TEVHİD 3.BÖLÜM- İMAM MATURİDİ
Îrade Hakkında Meseleler
Kaza Ve Kader Hakkında Mesele.
Mes´ele (Kaderiyyenin Zemedilmesi Hakkında)
Mes´ele (Günah İşliyenler, Günahları Sebebiyle İmandan Çıkarlar Mı )
Mes´sele (Büyük Günah İşleyenler Hakkında Müslümanlann İhtilâfı)
Şefaat Meselesi
Mes´ele s (İman Hakkında)
Mes´ele (İman Marifet Midir, Yoksa Kalp İle Tasdik Midir )
Mes´ele (Îrcâ : Tehir Etme Veyahut Allah´a Havale Etme)
(Îmanın Yaratılması)
Mes´ele (Îmanda İstisnayı Terketmek)
Bu Nüshada Metine Kattığım Mes´ele (Îman Ve Îslâm)
Îrade Hakkında Meseleler
îrâde meselesinin, eğer yaratıldığı sabit olursa, bu yönden fiillerin yaratılması meselesine katılmış olması mümkün olur[1]. Cenâb-ı Allah, emriyle olan şeyi irade etmiştir. Kendisi murid ve muhtardır. Yaratılmakla vasfolunması yönünden irade sahibi olduğunu ifade etmek sabit olur. Eğer sabit olmazsa,[2] fiillerdeki irade ile galip gelme ve aldanmanın red edilmesinin murad edilmesi batıl olur. Çünkü O, dünyadaki irâdenin hakikatinin manâsıdır. Ancak, irade ile temenni, yahut emir, yahut duâ, yahut rıza, veyahut ta, onlardan basısı ile Allah´ın her şeyde vasfolun-maması caiz olan ve onun bir şeyde kesinlikle noksanlık veren hususlardan benzeri olanları müstesna. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Her ne kadar hak ve gerçek olan evvelkisi ise de, onları kelam ehlinin tek olarak görmeleriyle, onlardan ayırt edilip münferid bırakılması mümkün olur[3].
Oysa ki, hergeyde irâdenin bulunmasının söylenmesinin icap etmesi, fiillerin yaratılmış olduğunun söylenmesini icap ettirir. Bununla beraber, bunun hakkında evvelkinde olmayan şeylerle delil getirmek mümkündür. Her ne kadar bu husustaki sözün incelenmesinde evvelki söa hakkındaki tetkik bulunsa da Allah-u Teâîâ «Allah kime hidâyet etmeği dilerse, islâm´a onun göğsünü açar gönlüne genişlik verir. Her kimi de sapıklığa bırakmak isterse, onun kalbini öyle daraltır sıkıştırır ki, iman teklifi karşısında göğe çıkacakmış gibi (zorlukta) olur. Allah, iman et-miyenler üzerine, böyle azap bırakır»[4]. Cenâb-ı Hak bu âyet-i celîle ile kendisinin hidayet etmesiyle fiilleri sebebiyle bir kavmin hidayetini, ve bir kavmin de sapıklığa bırakılmasını dilerse onların kalbini[5] daraltıp sıkıştırdığını[6] haber vermiştir. Yine Allah-u Teâlâ, şöyle buyurmuştur : «Âyetlerimizi yalanlayanlar, cehalet ve küfür karanlığında kalmış bir takım sağırlar ve dilsizler (Kur´ân´ı dinlemezler ve Hakkı söylemezler). Allah, dilediği kimseyi sapıtır, dilediğini de doğru yol üzerinde bulundurur»[7]. Binâenaleyh kavmin arasını iki meşietle ayırt etmiştir. Âyet-i celîleler, Allah-u Teâlâ´nın, onların her birinden hasıl olacak hususlardan bildiği şeyle her zümre için meydana geleceği şeyi dilediğine delalet etmektedir. Bu iki âyet-i kerîmede beyan edilen dilemeyi emir ve rıza olmadığına da delâlet etmektedir. Cenab-î Hak´ Kur´ân-ı Kerîm´inde şöyle buyurmuştur : «Eğer dileseydik, herkese (dünyada) hidayetini verirdik...»[8]. «Eğer Allah dileseydi, hepinizi tek şeriata bağlı bir ümmet yapardı...»[9]. (De ki : Tam hüccet Allah´ındır, O, dileseydi, hepinizi birden hidayete erdirirdi.»[10]. Bu megîetin, olan şeyler için emir veyahut rıza olmasının ihtimali yoktur. Öyle ise meşîetle mutlaka kendi nezdindeki fiili murad buyurduğu sabit olmuştur. Onun, «Eğer o olsaydı, şu olurdu» dediği halde onun meydana gelmiş olmasının ihtimali yoktur. Kendisi ile vaad olunmıyan şeyin olmasının gerçekleştirildiğini ifade edünıesi yalandır. Cenab-ı Allah, bunlardan berî ve münezzehtir. îcbar ve ikrah edilmekle te´vil edilmesi, bir kaç yönden dolayı muhtemel olmaz.
Birincisi : Hakikaten Cenab-ı Allah, hidayetin keyfiyetini, dininin mahiyetim ve onun hakikatinin bulunduğu hususu onlara öğretmiştir. Kendisine ilân tekaddüm etmeksizin bununla, onun zıttımn murad edilmesi muhtemel değildir. Onların katında, her ismin hakikatte zıttımn ismi olan şeye ihtimali vardır. Bu da Allah-u Teâlâ´nm onlara bunu öğretmesi ile olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.
İkincisi : Gerçekten Allah-u Teâlâ´nm vahdaniyetinin, O´na ve peygamberlerine iman etmenin yolu içtihat ve istidlal etme yoludur. Bu da mecburiyete muhtemel olmayan bir nevidir. Eğer yaratılışta ihtimali olmayan şeyde mecburi ilim caiz olsaydı ihtimal yolu bulunan şey de mecburi ilmin nefyedilmesi caiz olurdu. Böylece mevcudat hakkındaki ilim batıl olur. Bununla beraber o husus, itaat etme ve emir kabullenme îdi. Cebir ise[11], onun hepsini iskat eden Binaenaleyh bu husus tahsil edildiğinde «Eğer dilemiş olsaydı, sizi iman etmekten ve bir din üzere bulunmaktan menederdi» demiş gibi olurdu. Bu ise sözü yerine getirmemektir. Allah-u Teâlâ, ancak şöyle haber vermiştir : «Eğer O, dilemiş olsaydı sizi hidayet üzere toplardı.» Bir kısım insanlar kendi istek ve ihtiyarları ile iman etmişlerdir. Eğer diğer bakî kalanları cebretmiş[12]olsaydı onları bir din üzere toplaması olmazdı. Fakat Allah´ın dini ve taatmdan kaçındıklarından dolayı onları menetmiştir. Bu da çok kötüdür. Ve yine cebr[13] ve kahr yönünden nıahlûkatm hiç bir sun´u yoktur. O, ancak mahlûkatm imanı´na rücu´ eder. Her cevher kendi yaratılışı ile mümindir, Hidayete ermiştir. Hatta kendisi ile mahlûkatm çoğunun hidayeti meydana gelmiştir. Bu takdirde Onu Allah, muhakkak dilemiştir. Binâenaleyh «Eğer dileseydi» sözü ile fikir yürütmenin hiç bir manâsı yoktur. Allah-u Teâlâ´nm «Eğer Rabb´in dileseydi, yer yüzünde kim varsa, hepsi toptan iman ederlerdi»[14]. Kavl-i Celîli de buna göre tefsir edilir. Ve yine cebr ile te´vili iptal eden hususlardan biri de Allah-u Teâlâ´nm «Eğer dileseydi, herkese (dünyada) hidayetini verirdi, fakat benden şu söz gerçekleşti : Muhakkak ki, Cehennem´i bütün kâfir olan) cinlerle, insanlardan dolduracağım.»´[15] kavl-i celâlidir. Cebrin dilenmesi hak olarak zîkrolunan geyi iskat etmez. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Allah Celiecelaluh şöyle buyurmuştur : «... Allah, dilediği kimseyi sapıtır, dilediğini de doğru yol üzerinde bulundurur.»[16]. Mu´tezileler ise, Allah-u Teâlâ, hepsinin hidayet üzere kumasını diledi dediler. Allah (c.c.) dilediği şeyin, dilediği gibi olmasını vadetti; fakat olmadı. