ALLAH DOSTLARI - SEYYİD MUHAMMED ŞERİF BUHARİ

İçeriğe git

Ana menü:

ALLAH DOSTLARI

ALLAH DOSTLARI


''Bir Allah adamını bulamıyanlar, daha evvel yaşamış, sâlih insanların hayatını okumalıdır.''  İMAMI GAZALİ


Bayezid (k.s.) der ki: "Allah'ın velileri gelinler gibidir. Gelinleri de sadece mahremleri görebilir. Mahrem olmayanlar ise göremez. Veliler O'nun katında üns perdesiyle gizlenmişlerdir. Onlan hiç kimse ne dün­yada ne de âhirette görebilir."

Sehl (k.s.) de der ki: "Allah'ın velilerini ancak onlara denk olanlar ya da Allah'ın onlardan kendilerini faydalandırmak istediği kimseler tanıyabilir. Allah onları insanlar tanıyacak kadar tanıtsaydı onlar bu in­sanların aleyhine bir delil olurdu. Onları tanıdıktan sonra karşı gelen­ler küfre düşerler, onların emirlerini yerine getirmeyenler de yoldan çıkardı."

Şeyh Ebü'l-Abbas (k.s.) şöyle der: "Veliyi tanımak Allah'ı tanımak­tan daha zordur. Çünkü Allah Teâlâ, kemali ve cemali ile tanınır. Ama bir mahluk kendisi gibi yiyen, kendisi gibi içen birisini nasıl tanıyabilir? Allah dostlarının zahiri şeriat hükümleriyle müzeyyen, bâtını ise fakr nurlanyla meşguldür."


Hz. Ali (k.v.)'den rivayet edilen sözlerden biri şöyledir; "Allah dostları, yüzleri uykusuzluktan sapsarı, ağlamaktan gözlerinin feri gitmiş, açlıktan karnı sırtına yapışmış, susuzluktan dudakları kurumuş kimse­lerdir."

Saîd b.Cübeyr'den rivayet edilir ki:

Hz. Peygamber (s.a.)' e "Allah dostlan kimlerdir?" diye sorulunca şöyle cevap vermiştir: "Onlar görüldükleri zaman Allah'ın hatırlandığı kişilerdir." Yani Allah'ın özellik­lerini, Allah'a karşı olan saygılarını, itminanlarını övdüğü kişilerdir. Bu tıpkı "onlann nişanları, yüzterindeki secde izidir." (el-Feth, 48/29) âyetinde anlatıldığı gibidir.


YUNUS SURESİ 62-63.AYET  RUHUL BEYAN TEFSİRİ:

62. İyi bil ki Allah'ın dostlarına korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
63. Onlar îmân edip de takvaya ermiş olanlardır.



İyi bil ki" dikkat edin ve bilin ki "Allah'ın dostlarına" yâni Allah'ın sevgilisi ve nefislerinin düşmanı olanlara, demektir. Çünkü velilik, Allah'ı ve kendi nefislerini marifet (bilip tanımak) demektir. Allah'ı marifet O'nu muhabbet nazarıyla görmektir. Nefsini marifet ise nefsin halleri ve özellikleri üzerindeki perde açıldığında onu düşman nazarıyla görmektir. Nefsi gereği gibi tanıyıp onun Allah'ın da senin de düşmanın olduğunu anladığın, sabırla ve sıkıntılara aldırmadan onu tedavi ettiğin zaman nefsin hile ve tuzaklarından emin olursun. Ona şefkat ve rahmet
nazarıyla bakmazsın et-Te'vîlâtü'n-Necmiyye'de böyle denilmektedir.

Ebüssuûd Efendi (r.h.) şöyle der: "Sözlükte velî, yakın demektir. Al­lah'ın velilerinden maksad ise Allah'a ruhanî olarak yakın olan hâlis mü'minlerdir."

Çünkü onlar Allah'a itaat ederek O'nun velisi olurlar. Yani Allah'a müstağrak olarak O'na yaklaşırlar. Öyle ki gördükleri zaman O'nun kudretinin delillerini görürler, işittikleri zaman O'nun âyetlerini işitirler, konuştukları zaman O'nu överek konuşurlar, hareket ettiklerinde O'na hizmet için hareket ederler, gayret ettikleri zaman O'na tâat etmeye çalışırlar.

Allah'ın velilerine iki cihanda da herhangi bir istenmeyen durumun başlarına gelmesi ile ilgili bir "korku yoktur." Korku, istenmeyen bir durumun ileride gerçekleşmesi endişesinden kaynaklanır, "ve onlar" bir isteklerinin elden kaçması hâlinde "üzülmeyeceklerdir".

