Nakşibend efendimizin büyük müridierinden olan Şeyh Alaeddin Gucdüvani'ye sordum:
"Kalbe bir hatıranın gelmeme imkanı var mıdır?" Şu cevabı verdi:
"Hiç gelmemesi diye bir şeyolmaz. Gelir gider. Hiç gelmediği bazı zamanlar da olabilir. Mesela, sen birine şunu dersin: Başına gelmiş olan gam ve kederi devam ettirme. Gelen üzüntü üzerinde durma; gelsin ve gitsin. Bu sözünle; sana hiç gam keder gelmesin manası anlaşılmaz."
Yukarıdaki manayı, Şeyh Alaeddin Attar'ın şu cümlesi de pekiştirir:
"Kalbe gelen yabancı hatıraları silmek çok zordur; hatta kalbine yabancı hatıra gelen kimse, bu haliyle özürlüdür. Ben, kalbimi yirmi yıl korudum; oraya yüce rabbin zatından başka bir şeyin duygusunu, hatırasını yerleştirmemeye çalışmama rağmen sonunda bazı şeyler geldi ama karar kılmadı, durmadı."
Bazı büyükler de, kalbe gelen yabancı düşünceler için şunu söylediler:
Kalbe yerleşmeyip, feyiz akıntısını engellemeyen, mana yoluna engel olmayan yabancı hatıraların önemi yoktur.

11.YADDAŞT (Allah'ı unutmamak):


Allah'ı unutmamak, kelime-i tevhidi zikrettiğinde, zikredilen zat ile kalbini huzurlu tutup, onun huzurunda kendini bilmek ve huzurdan da ayrılmamak. Böylece hem nefsi, hem de nefesini tutmalı.
Bu cümleye şu anlam da verilebilir: Her haliyle devamlı yüce Allah ile kalp huzuru. Böyle olunca, murakabe durumu tamamlanır. Yüce rabbin gördüğü iyice anlaşılır. Şunu da bilmelisin ki, zikirle varılan kalp huzuru, murakabe, sohbet, rabıta, yaddaşt hemen hemen aynı manalara gelir. Huzur, tek zatın nurlarını müşahede etmektir. Ancak bu müşahede şekil olarak değişiktir. Bu değişik yönleri, bu yolu iyi bilen zatlar
iyi bilip anlarlar.
Kalbe gelen hatıralar nefsanı, şeytanı, melekı ve hakkanı olmak üzere dört çeşittir.
Salik kalbine gelen üç hatırayı atıp, tek hatırayı yani Hakkanı hatırlatmaları
tutup yüce rabbin zatını düşünmeli. Şu da var ki, kalbe gelen hatırlatmaları bilip, ayırt edebilmek gerçekten zordur. Fakat manayı tam anlayanlar müstesna. Bunları anlayabilmek için bu işi bilenler bazı ipuçları vermişlerdir.
Nefsanı hatıra, kalbin taban yönünden gelir. Takva, zühd, vera'; temizinden helal yiyerek özünü temizlemişler hatıraları bilip, aklına gelenleri kontrol ederek, yabancı şeyleri kalbine sokmamıştır.


EVİN MESCİT OLSUN

Abdülhâlık Gucdüvânî hazretlerinin mânevî oğulları Şeyh Evliyâ Kebir'e yaptığı nasîhatlerinden her biri bütün müslümanlar için birer kıymetli inci değerinde düsturlardır. Bir tânesi şöyledir:

Yavrucuğum, sana ilim tahsili ile edeb öğrenmeyi tavsiye ederim. Hemen her zaman Allahü teâlânın huzurunda olduğunu bil ve dikkat et. Geçtiğimiz asırlardaki büyük âlimlerin izini bırakma. Resûlullah efendimizin sünnetine uygun davran. O sünnetin hakîkî uygulayıcısı olan eshâbın davranışını da gözünden ırak etme. Fıkıh ve hadîs öğren. Câhil tarîkatçilerden sakın. Şöhret peşinde koşma, şöhret âfettir, tehlikelidir. Hemen her hâlinle insanlardan biri gibi yaşa. Namazını her zaman cemâatle kılmaya gayret et. Bid'at sâhibi sapıklar ile ve dünyâya düşkün kimselerle arkadaşlık etme. Kâdılık ve müftülük gibi övülen bir makam da olsa herhangi bir makâma meyletme. Devlet idarecileri ve onların adamları ile dostluk kurma. Din dışı hareketleri ile meşhur, sözünü bilmeyen bayağı kimselerle de arkadaşlık etme. Az konuş, az ye, az uyu. Oturmak için daha çok ıssız yerleri tercih et. Helâl yemeye çok gayret eyle. Şüpheli şeyleri terket. Çok kere dünyâlık isteği sana ağır basar. Ağır basan bu taleb için yola düşersen, dînin elden gider. Çok gülme. Kahkaha ile gülmek kalbi öldürür. Kimseyi hakîr görme. Kimse ile münâkaşa etme. Kimseden bir şey isteme. Hiç kimseye sana hizmet etmesi için emir verme. Tasavvuf büyüklerine dil uzatma. Onları inkâr eden felâkete düşer. Gözlerin yaşlı, amelin temiz olsun. Yenisinin gereği olmadığı zamanlarda eski elbise giy. Sermâyen fıkıh, din bilgisi, evin mescid olsun.

Abdulhalik Gücdevani hazretlerinden (k.s) hikmetler...

1-Abdulhalik Gücdevani Hazretlerinin manevi oğullarına yaptığı nasihatlerden her biri, bütün Müslümanlar için birer kıymetli inci değerindedir. O nasihatler şöyledir;

“Yavrum, sana ilim tahsili ile edeb öğrenmeyi tavsiye ederim. Hemen her zaman Allâh-u Teâlâ’nın huzurunda olduğunu bil ve dikkat et. Geçtiğimiz asırlardaki büyük âlimlerin izini bırakma.

2-Hz. Peygamber (sav)in sünnetine uygun davran. O sünnetin hakiki uygulayıcısı olan Ashab-ı Kiram’ın davranışını da gözünden uzak tutma. Fıkıh ve hadis öğren.

3-Cahil tarikatçılardan sakın. Şöhret peşinde koşma, şöhret afettir ve çok tehlikelidir. Hemen her halinle insanlardan biri gibi yaşa. Namazını her zaman cemaatle kılmaya gayret et.

4-Bid’at sahibi sapıklar ile ve dünyaya düşkün kimseler ile arkadaşlık etme. Din dışı hareketlerle meşgul, sözünü bilmeyen kimselerle de arkadaşlık etme. Az konuş, az ye, az uyu.

5-Oturmak için daha çok ıssız yerleri tercih et. Helal yemeye çok gayret eyle. Şüpheli şeyleri terk et. Çok kere dünyalık isteği sana ağır basar. Ağır basan bu talep için yola düşersen, dinin elden gider.

6-Çok gülme, çok gülmek kalbi öldürür. Kimseyi hakir görme. Kimse ile münakaşa kavga etme. Kimseden bir şey isteme. Hiç kimseye sana hizmet etmesi için emir verme.

7-Tasavvuf büyüklerine dil uzatma. Onları inkâr eden felakete düşer. Gözlerin yaşlı, amelin temiz olsun. Sermayen fıkıh ve din bilgisi, evin mescid olsun.

8-Kimseyi küçük ve hakir görme.Kimseyle münakaşa etme.


Allah şefaatlerine nail eylesin..AMİN..

 
 
Ara
İçeriğe dön | Ana menüye dön