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor : «Hiç bir şey hakkında : Ben bunu, muhakkak yarın yaparım, deme. Ancak sözünü, Allah´ın dilemesine bağlıyarak (Allah dilerse yapacağım) de--»[17]., Bu şeyin hayırlar hakkında olması hâli değildir. Bu ifade ise onların söylediklerine göre boş ve faidesiz bir sözdür. Çünkü Allah, muhakkak diledi. Ve yine öyle olmadığı zaman yalan söylemekle memur olmuş gibi olur. Çünkü O böyle olmasını emretmiştir; fakat böyle olmadı. Eğer O şey ger olsaydı, onu dilemezdi. Buna göre, onun zikredilmesinin onlarca hiç bir mânâsı yoktur. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Allah Azze ve Celle buyuruyor ki : «... Çünkü Rabb´in, dilediğini, hemen noksansız yapar»[18], Cenab-ı Hak, dilediğini yapmakla kendi zâtını methetmiştir. Mu´tezileyegÖre; Allah-u Teâlâ, mahlûkattan meydana gelen hayır işlerden bir şeyi murad etmemiştir ki, bütün mahlûkatm hepsi toplanıp onu saymağa kalkışsalar. Allah´ın irade ettiği şeylerden bir cüz´ünden bir cüz´ünü saymağa ulaşamazlar. Allah, dilediğini yapmamıştır. Halbuki O´nunla kendisini methediyor. Sonra onlaruı büyük sözlerinden biri de, «Allah´ın nezdinden öyle mecburi dileme vardır ki, eğer o, dileme olmuş olsaydı, mahlûkat onun dediği şey üzere olurdu», sözüdür. Onların Allah-u Teâlâ´nm bu kudrete sahip olduğunu veyahut mahlûkat için şu hususların zahir olmasından sonra bu işi yapacağı[19], hakkındaki dilemesinin bulunduğunu ifade [20]etmelerini kim tasdik eder Onların ileri sürdükleri hususlar şunlardır : Vaadettiğini yerine getirmemek, fiildeki acizliğidir. Yahut mahlûkata, kendilerinin hesabının ulaştığı şeyden daha çoğu murad ettiği şeyi yapmasını vadettiği hususa ne zaman kalpler mutmain olup inanır ki, sonra o vaadinde durmaz Bundan sonra da onun vaadine kim güvenir Veyahut onun vaıdinden ne zaman korkulur îşte mu´tezilelerin katında kimsenin kabul etmediği şekildeki ifade edilenlerin Allah katındaki yeri budur. Binâenaleyh aczini ve vaadini yerine getirmeyi ve hikmetin vasfı ile lâyık olmayan şeyi meydana çıkarmasını murad ettiği zaman hangi şeyi izhar eder ki onunla bu hususlar, mu´tezile mezhebinee bilinsin. Rabb´imiz azze ve celle, bu hususlardan yücedir-berî ve münezzehtir.
AllaJı Celîe Celâluhu buyuruyor ki : «Bir memleketi helak etmek istediğimiz zaman o memleketin zevke düşkün öncülerine peygamberlerinin dili ile itaat etmelerini emrederiz. Onlar, orada boyun eğmezler, itaat etmezler, artık o memleket üzerine hüküm gerçekleşmiştir. îşte o memleketi kökünden helak ederiz de ederiz...»24 Âllah-u Teâlâ, bu âyet-i celîle ile, kendilerinden günah ve isyan sadır olmadan önce onların fışkım ve isyanının sebebleri ile memleketi ve o memleket halkını helak etmeği murad ettiğini haber vermiştir. Cenab-ı Allah, olmasını bildiği gibi onlardan günah ve isyan gelmemiş olsaydı ve fakat taât olmasını murad edip, onları helak etmiş olsaydı, bu husus zulüm olmuş olurdu. Binâenaleyh onlardan zuhur eden hususu Allah´ın murad ettiği veyahut onun bildiği sabit olur.
Nuh aleyhisselâmın kavmine şöyle dediğini Cenab-ı Hak, Kur´ân-ı Kerîm´indeki «Eğer Allah, sizi saptırmayı (helakinizi) murad ediyorsa, ben sizo nasihat etmek istesem de benim nasihatim size fayda vermez...»[21] kavl-i celîli ile haber vermiştir.
(Kitabın yazarı şöyle diyor":) Ben derim ki : Onu murad etmemiştir. Nuh aleyhisselâmm kelâmını beşerin anlamasının ihtimâli bulunmayan şeye sarfolundu. Kur´ân-ı Kerîm´de Mûsâ aleyhisselâmm şöyle dediği beyan ediliyor :
Mûsâ, şöyle dua etti : Ey Rabb´imiz, Sen Firavun´a ve etrafındakilere dünya hayatında giyecek bir çok süs eşyası ve mallar verdin. Ey Rabb´imiz, yolundan saptırsınlar diye mi ...»[22].
Siz, Allah onlara bu hususları vermemiştir, diyorsunuz. Halbuki Allah onlara, hidayete kavuşmaları için onları vermiştir.
Allah-u Teâlâ, «... Onlar, öyle kimselerdir ki, Allah, kalplerini temizlemek istememiştir.»[23] buyuruyor. Siz ise bilakis Allah, Onu istemiştir, diyorsunuz. Allah-u Teâlâ «... Allah, kimin fitneye düşmesini dilerse, asla sen onun lehine Allah´tan hiç bir şeye sahip olamazsın»[24] buyuruyor. Halbuki siz, Allah onu murad etmedi veyahut da bu bir mihnet ve meşakkattir, diyorsunuz. Nasıl olur ki, Resûlülîah olmamasını murad veyahut temenni etti ki kendisine «Asla sen onun leyhine Allah´tan hiç bir şeye sahip olamazsın»[25]dendi. Allah-u Teâlâ buyuruyor ki : «Bir de küfredenler, kendilerine ömür ve mühlet verişimizi, sakın kendileri için hayırlı sanmasın...»[26]. Onların ne malları, ne de evlâdları senin gözüne batmasın...»[27]. Allah-u Teâlâ, vermiş olduğu şey ile onlara neyi dilediğini haber veriyor. Onlar ise Allah, dilemedi, diyorlar. Onlar gibilerine ancak yahudi ve hristiyanlara denildiği gibi denilir ki, onlara Kur´ân-ı Kerîm´de «... Peygamberlerin dinini siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı ...»[28] denilmiştir. Allah-u Teâlâ da onlar hakkında, «... And olsun, Cehennem´i tamamen insanlardan ve cinlerden dolduracağım...»[29] buyuruyor. Biz onlara deriz ki : Allah-u Teâlâ, bu vadettiğini yerine getirmeyi murad etti mi Yoksa vaadinde yalan söyleyip vaidini iptal tmı etti Eğer ikinci hususu ifade ederlerse büyük söz söyletaiş olup Allah´ı sefeh ve yalanı murad etmekle vasfetmiş olurlar ki, rezil ve rüsvay olma bakımından bu söz onlara kâfidir. Eğer Allah-u Teâlâ, va´dini yerine getirmeği murad etti derlerse, kendilerine denir ki : Allah va´dini yerine getirmeği murad etti, O, kendisine itaat etmelerini murad ediyor ve vadini yerine getiriyor. Onlar Allah´a itaat mı ediyorlar, yoksa isyan mı ediyorlar Eğer itaat ediyorlar, derse; O, zulüm ve hadden tecavüz etmeyi murad etmiştir. Çünkü onun fiili zulümdür. Onun olmasını murad etmek ise, kendisinin fiili olması için, zulüm fiilini murad etmektir. Allah-u Teâlâ : «... Allah, kullarına bir zulüm murad etmez.»[30]. Eğer isyan ederler derse, hakkı anlamış ve adaleti ifade etmişlerdir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Cenab-ı Allah buyuruyor : «O küfürde yarışanlar, sana keder vermesin. Çünkü onlar Allah´a asla bir zarar edebilecek değillerdir. Allah, onlara ahirette bir nasip vermemeyi diliyor, onlar için çok acıklı bir azap vardır.»[31]. Kini ki, kendisinden meydana gelenlerin hepsi hayır olursa, Allah ona Ahiret´te bir nasip vermeyi murad etmiştir. Cenab-ı Allah : «... Siz, geçici dünya malını istiyorsunuz. Halbuki Allah, Ahireti kazanmanızı diliyor, Allah Aziz´dir. Hükmünde hikmet sahibidir.»[32] buyuruyor. Yine Cenab-ı Hak : «Allah, din hususundaki ağır teklifleri sizden hafifletmek ister.»[33] buyurmaktadır.