Üzülme ise geçmişte kötü gördüğü bir şeyin gerçekleşmesinden ya da yine geçmişte sevdiği bir şeyi elinden kaçırmaktan kaynaklanır. Yani üzülmelerini gerektirecek şeyler başlarına gelmeyecektir. Gelecek olsa bile endişelenmeyecekler, korkmayacaklardır. Bilâkis dâimi bir sevinç ve neş'e içerisinde olacaklardır.

Nasıl böyle olmasın ki Allah Teâlâ'nın celâl ve heybetini yüceltmek, sadece kulluk haklarını yerine getirmek için korku ve haşyet hissetmek, havas ve mukarreblerin özelliklerindendir.

Bu sebepledir ki el-Kevâşfde şöyle denilmektedir: "Onlara" ahirette "korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." Yoksa Allah'ın velileri dünyada korku ve üzüntü bakımından diğerlerinden çok daha ileridedirler."

Onlara bu hallerin arız olması şu yüzdendir: Çünkü onların gayesi sadece Allah'a tâatte bulunmak ve O'nun rızâsına nail olmaktır. Bu gayenin gerçekleşmesi, Allah katında değerli olmayı ve yakınlığı da peşinden getirecektir. Cenab-ı Hak'ın vaadi gereği bunun gerçekleşmesinde, hiçbir şüphe yoktur ve elden kaçırılma ihtimalide bulunmaz. Bunun haricinde olup da bazen elde edilen bazen de elden kaçırılan dünyevî işler ise onların maksadları arasında değildirler. Dolayısıyla ister olsunlar, ister olmasınlar fark etmez. Bu gibi şeylerin zararından endişe edip, sağlaya­cağı yararı kaçırmaktan dolayı üzülmezler. Nitekim el-îrşâd'da böyle geçmektedir.

İşin aslı şudur: Allah dostları hüviyyet-i ahadiyyetde fânî oldukları için ulaştıklan mertebenin ötesinde bir gayeleri ve düşünceleri kalmaz ki korkup üzülsünler. Hz. Hüdâyî (k.s.)'in Nefâisü'l-mecâlis inde böyle geçmektedir.

63. Onlar îmân edip de takvaya ermiş olanlardır.

"Onlar İmân edip de takvaya ermiş olanlardır." Bu ifâde şöyle dü­şünülebilecek bir soruya cevaptır: "Onlar kimdir, bu kıymetli mertebeyi elde etmelerinin sebebi nedir?" İşte bu soruya cevaben şöyle denildi: "On­lar, bütün hayırlara ulaştıran ve bütün serlerden alıkoyan takva ile Al­lah'tan gelen her şeye îmân etmeyi kendilerinde toplayan kimselerdir."

Allâme şeyhimiz (Osman Fazlı Efendi) der ki: "Allah'ın velileri, şeriat ve tarikat mertebesinde kendilerinden kötü amel ve huyların sâdır o
lması, marifet ve hakikat mertebesinde ise kendilerinden gaflet ve telvînât hallerinin ortaya çıkması konusunda Allah'tan sakınırlardı. Çünkü onlar tabiatlarını şeriat, nefislerini tarikat, kalblerini marifet, ruhlarını ve sırlarını da hakikat yardımıyla ıslâh ederlerdi. Şu halde şüphe yok ki onlar Allah dışındaki tüm varlıklardan (mâsivâ) sakınırlar."

Fakir (Bursevî) şöyle der: Şeyhimiz bu sözleriyle buradaki takvadan kasdedilenin, bu mertebelerin üçüncüsü olduğuna işaret etmektedir. Bu üçüncü mertebe insanoğlunun sırrını Hak'dan ve tamâmıyle O'na yö­nelmekten alıkoyan her şeyden uzaklaşmasıdır. Bu mertebe, aynı za­manda daha aşağıda yer alan îmânın ifâde ettiği şirkten korunma mertebesini ve günah görülen bütün fiil ve terklerden kaçınma mertebesini içine alan bir mertebedir. Veliler Allah'a yönelme ve masivadan kaçınma konusunda istîdâd derecelerinin farklılığına göre farklı derecelere sahiptirler. Bu derecelerin en ilerisi, peygamberlerin himmetlerinin ulaştığı derecedir. Peygamberler, nübüvvet ve velilik riyasetlerini bir arada bulundurmaktadırlar. Maddî âleme dâir bilgilerle ilgilenmeleri, onları ruhlar âlemine yükselmekten alıkoymaz. Kudsî kuvvetle desteklenmiş tertemiz nefisleri son derece istîdâdlı olduğu için mahlûkatm maslahatına olan şeylerle ilgilenmeleri, onları hakkânî hâllere dalmaktan geri koymaz.