Cenâb-ı Allah, mü´minler için bunu murad etmiştir. Ve o da olmuştur. Kâfirler için ise evvelkini, yani kâfirlerin geçici dünya malını istemelerini murad etmiştir ve o da olmuştur. Onlar itaatkâr oldukları halde Allah´ın kâfirler hakkında ifade edilen bu hususu murad etmesi caiz olmaz. Öyle ise Allah-u Teâlâ onlardan meydana gelen şeyin olmasını murad ettiği sabit olur. Kurtuluş ve her türlü kötülükten korunma ancak Allah´tandır.
Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur : «Fakat âlemlerin Rabb´i olan Allah, (sizin dürüst olmanızı) dilemeyince, siz dileyemezsiniz.»[34]. Onlar ancak Allah´ın dilemesi ile, diledikleri zaman, Allah, dilediği zaman onların dilememeleri ve Allah dilemezse de onların dilemeleri caiz olmaz. Zira O, Allah´ın aklen çirkin ve kötü kıldığı yalanın alâmet ve işaretidir. Yardım ve Tevfik Allah´tandır.
Sonra müslümanlarm arasuıda «Allah´ın dilediği olur; dilemediği olmaz.» deyimi yerleşip nesilden nesile intikal etmek suretiyle bilinmiştir. Bu husus hiç bir kimsenin kalbinde mecburi olarak veya başkasının yanlış bir telkini olmaksızın ve ihtiyarî, icbarı olarak bütün fiillerin vukubul-duğu bilinen meşiet ve iradenin vukubulduğu şeyin hilâfına bir anlayış geçmeksizin insanlar arasında yerleşmiştir. Binâenaleyh, eğer Allah´ın olmayacak bir şeyi dilemesi ve olmayacağını bildiği bir hususun sonradan olması caiz olmuş olsaydı îlkinin rubûbiyyet sıfatlarından olması, ikincisinden dah lâyık olmazdı. Her bir mevzi için de bu böyledir. Hatta eğer gerçekten bu onların nezdinde evvelkine galebe çalar denilseydi, uzak bir ihtimal sayılmazdı. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Ve yine, vaad hakkında insanlar arasında bilmen bir husus şudur ki, verdikleri sözü yerine getirmemekte korktukları zaman inşaallah (Allah dilerse) derler. Yemin ettiklerinde de yemini tutamayıp bozmaktan endişe duydukları vakit inşaallah derler. Binâenaleyh, bütün müslümanla-rın inanç ve akideleri, mu´tezilenin hilafı hakikat olan kötü ve çirkin düşünceleri ortaya atıp onları süslemek suretiyle güzel göstermelerinden önce bir idi. O tıpkı Resûl-i Ekrem Sallellahu aleyhi ve sellem´in «Her doğan İslâm fıtratı üzere doğar. Ancak onu mahlûkat arasında anası -babası yahudileştirir; hıristiyanlaştırır; mecusileştirir.»[35] buyurduğu gibi. Binâenaleyh, bu Hadis-i Şerif, zikroîunan hususlardan telbis gelinceye dek Allah-u Teâlâ´mn vahdaniyetine şahadeti icabeder. Mu´tezilenin adı geçen kötü hareketi gelmeden önce de dileme işi bütün müslümanlarm nezdinde böyle idi.
Yine, insanların örf ve âdetinde cari olan husus odur ki, dualarında kendilerine hayır ve kolaylık murad edilmesini temenni ederler. Bu ise, bir iradenin bulunduğundan onu hakikati ile kalbin mutmain olması için oluyor. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Yine, geytan´m dilediği olur, dilemediği şey de olmaz demek, insanların kalbini titretecek derecede büyük bir sözdür. Oysa, şu husus bilinen bir gerçektir ki, sayılamayacak kadar şerrin olması, hayrın meydana çıkması, dilemeğin bulunmasından meydana gelmektedir. îblis´in bu hususları dilemesi de mevcuttur. Bunun içindir ki, bunların Allah-u Teâlâ´ya isnat ve izafe edilmesini güzel gördükleri gibi Şeytan´a ve isyan edenlerden 1 Şeytan´ın gayrine izafe edilmesini de çirkin görmüşlerdir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra ibret, akim zaruri olarak icabettirdiği şeydedir ki o da, bu hususu icabettirir. Çünkü herkes bilir ki, gerçekten onun fiili güzel-çirkin, lezzetli-lezzetsiz ve elem verici, istenilen ve sevilen - istenmeyen, ve sevilmeyen hususlardan kendi dildiğinin gayri olarak meydana çıkar. Binaenaleyh onların fiillerinin meydana çıktığı gibi çıkması için, onların gayrinin bu fiilleri meydana getiren o irade üzerinde bir iradenin bulunduğu sabit olur. Tevfik Allah´tandır.
- Yine, başkasının hükmü ve mülkü altında bulunan bir şeyin, onun istemediği ve dilemediği halde meydana çıkarılması, o kimsenin zayıf ve mahkûm olduğuna delâlet eder. Sıfatı bu olan kimsenin de Rabb ve ilâh olması mümkün değildir. Bunun içindir ki, bu sıfatlarla yani irade etmek, istediğini yapmak, istemediğini yapmamak gibi kemal sıfatlarla Allah´ın vasfolunması lâzımdır. Tevfik Allah´tandır.
Yine, hakikaten Cenab-ı Hak, küfrün, olacağını bildiğinin gayri olarak ve olacağım haber verdiğinin gayri olmasmı murad etmiş olsaydı, sefih ve yalancı olmasını murad etmiş olurdu. İrâdesi böyle olan kimsenin ilâh ve rabb olması asla caiz değildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Yine, bilinen bir gerçektir ki, her kim bir işi yapar da olanın gayrini murad ederse, o kimse sonuçları bilmeyen cahil veyahut fiili abes olan kimse olur. Allah-u Teâlâ, bu iki vasıftan yücedir, berî ve münezzehtir. Görülmüyor mu ki, kim olraıyaeağmı bildiği bir şeyi yaparsa[36] o iş, kendisinden zuhur eden abes bîr iş olur. Eğer dilediği şeyin gayri olursa onu bilmeyen cahil olur. Dünyada bilinen hata iki nevidir : Birincisi fiilin, bilmediği takdir üzere meydana çıkması. İkincisi : Fiilin, dilemediğinin gayri olarak vukubulması. Eğer Allah-u Teâlâ, olacağın gayrini vermeği murad etmiş olsaydı, fiili hata olmuş olurdu. Allah-u Teâîâ, hatâ fiilden berî ve münezzehtir. Tevfik Allah´tandır.
Yine, dünyada carî olan hususlardandır ki, gerçekten düşmanlığını bildiği kimseye dost olmayı murad eden kimsenin bu hareketi korku ve zayıf olmasından meydana gelir. Binâenaleyh Allah-u Teâlâ´nm kendisine düşmanlığı ihtiyar edenlerin ve Şeytan´m dostluğunu murad etmesi caiz olmaz. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Yine, gerçekten her fiili ihtiyarî olan kimse o, fiili dilemiştir. Ve her fiili mecburi olan kimse, o fiilini dilememiştir. Eğer Allah-u Teâlâ, kulun fiilini olduğu hal üzere olmasını dilememiş olsaydı, Allah mecbur olurdu. Bunun içindir ki, bir kimsenin gayrinin fiilinde iradesinin bulunması caiz olmaz. Çünkü onun dilediği şey üzere meydana çıkması muhtemel değildir. Binâenaleyh, buna temenni ismi verdiler. Buna göre eğer Allah´ın dilemediği bir şeyin olması düşünülmüş olsaydı, Allah´ın iradesinin temenni yerine çıkması gerekirdi. Yine, eğer bize peygamberin nübüvveti, beşerin sözü ile meydana gelmiştir, diye ifade edilmiş olsa bunu temenni etmemiz bizim için masiyet olurdu. Bu her ne kadar ona isyan etmiş olmamış ise de onun âyet ve alâmet olması bakımından isyan olurdu. Allah-u Teâlâ´nm onu bilip ondan haber verdiği zaman ve olmayacağını bildiği zaman da hikmet hakkında murad etmemiş olması da onun gibidir. Buna göre Allah´ın, hidayete ulaşmayacağını bildiği kimsenin Allah´tan hidayet talep etmede kulun bulunmaması gerçeğin hilâfına olmuş olmaz. Tıpkı Şeytan´ın «Ey Allah´ım onu hidayete erdir», demesi vukubulmadiğı gibidir. Çünkü onun olmıyacağmı bilir. Sonra bizim onu murad etmemiz mümkün değildir. Olmıyacağını bildiği şeyi murad etmememiz gerektiğine göre bu hususun Allah hakkında söylenmesi caiz değildir. Çünkü onun bizim üzerimizde olması ancak onun halini bilmememizden dolayı olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra, Resûlüîlah´a küfretmenin derece ve günah bakımından Şey-tan´a küfretmek gibi, olmasını dileyen kimseye sorarız : O kimse, sefih ve kâfir değil midir Elbette ki evet demesi gerekir. Bunun üzerine şöyle denir : Kim, Allah´ın Resulüne küfretmenin, mah]ûkatta.n birinin küfretmesinin O´na ulaşamıyacağı, övülen büyük bir iş olduğunu murad eder Buna da mutlaka evet, der. Ve yine denir ki, kendisinden sövmek sadır olmasının böyle vukubulmasını kim diler; çünkü O´nun daha büyük bir kimseden veya daha küçük ve bunlara benziyenlerden olmaması mümkün değildir. Binâenaleyh kâfirden sadır olur demesi mutlaka lâzımgelir. Bu hususta da bulunduğu yönden zemme muhtemel olmayan vecihten küfür fiilinin irade edilmesi hususunda cevaz vardır. Tevfik Allah´tandır.
Sonra mu´tezilenin dayanağı olan asıl şudur ki, gerçekten Allah-u Teâlâ´nm irâdesi onun yaratmasından başka bir şey değildir. Ka´bî´nin tefsir ettiğine göre, irâdenin te´vil edilmesi de, Allah´ın fiilinde mecbur olmamasından gayri değildir. Bu manâyı, tüm olarak kulların fiiline verdiler. Binâenaleyh, bu manâ bulunduğu halde ve aynı manâyı umumiyetle kulların fiiline verildikten sonra onların iradeyi inkâr etmelerinin hiç bir manâsı yoktur. Tevfik Allah´tandır.
Bize göre ise, asıl olan odur ki, biz AlTah-u Teâlâ´nm iradesinden sorulduğumuz zaman, denir ki : Allah-u Teâlâ´nm kâfirlerin fiilleri bulun dukları hal üzere iki vecih üzere mütalâa edilir :
Birincisi : Allah-u Teâlâ´nın iradesi hususunda bilindiği gibi mecburiyet olmamak ve serbest olmakla ifade etmek.
İkincisi : Soranın muradı ve maksadı anlaşılmadığı veyahut, o hususta inadlaşmayı kasd etmesinden korkulduğunda, serbest olmanın mene-dilmesi ki o, husus, şöyle ifade edilir : Gerçekten maişetin, yani dilemenin´[37] bilinen hususlarda bir çok manâları vardır :
1 - Temenni etme. Bu her şey hakkında, Allah-u Teâlâ´dan nefye-clilmiştir. Cenab-ı Hakk´a temenni izafe edilmez.
2 - Emir ve duâ : Bu da, her faili zemmolundu. Fîil hakkında Al-îah-u Teâlâ´dan sadır olması nefy edilir.
3 - o´na rıza gösterip, onu kabul etmek : Zemmolunan her fiil hakkında, bu husus yine Allah´tan nefyedilir.
4 - O´nun, galebe çalmağı nefyetmek ve fiilin, Allah´ın takdir edip murad ettiği gibi meydana çıkmasıyla te´vil edilmesi. îşte onun ifade ettiği de budur. Onunla manâsı üzerine icma´ edilmiştir. Kim ki, kendi manâsını verdikten onu inkâr ederse, o kimse meşieti, kendisinden murad edilenin gayri üzerine takdir etmiştir. Bizce ise o lâzımdır. Çünkü Allah her-şeyin yaratıcısıdır. Yarattığı şey hakkında onun irade ve dilemekle vasf o-lunması ve onun yaptığına zorlanmadığı, mecbur kılminadığı sabit olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra, bu babdaM Kâ´bî´nin yanlış anlayışını izah edeceğiz. O, insanların «Allah´ın dilediği şey olur, dilemediği şey de olmaz.» sözünü ele alarak kendi kendine soru sordu. Bu sorusuna Allah-u Teâlâ´nm «... Her-şeyi yaratan O´dur.»[38] kavl-i celîlinin te´vilindeki hususla cevap verdi. Ve sövmeyi dilemesinde Allah methedilmez dedi. Biz bu hususu beyan ettik. Allah-u Teâlâ´nm irâdesinde sövmenin hakikatini haber verdiği şeyde yalancı olması gerekir. Bu husus ise, söven kimsede sövme fiilinin olmasını murad etmesi, çirkin ve sövmek[39] değildir. Bu hususa iki yönden hasıl olan ilim delâlet eder ki, birinci yönden cehalet ve hatadır. İkincide ise hikmet ve doğruluktur. Dilemeği ise mecbur ve mahkûm olmağa sarfetti. Biz onun yanlış anlayışını beyan ettik. Oysa ki bunda ve gayrinde bulunan mecbur olma anlamını ele almak mümkün değildir. Çünkü o, îmanda, küfürde, yalan ve doğrulukta aynıdır. Yani, hepsindeki irade birdir. Allah, eğer hakikatte bir kimse için olmayan küfrü ve yalanı yaratmış olsaydı, o şeyin kendisinde yaratıldığım görenlerin hepsi katında kâfir ve yalancı olurdu, işte bunun içindir ki müslünıanlarin «Allah´ın dilediği olur» sözünün te´vilinde Allah küfrü ve yalanı[40] dilerse diye te´vil etmeleri gerekir. Bu te´vile mecbur olan bile rıza göstermez ki bu kişinin sözü kendisine yö-nelsin. Nasıl olur ki, bütün müslümanlar bu söze razı olur. Tevfik Allah´tandır.
Sonra bagka bir itirazda bulunup müslümanlarin onu ifade ettiklerini ileri sürdü. Müslümanlar, «Allah´ın sevdiği şey olur; sevmediği şey de olmaz» dediklerini iddia etti. Bu söz Şeytan´dan bile işitilmemiştir. Nasıl olur da müslümanlardan işitilsin
Sonra onların «Allah´ın emri nafizdir. O´nu emrinden meneden bulunmaz» demelerine itiraz etmiştir. Bunun iki yönü bulunduğu öne sürüldü :
Birincisi : Tekvin emridir. Tıpkı Cenab-ı Hakk´m «Allah´ın şanı bir şeyin olmasını dilediği zaman, ona sadece «Ol!» demektir, o, oluverir.»[41] kavl-i celîîinde olduğu gibi. Bu emrin yerine gelmemesi mümkün olmaz. Bunun içine mahlûkatın fiilinin hepsi girer. O da evvelkinin aynıdır.
İkincisi : Onunla emrin hakikati murad edilir ki, o enirin olduğu yönden ve olmayan gey hakkında emrin kendisi ile olan murad edilmez. Buna göre emir kendi kapsamından dışarı çıkmaz. Ve irade de zail olur. Çünkü irade mükevvinin kendisidir. Emir ise, kendisi ile fiil meydana getirilmesi için olur. Görmem misin ki, her fiilde muhtar olan irade ile vasfolunmuş-tur! O, memurdur denmesi caiz olmaz. Çünkü onunla Allah´ın (c.c.) vas-folunması mümkün değildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Allahu Teâlâ´nm «Fakat âlemlerin Rabb´i olan Allah, (sisin dürüst olmanızı) dilemeyince siz dileyemezsiniz»[42], kavl-i celîli hakkında der ki; gerçekten doğruluk ve dürüstlük, Allah´ın dilemesi ile olur. Bu söz fasittir. Çünkü, hakikaten Cenab-ı Hak diledi fakat olmadı. Dilemekle olan şey hakkında olur demek, ancak bizim onunla olur[43] dememizle olması caiz olur. Allah-u Teâlâ, dilediği zaman olmaması mümkün değildir, muhakkak olur.
Sonra der ki, Cenab-ı Hak, sövülmeyi murad eder mi Bu soruyu sormakta hatâ etmigtir. Bilakis bu sualin doğru olanı şöyledir : «Allah-u Teâlâ kendisine dil uzatan kimseden, kötü ve öfkelenmiş olan sövme fiilinin olmasını diler mi Sonra bu sözüne karşı «Maazallah» der. Zira, Cenab-ı Hak, ondan bu fiilî nehyetmis ve bu fiile karşı gazap etmiştir. Hüküm ve hikmet sahibi olan bunu asla yapmaz.