Büyüklerden birisi de şöyle der: "Velilerin alâmeti, himmetlerinin Allah'la beraber, meşguliyetlerinin Allah'la ve kaçışlannın Allah'a olması­dır. Sahiplerini müşahedede bakî; kendi hallerinde fâni olurlar. Böylece velayet nurları onlann üzerine yağar da yağar. Kendi nefislerinden hiç haberleri olmaz, Allah'tan başka bir varlıkta da kararları kalmaz. Onlar, birbirlerini sırf Allah için sevenlerdir.

Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
"-Şüphesiz Allah'ın öyle kullan vardır ki peygamber ve şehid olmadıkları halde kıyamet gününde Allah katındaki mevkilerinden dolayı peygamberler ve şehidler onlara imrenir."
Sahabîler:
"-Yâ Rasûlallah, onlar kimdir? Onlann amelleri nedir? Belki onlan biz de severiz." dediler.
Efendimiz şöyle buyurdu:
"-Onlar aralarında akrabalık bağı bulunmadığı ve alıp verdikleri malları olmadığı halde birbirlerini sırf Allah için severler. Allah'a ye­min ederim ki onların yüzü nurdur, nurdan minberler üzerinde bu­lunacaklardır. İnsanlar korktuğu zaman onlar korkmazlar, insanlar üzülürken onlar üzülmezler."'"
54 -Suyuti ed-dürril mensur IV 370-371
55 -:Müsned V343

Hz. Peygamber (s.a.)'in: "peygamberler onlara imrenir" sözü, temsil yoluyla onların hallerinin güzelliğini tasvirdir.
el-Kevâşıâe der ki: "Bu ifâde mübalâğadır ve şöyle anlaşılmalıdır: Bu özellikte bir topluluğun var olduğu farz edilseydi onlar bu kimseler olurdu. Yoksa peygamber olmayan bir kimsenin peygamber mertebesine ulaşması mümkün değildir."
Fenârî'nin Tefsiru'S-Fâtihasında da şöyle denilir:
"Peygamberler, Allah'ın kendilerini mahlûkât için şefkat hissi ile yarattığı ümmetleri adı­na endişelenip korkarlar. Kıyamet günü: "Allah'ım kurtar, kurtar!" der­ler. Ümmetleri için son derece büyük bir korkuya kapılırlar. Ümmetler de kendileri için korkuya düşerler. Kendilerinden emin olanlara gelince içinde bulunduklan bu emin durumdan dolayı peygamberler onlara gıbta eder. Çünkü onlar her ne kadar kendileri için emin iseler de ümmet­leri için korku duymaktadırlar."

Fakir (Bursevî) der ki: Bu bölümü yazmayı bitirdiğim sırada hatırıma başka bir izah daha geldi: Mezkûr hadis, Allah için sevmek konusunu an­latmaktadır. Muhabbet (Allah'ın habîbi olmak) da diğer peygamberler ve veliler arasında sadece Hz. Peygamber (s.a.)' e has bir makamdır. Bu ma­kam O'nun (s.a.) getirdiği hakikatlere vâris olanlar arasında da kâmil in­sanların çıkabilmesine zıt düşmez. Çünkü tabî olanların kemâli, tabî ol­dukları zâtın kemâline bağlıdır. Bu bakımdan Hz. Peygamberin vârisleri­nin de bu makama ulaşması ve bu sayede bazı peygamberlerin bu zâtla­ra imrenmesi, caiz şeylerdendir.

Şöyle bir hadis vârid olmuştur: "Ümmetimin âlimleri, Isrâiloğullan'nın peygamberleri gibidir. "Böyle olmaları o peygamberlerin mer­tebesine ulaşmış olmalannı ve mutlak mânâda onlardan üstün tutulmala­rını gerektirmez. Şurası kesindir ki üstün olan bir kimse, başka bir yön­den başkasından aşağı olabilir. Bunun aksi de geçerlidir. Görmez misin ki Hz. Peygamber (a.s.) "Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsînîz," buyurmuştur. Marifet derecelerinin sonu yoktur. Her şeyin sonu ancak Allaha varır.
Acluni II 83
Müslim Fedail 140


Ruhül Beyan Tefsiri (Bursevî)




 
 
Ara
İçeriğe dön | Ana menüye dön