Allame Ebu Mansur (r.h.) der ki : Kendisine sorulup denir ki: Hüküm ve hikmet sahibi olan eğer dilemiş olsaydı, yalancı ve ahmak olacağı hususlardan bunu dilemez mi idi Eğer evet dilemez, derse onun hüküm ve hikmet sahibini bilmediği zahir olur. Eğer hayır diler derse, o zaman dilemeyi ifade etmesi lâzım gelir. Çünkü bunun olmaması onun yalan ve aptal olmasını gerektirir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Oysaki nehiy, bizim, zikrettiğimiz yönden değildir. Gazap da böyledir. Bu nevi fiillerin yaratılması hakkında açılan bölümde kâfi derecede bahsettiğimiz hususlardandır.
Sonra Cenab-ı Hak, kulun kendisine düşmanlığı ihtiyar edeceğini bildiği halde ondan düşmanlık meydana gelmesini murad ettiği zaman zafiyet manâsı zail1 olup ondan ve fiilinden müstağni olduğu zahir olur. Nitekim Cenab-ı Hak « ...Çünkü Allah bütün. âlemlerden müstağnidir.»[44] buyurmuştur. Oysa ki o, irâdenin manâsının galip gelmek olduğunu iddia ediyor. Halbuki bunda o,husus bulunmuştur. Binâenaleyh dilediğini söylesin, o kendisine evvelki hakkında cevaptır. Amma muhabbet ve rızaya verilen cevabı ise gerçekten «Allah, muhakkak şeytanı sever ve ondan razı olur» denmesi caiz olmaz. Her ne kadar olmalarını murad etti ise, pis ve kötü olanlar da böyledir. Küfür fiili de bunun gibidir. Cevherler ve arazlardan bütün pis ve kötü, çirkin olanlar da böyledir. Allah-u a´lem.
Rıza ve muhabbetle dilemediği şeyle mülkünde ziyadeleşmekle kendisine olunan itirasa cevap verdi. Biz kendi fiili ile bu husustaki ayırt edilmeyi beyan ettik. Sonra der ki menetmeğe kadir olduğu zaman onu menetnıez. Böylece o şey de menedilmiş olmaz. Kendisine şöyle denir : Eğer o kadir olur da Allah o.nu menetmeyi murad etmezse bu, irade olmayınca o kadir olmaz. Bu hususu ayan beyan eden şeylerdendir ki, eğer Allah onları İslâmı kabul etmeğe zorlasaydı onlar, zorla müslüman olmazlardı. Bu husus da onun üzerine kadir olmadığını beyan eder. İste bu dünyada galebe çalma ve mecbur kılmadır. Tevfik Allah´tandır.
Dünyada onun benzeri ile itiraz etti. O, iki yönden yanlış ve hatadır.
Birincisi : Bizim hükümdarımız menetmeğe kadir olamaz. Yoksa dilemediği her şeyi menederdi.
İkincisi : Gerçekten o, kendi mülkü ve hükmü altında değildir. Çünkü yeryüzü hükümdarı gayrinin fiillerine malik değildir. O, fiilleri kendi hükmü ve tasarrufu altına da alamaz. Kuvvet ancak Allah´tandır.
So.nra kendisine, bilmiyerek ilminden bir şeyin çıkmasını takip eden şeyle itiraz edildi. Ve niçin iradesinden çıkması noksanlık icabettirmez, ki o aczin kendisidir denince; cevap olarak, «O, noksanlığı değil, ancak zorlamayı takip eder», dedi. Kendisine nehyin de böyle olduğu söylendi. Galip olmak ise noksanlığı ihdas[45] eder. Yine Allah-u Teâlâ´nm kitabında muhabbet ile rızânın ve irâde ile meşietin arasındaki fark bulunduğuna delil vardır. Cenab-ı Hak buyuruyor ki : Eğer küfre dalarsanız şüphesiz ki Allah sizden müstağnidir. O kadar var ki kullarının küfrüne razı olmaz...»[46]. «... Allah fesadı sevmez.»[47]. «... Şüphesiz ki Allah çok tövbe edenleri de sever, pislikten pâk olanları da sever.»[48]. «... Şüphesiz Allah aşırı gidip haddi tecavüz edenleri sevmez.»[49]. Meşîet ve dilemek hakkında da Cenab-ı Hak, «... Allah, dilediği kimseyi sapıtır, dilediğini de doğru yol üzerinde bulundurur.»[50] buyurmuştur. Bunlardan başka muhabbet ve rızayı tahsis eden meşîet ile irâdeyi umum kılan nasslar vârid olmuştur. Bu7 nunla beraber onlarla Allah´ın fiilleri vasfolunur, fakat rıza ve muhabbetle vasfolunmaz. O ise meşîeti kuvvete sarfetti. Hatta onu galip gelme hükmünde kıldı. Bunun içindir ki, dilemek, galip gelmeyi icabettirir. Bu hususta asıl olan şudur ki; sevmekle, sevmeyip öfkelenmek, öyle iki manâlardır ki, kulların fiili sebebiyle meydana gelirler. Meşîet ise, böyle değildir. Çünkü kulların fiillerinde meşîeti icabettirecek bir manâ bulunmaz. Meğer ki, onunla rıza veyahut temenni murad olunsun. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Dünyada kişi, bazan sevmediği ve razı olmadığı şeyi işler. Onun dilemediği fiilin gerçekleşmesi mümkün değildir. Yine böylece onların katında, iradenin mânâsı fiil üzerine tekaddüm etmiştir.. Bizce ise irade fiille bulunan bir manâdır. Onun bundan sonra bir yönü yoktur. Rıza, sevme ve öfkelenme ve bunların benzerleri bilinen hallerde ebedî olarak sonradan olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra Allah-u Teâlâ´nın, «Allah size kc-laylık diledi»[51] kavl-i ceîîli ve benzeri âyetlerle ihticac etti. Allah, «size güçlük dilemez»[52] buyurmuştur.
Küfür ise güçlüklerin en güç olanıdır, diyor. Bu hususta kendisine denilir ki : Bundaki irade, izin, ibahe ve ruhsat üzere çıkar. Bu ise iman işinde nazarı itibare alınacak bir şey değildir. Güçlüğü dilemek de böyledir. Yine eğer o iki şey üzere olsaydı, —halbuki onlar Öyle bir kavimdir ki, iman etmişlerdir™ gerçekten onlar için dilediğimden başka bir şey olmamıştır. Eğer kâfirin iman etmesini dilemiş olsaydı, muhakkak o olur, onun gayri olmazdı. Tıpkı iman etmesini dilediği kimse de iman etmeden başka bir şey olmadığı gibi. Allah-u Teâlâ´nm «Allah, kime hidayet etmeyi dilerse, İslama onun göğsünü açar..,»[53] kavli celîli buna uygundur. Bunu şu âyet-i celîle teyid etmektedir : «...Allah, onlara Ahiret´te bir nasip vermemeyi diliyor...»[54] Cenab-ı Hak müminler hakkında da : «...Halbuki Allah Ahiret´i kazanmanızı diliyor.»[55] kavl-i celîli ile beyan buyurmuştur. Bu husus delâlet etmektedir ki, kendisinin fiilinin iman etmesi olmasını dilediği herkese Ahiret´te ona nasip vermeyi dilemiştir. Kimin fiilinin iman olmasmı dilememiş ise ona Ahiret´te nasip vermeyi de dilememi ştir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Allah-u Teâlâ´mn «Allah, kullarına bir zulüm murad etmez. »[56] kavl-i kerîmi ile de ihticac etmiştir.
Allama Ebu Mansur (r.h.) şöyle diyor : Bunun üzerine bis deriz ki; yine böylece, kim ki bir insana düşmanlığı dilerse ondan düşmanlık bulunur, yahut onun fiili kötü ve çirkin olan zulüm olur. Oysaki onlar için zulmü dilememiştir. Bilâkis onlar için adaleti dilemiştir. Cenab-ı Hak : «Biz gök ile yeri ve aralarmdakileri boşuna yaratmadık...»[57] buyurmuş ve sonra da şeytan hakkında : «O´na ne önünden, ne ardından (hiç bir surette) batıl yaklaşamaz...»[58] buyurarak şeytana batıl ismini vermektedir. Yoksa onun yaratılması batıl değildir. Batıl ve zulüm olarak kâfirden sadır olan küfür füli de bunun gibidir. Allah´dan kullar için zulüm murad edilmez. Bunu daha açık olarak Cenab-ı Hakk´ın «Allah, kullarına bir zulüm murad etmez»[59] kavl-i celîli beyan etmektedir.
Ve sonra gerçekten onu itibare almak caizdir. Çünkü bildiği şeyin olmasını dilemek, mutlaka adalet olur. Zira o, fiilinin cezasını vermeyi murad etmiştir. Yoksa işlemediği bir iş için onu azaplandırmayı değil. Cenab-ı Allah, herşeye kâfidir.
Sonra Allah´ın, Resulünün müşriklerin mağlup olmasmı dilemesi hususunu sordu. Ve Peygamber aleyhisselâm, onların kendilerini davet ettiği şeye bakmalarını dilediğini iddia etti.
Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Mağlûp olmak, itaat mıdır yoksa masiyet midir Bakmak vaktine kadar geçen hal de böyledir. Bunda ise masiyet üzerine devam etmek vardır. Onun masiyettir demesi elbet-teki lâzımdır. Binâenaleyh bazı maslahatları kasdetmeksizin onu dilemesi caizdir.
Allah-u Teâlâ´mn «Ben şüphesiz isterim ki, sen kendi günahınla benim günahımı da yüklenesin...»[60] kavl-i cehli de onun gibidir. Hakikaten masiyet olan fiilin murad edihnesi caizdir. Fakat isyan maksadı İle değil Böylece müminlerin isyanlarının hepsi her ne kadar Allah´ın yarattığı masiyet fiili murad etmedilerse de isyan eden kimselerin fiilleridir. Hatta onlar, eğer küfrü dileseydiler, mutlaka küfrederlerdi. Allah-u Teâlâ´mn masiyet olması için kâfirin fiilini murad etmesi de bunun gibidir. Yahut onun sövme fiili çirkin ve sövme olma bakımından böyledir. Yoksa sövmeyi ve masiyeti dilmesi gibi olmaz. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra gerçekten onların mağlup olmalarını rıza göstermiştir, diye itiraf etti ki onun bu itirazı fasittir. Çünkü onların mağlup olmaları Allah ve Allah´ın Resulü için olmamıştır ki,[61] onun hakkında razı olmuştur, razı olmamıştır, diye kelâm etsin.[62] Kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra kendisine şu hususla itiraz olundu : Allah´ın kullarının ekserisi şeytanın dilemesi ile küfretmişlerdir. Halbuki Allah, onların itaat etmesini murad etmiştir. Bunun için şeytanın, Allah´ın hükmü ve mül-kündeki dilemesi Allah´ın dilemesinden daha uzak olmuştur. Onun bu itirazına, rıza," muhabbet ve Öfkelenmek ile cevap verdi. Biz her iki işin arasındaki ayırımı beyan ettik. Gerçekten bir kişinin fiiline razı olur, fakat diğerinden o fiilin işlendiği vakit ona öfkelenir. Bu hususun iradede bulunması mümkün değildir. Binâenaleyh aciz kalmanın zahir olduğu şey de iradenin fiil için[63] şart olduğu sabit olur. Çünkü muhtar olanın fiili, iradeden hali kalmaz. Yine biz gerçekten Allah-u Teâlâ, iman etmeyen kimseyi bilmesini sever, veyahut ondan razı olur demiyoruz. Çünkü onların her ikisi de fiille sevilir. . Fiili meydana getirmeyen için bu hususun söylenmesi uzaktır. Aman irade ise biz onu geçen bölümlerde açıkladık. Allah-u a´lem.
Sonra bilinenlerde bu hususta asıl olan şudur ki : Gerçekten fii], irade, yahut galip gelme,[64] veyahut da gaflet,[65]üzere meydana çıkar. Sonra Cenab-ı Allah´ın, kulun fiili hakkında galebe çalma, veyahut gafletle,[66] vasfolunması cazi olmaz. Binâenaleyh onun irade olunduğu sabit olur. Mu´tezile ise, irade hakkında, Allah-u Teâlâ´ya kendisi için bir zaruret olmaksızın yok iken sonradan var olan ilimden başka bir mana ispat etmiyorlar. Halbuki bu manâ mahlûkatın tümünün fiilinde bulunan bir manâdır. Onların sözüne göre bu hususu inkâr etmelerinin hiç bir yönü Ve manâsı yoktur. Korunmak Allah´tandır.
Sonra der ki : «Şeytanın iradesi, onun temenni etmesinden ibarettir. Kullar eğer dileselerdi, küfretmezler di. Cenab-ı Allah, onları zorla menetmeğe kadirdir,»
Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz ona şöyle deriz : Muhakkak sen doğru söylüyorsun. İrâde gerçekten galip gelmeyi gerektirir. Teımenni ise, gerektirmez. Binaenaleyh, düşmanın temennisi Allah´ın iradesi üzerine,[67] nasıl galip gelir O´nun «kadir olur, mahkûm olur», gibi sözü ve bu nevi ancak vahşetin ve şaşkınlığın eseridir. Hiç bir yönü ile mecburen iman etmek caiz olmaz. Sonra der ki, eğer sen hiç hüküm ve hikmet sahibi olanın kulunu dilemediği işten menetmeğe kadir olsun da onu menetmediğini gördün mü denilirse ona mecbur olmakla,[68] itiraz edip cevap vermeğe çalışır ki, bu yanlış ve hatâdır. Çünkü bizim katımızda onu diliyor. Menetmek murad edilen şeyin şartından değildir. Sonra şöyle diyor : Onu iki yönden dilemediği ifade edilir. Tedbirden bir şeyi zikretmeği menetmek onun için caiz değildir.
Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Eğer sen, dünyada ona kadir olursan,[69] sen onu bulamazsın,[70] ancak onun üzerine kadir olmaması yahut onunla fiili murad etmemesi hariç. Menetmeyi vacip kılan şeyin de iradeden olduğunu öne sürdü. Bu husus delâlet eder ki, gerçekten menetmek eğer vacip olursa biaynihî değil, bir illete binaen vacip olmuştur. İlletten zikrolunan şey, eğer mecburiyeti icabettirdi ise onun üzerine kadir olmaz, demenin ta kendisidir. Her ne kadar icap ettirme-seydi o, icbar etmeğe maliktir. Fakat tecavüz etmekle değil, bizce ona gücü yetmez. Ve örfün dışına çıkmış olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Cenab-ı Allah´ın «Allah, kime hidayet etmeği dilerse, İslama onun göğsünü açar...»[71] kavl-i celîli ile vukubulan itirazın cevabında der ki : Onun te´vili bilinmektedir. O da şudur : Hakikaten kim ki, Allah´a itaat ederse ona kendi lutuflanndan başkasının kadir olmadğı şeyi verir. Ona güzel isimler koydu. İtaat etmeğe olan rağbetinin cezalanması için itaatı-na karşılık sevap vermek suretiyle en yüce hükümlerle hükmetti. Tıpkı «(iman etmekle)´ hidayeti kabul edenlere gelince; (onlar seni her dinledikçe) Allah, onların hidayetlerini artırmakta ve kendilerine takvalarını ilham etmektedir.»[72] kavl-i celîli gibi. Kim ki Allah´a isyan ederse, zikroîunan hususu kendisinden menetmiş olur. Bunun üzerine vasfolun-duğu gibi göğsü İslama daralır. Bunu, başlangıçta hiç bir kimseye yapmaz. Tıpkı zikrettiğim âyet-i celîlede ifade ettiğim gibi. Cenab-ı Hak «...Ve onunla ancak fasıkları şaşırtır.»[73] buyurmuştur. Sonra der ki; o hususun iki şeyden dolayı dostluk ve düşmanlığı hak etmeden başlangıçta tahakkuk etmesi caiz olmaz. Birincisi, onunla anlaşıp sevişmenin bulunmaması; ikincisi ise gerçekten kullarının arasını taraf tutarak ayıran kimsenin dönüp onlardan birine levmetmeğe hakkı yoktur.
Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : O´nun âyet-i celîle hakkındaki iddiasına gelince : Gerçekten âyeti kerîme, bilinen bir hakikattir. Binâenaleyh bu husus onun marufu ve münker olanı bilmediğine ve kıssayı ters-yüz ettiğine delâlet etmektedir. Sonra âyet-i celîleyi ifade ederek bilenin islâmdan sonraya sarf etmesinde hata etmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak : «Allah kime hidayet etmeği dilerse Islama onun göğsünü açar...»[74] buyurmuştur. Onun göğsünü açtığı içindir ki, kendisine islâmı ihsan etmiştir. Yoksa göğsünü İslama, kendisinde islâm bulunduktan sonra açmamıştır. Sonra bunun gibisinin anlaşma ve sevişme olmasını ifade etmek ve bulunduğu hal ile Allah´a karşı kelâm etmekte cür´et ve cesareti daha da büyümüştür, Zira bu cür´et ve cesareti, kendi öz varlığındaki sıfatından bilinmiştir ki onu meydana çıkarmıyor ve kendisine mecbur olmadığı şeyle de nefsine zıt düşmüyor. Ve lâkin Allah-u Teâlâ´yı bilmediğinden ve dinsizliği intaç edecek mezhebi ortaya koyup ayakta tutma talebi üe onu gerçek yönünden kinayeye sarfettigi için azaba müstahak olmuştur. Rezil ve rüsvay olmaktan Allah´a sığınırız.
Sonra der ki : Müslüman olduğu zaman, kim islâmı kabul et derse, onun kalbi İslama açık olduğu halde müslüman olmuştur. Küfrettiği vakitte de onun kalbi dar olup İslama açık değildir. Veyahut darlık ve genişlikte her ikisi de bir midir Eğer her ikisi de bir idi derse, onun yalanı, müslüraan olmak veyahut küfretmek bakmamdan dininin ilk halini koruyan ve bilen kimse katında yalanı ayan beyan olur. Sonra her müslü-manm ve kafirin yalanını bildiği şeyi Allah´tan olan anlaşma ve karşılıklı sevme ismini veriyor. Bunu Hak´tan uzaklaşmak ve menetmek suretiyle yapıyor ki, insanlar onun cüret ve cesaretini ve aptallığını bilsinler. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra kendisine şöyle denir : Onun imandan sonra dilediği şeyden veyahut küfründen sonra onu mahrum kılan nedir Bu hususta dinde yardım ve kolaylık var mıdır Yoksa yok mudur Eğer hayır yoktur derse, onun yalanı zahir olmuş, onun sevap ve yahut azap kılma hususu ortadan kalkmış olur. Eğer vardır, derse, azıcık bir güç harcamakla onun ürerine mezhebini ikrar etmiştir ki, din hakkında kendisi için en salih ve doğru olanıdır. Sonra hiç iman ettikten sonra kâfir olanı gördün mü Veyahut bunun vukubulduğu sana haber verildi mi Yahut kâfir olduktan sonra iman edeni gördün mü Bu sorulara karşı elbetteki evet gördüm demesi gerekir. Bunun üzerine denir ki : Sevabın verilmesi ve verilmemesi, o, göğsünün açılması mıdır, yoksa değü midir Eğer hayır değildir derse, Allah´a; sözünde durmadığı ve haberinde yalancı olduğunun isnad etmiş olur. Eğer evet derse kendisine o faydalardan kendisine yararlı olan şey hangi menfaattir Veyahut göğsünün daraltılmasında ona ne gibi bir zarar vermistir . Bu takdirde onun sevap veyahut a^ap kılsın ve bazan anlaşma ve sevişme bazan da uzaklaşma ve menetme diye verdiği isimlerle başlangıçta onun caiz olduğunu menetsin. Sonucu bu olan sözden Allah-u Teâlâ´-mn bizi korumasını dileriz.
Sonra onlardan bazıları Allah-u Teâlâ´nın ´«Allah´a ortak koşanlar (müşrikler) şöyle diyecekler : Eğer Allah dileseydi ne biz müşrik olurduk; ne babalarımız...»[75] kavî-i celîli ile ihtîcaç ettiler. Bu hususa üç yönden cevap verilmiştir :
Birincisi : Onlar bunun emir olduğunu iddia ettiler. Tıpkı Cenab-ı Hakk´ın «Bir edepsizlik (şirk üzere ve çıplak olarak Kâ´be´yi tavaf) ettikleri zaman atalarımızı böyle bulduk, bize bunu Allah emretti derler...»[76] kavl-i kerîminde olduğu gibi.
Allah-u Teâlâ´nın «Kitap ehlinden bir güruh da vardır, dillerini kitaba doğru eğer bükerler ki, siz o tahrip ettiklerini sanırsınız. Halbuki o, kitaptan değildir...»[77] kavl~i celîli de böyledir.
ikincisi : Onlar küfürleri sebebiyle azap gördükleri zaman korkutulduğu halde kendilerine mühlet verildi; kendilerine mühlet verilip[78], hemen azap verilmeyince peygamberlerin yalan söylediklerini sandılar, ve bunun Allah-u Teâlâ´nın kendisine rıza gösterdiği hususlardan olduğunu zannettiler. Böyle olmasaydı Allah onlara mühlet vermezdi. Kendilerine Cumartesi günü balık avı yasak edilenler de böyle zannetmişlerdi. Bu husus tıpkı Allah-u Teâlâ´nın «Nihayet peygamberlerin, kendilerini yalanlayan kavimlerini iman etmelerinden ümitlerini kesince ve tekzip edildiklerini anlayınca...»[79]kavl-i celîlinde beyan buyurduğu gibidir.
Üçüncüsü : Onların bu hususu müslümanlann her şey Allah´ın dilemesiyle olur demelerinden onlarla istihza etmeleri için söylemiş olmaları, tıpkı insanın, «Ben öldüğüm zaman ileride gerçekten diri olarak (mezardan çıkarılacak mıyım )»[80] dediği gibi ki, bunu müslümanlarla alay etmek için demiştir. Münafıkların, «Şahadet ederiz ki, (kalblerimizdeki inancı açığa vururuz ki) doğrusu sen, muhakkak Allah´ın Peygamberi´sin»[81] sözleri gibi. Fakat kendilerinden meydana gelen bu husus istihza olduğu için ta´n olundular, tik zikrolunan husus da bunun gibidir. Allah-u a´lem.
Bu âyet-i celîleden sonra varid olan âyet, bunu teyid etmektedir. Ce-nab-ı Hak bu hususta şöyle buyurmuştur : «De ki : - Tam ve kâmil hüccet, Allah´ın hüccetidir. O dileseydi elbette hepinizi birden hidayete erdirirdi.»[82]. Daha başka âyet-i celîleler de varid olmuştur. Onlardan hiç biri açıklanması geçen hususa muhtemel değildir. Cenab-ı Allah´ın, eğer Rabb´in dileseydi, yeryüzünde kim varsa hepsi toptan iman ederlerdi...»[83] kavl-i kerîmi hakkında diyor ki : O, zorlamaktır. Dileseydi, onları zorlayıp cebrederek menederdi. Tıpkı onları ihtiyar olmaya, genç olmaya zorladığı gibi. Fakat onları imtihan etmesini dilemiştir. Tıpkı «... Allah dileseydi o kâfirlerden (savaş yapmaksızın) intikamını alırdı...»[84] kavl-i ce-lîli hakkında dediği gibi. O, şöyle demiştir : Gerçekten Allah, O´nu, Peygamberi ve peygamberin ashabı ile dilemiştir. Fakat onunla mecburiyetin meşietini murad etmiştir. Çünkü onunla ne Övülme vardır ve ne de ecir.
Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz onun vehmine delâlet eden hususu beyan ettik. Onun sözüne sepkat etmiş olanlardan şöyle diyenler vardır : Hakikaten eğer Cenab-ı Hak, mahlukatm fiilinden olmayan bir fiili yaratmak dileseydi, onu yaratmağa kadir olmazdı ki, kitap da onunla kendisini nefyetme ve ona kadir olma hususu varid olsun. O, ancak başka fiilden meydana gelenler ve beşerin gücünün sınırına ulaşmayandan gayrinde vukubulan o fiili yaratmağa kadir olur.
Kim ki, Allah~u Teâlâ´nm yaratma hususunda bu neviden olanım yaratmadan aciz olduğunu ve nıahlukatın fiilinin hakikatini yaratmaktan dahi aciz olduğunu sanarsa hatta bu hususu murad ederse onun yeri mu´-tezilenin zannettiği yerdir. Çünkü mu´tezile öyle bir mahlukat yarattılar[85] ki, akıllarda ondan yüksek, iyi ve ondan üstün ve alâ bir yaratık bulunmaz. Mu´tezile bu fikri ve görüşüne zayıf akıllı olanların ağzına attı. Onlar da bunları dillerine doladilar. Bunun İçindir ki, Cenab-ı Hak onun gibisini yaratmağa kadir olduğunu beyan buyurdu. Yoksa gökleri, yeri ve her ikisinin arasında bulunanları yaratmağa kadir olduğunu ikrar edip inananların bunun gibisini inkâr etmelerinin hiç bir yönü yoktur. Fakat bununla mu´tesilenin «Allah, hakikaten diledi; fakat olmadı. Çünkü o, kulların fiillerini yaratmağa kadir değildi sözleri batıl ve fasid olur. Çünkü Cenab-ı Allah, ona cevap olarak «... O herşeye kadirdir[86]. Birincisine cevap olarak da «... O dileseydi elbette hepinizi birden hidayete erdirirdi»[87] buyurmaktadır. Allah-u Teâlâ´nın, «Allah dileseydi, o kâfirlerden (savaş yapmaksızın) intikamını alırdı»[88] kavl-i celîline gelince; onun tefsiri şöyledir : Eğer Allah kendisinin emirleri ile korkutulanları yalanlamağı dileseydi. Bilakis onlardan dilediği şeyle imtihan etmesini murad etmedi. Lâkin intikam almayı tehir etmeyi diledi. Üçüncü tefsir de şöyle olur : Allah dileseydi kâfirlerden müslümanlarîa intikam alırdı; fakat tasdik ettikleri hususu beyan «tmek için mağlûp olmakla peygamberinin ashabını imtihan etmesini diledi. Tıpkı Allah-u Teâlâ´nın : «Doğrusu biz onlardan evvelkileri de (çeşitli musibetlerle) denedik...[89]. «Ve insanlardan kimi de Allah´a dinin bir ucundan ibadet ederler...»[90] kavl-i celîllerinde beyan buyurdukları gibi.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bizimle Kaderiyye mezhebi arasında iki noktada kelâm vardır : Biz onlara sual´ edip deriz ki, Allah-u Teâlâ ebedi olarak olacak olan şeyi olduğu hal üzere bildi mi Eğer hayır bilmedi derlerse kâfir oldular. Çünkü onlar Rabb´larmı cehaletle vasfetti-ler. Eğer evet bildi derlerse, kendilerine : «Allah-u Teâlâ ilmini bildiği gibi yerine getirmeyi diledi mi, yoksa dilemedi mi » denir. Eğer hayır dilemez derlerse, o zaman, Allah-u Teâlâ kendisinin cahil olmasını dilemiş olduğunu söylemeleri gerekir. Kendisinin cahil olmasını dileyen de hüküm ve hikmet sahibi olmaz. Eğer evet dilemiştir derlerse, bu sefer de Allah-u Teâlâ´nın her şeyin, olmasını bildiği fiilleri olmasını dilediğini ikrar etmiş olurlar. Bu husus, Ebu Hanife´den rivayet edilen husustan bende yerleşendir. Yoksa ben Ebu Hanife´nin beyan ettiği meseleyi lafzı lafzına zikretmiş değilim. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Biri çıkar da derse ki; günah ve isyan için emri çirkin ve kötü olunca, niçin[91] onların olmasını dilemek çirkin olmuyor Bir kaç yönden böyle olduğu ifade edilerek cevap verilir.
Birincisi : Emirde tenakuz bulunduğu için o, irâdede bulunmaz. Çünkü fiil bazen emir için olur. Hasiyeti emretmek mümkün değildir. Zira emirle olan itaat olur. Kendisinde emir olması ile masiyetin manâsı yok olur. irade ise böyle değildir[92]. Görülmüyor mu ki, her fail kendi fiilini dilemiştir. Öyle kendisine fiilim emretmiştir demesi mümkün değildir. Binâenaleyh her ikisinin muhtelif şeyler olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Yine Cenab-ı Hak, kendi fiilini murad etmekle vasfolunur. , Böyle olunca dilediği fiili kendisine emretmesi mümkün değildir. Bununla sabit olmuştur ki, iki yönden biri, diğerine delil değildir. Bununla beraber Al-laiı-u Teâlâ, peygamberleri ve seçkin kullarını helak edip, düşmanlarını ve kötü, şerir olan kimseleri baki bırakıp onlara dünyayı alabildiğine genişletmeği dilememiştir. Bu hususu o menetmemiştir de. Bilakis bize, düşmanlarının ve kötü kimselerin helak olmaları; peygamberlerinin seçkin ve iyi kullarının baki kalmaları için niyazda bulunmamızı emretmiştir. Tevfik Allah´tandır.
Ve yine; gerçekten emrin faydası, onun üstün ve yüce olmasıdır. Çünkü o, diğerini uzaklaştırmayı talep etmiş ve kendisi ile ulu ve mabud olmağa müstahak olan büyük nimetlerini ve üstün hakkını onda izhar etmiştir. İrâdenin hakkı ise, kendisi ile mülkünün arasına bir şeyin girmemesi, kendi hüküm ve saltanatını menetmemesi için galebe çalmağı nefyetmek ve ihtiyar sahibi olmaktır. İrâdeyi reddetmekte ise bu husus mevcuttur. Bunun içindir ki, Allah-u Teâlâ´nın dilememesi batıl"[93] oldu. Emir ve nehyi reddetme de böyledir. Bunun için, Allah´ın rubûbiyyeti ve salta-natmm sahir olması için emir ve nehyin gerçek olduğunu söylemek gerekir. Ve, mahlûkatın, Allah´ın mülkü ve saltanatında bir şey de dilemelerinden aciz oldukları ve Allah´ın gerçek mülk sahibi olduğu için mahlûkatın hepsi hakkında irade sahibi olduğunu söylemek lâzımdır. Tevfik Allah´tandır.
Yine, hakikaten Allah-u Teâlâ, İbrahim aleyhisselâma İsmail aley-hisselâmı kurban etmesini ve bir koçla fidyeyi emretti. Allah-u Teâlâ´nın önce kurban etmenin hakikatini emredip sonra onu bedeli ile kendisinden menetmiş olması caiz olmaz. Çünkü bu, görüşü değiştirmek ve cehaletin alâmetidir. Binâenaleyh, emir irâdenin hakikatinin kendisi ile olan şeyle varid olmamış idi. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Bunun hepsi, bizim irâdenin manâlarının, kendisine vardığı manânın tahakkuk etmek üzere, kısımlara ayrılması bakımından bizim beyan ettiğimiz husustu. Bunun ardında lafızdaki mani olan şey veyahut onun yönünden hasım katında çirkin olan yönlerden birine sarf etmekten başka bir şey yoktur. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra dünyada fiilin üzerine vakî olduğu şeyde asıl olan onun, irâde üzere, yahut sehven veyahut galip olmak suretiyle vaki olmasıdır. Kendisinde galebe çalma, aldanma vasfından çıkan herşeyin fiiller için gereken irâde ile vasfolunmasi lâzımdır. Fakat irâdeden ibaret olan şey, vasfo-lunmaz. Çünkü hakikatte irade bir çok kısımlara ayrılmıştır ki, biz onu geçen bahislerde açıkladık. Tevfik Allah´tandır.
Amma görünen de, gerçekten irâde olan şey hakkındaki ifade edilen irade, kendisi ile fiilin olduğu iradenin ta kendisidir. Bizim nezdimizde mümkün değildir ki, onunla beraber[94] fiil olmasın. Mu´tezilenin katında ise, irade fasılasız olarak fiilden önce olur. Bundan başka fiil bulunduğu zaman olan ve sonra olmayan hususlardan olan ise, o, bilmen temenniden ibarettir. Cenab-ı Allah bu gibi vasıftan yücedir; münezzeh ve beridir. Binâenaleyh ilk vecih üzere Allah´ın irade sahibi olduğu ve dilediği vech üzere fiüin tahakkuk ettiği sabit olur. Kuvvet ancak Allah´tandır. [95]
Kaza Ve Kader Hakkında Mesele
Bize göre asıl olan odur ki; hakikaten bu mesele olsun, irade meselesi olsun, bunların hepsi fiillerin yaratılması hakkındadır. Eğer onlar sabit olursa bu da sabit olur. Çünkü, fiillerin yaratılması, kazanın olduğunu ve meydana gelenin güzel ve çirkinlikten bulunduğu* halde ezelde takdir edildiği için kaderi ispat ediyor. Bu hususta, Allah-u Teâlâ´mn, onun kendi yaratığı olması[96] için onu dilemesini gerektirir. Biz bu mesele hakkında kendisine Allah´ın hidayet ettiği kimse iğin kifayet edeceğini ümit[97] ettiğimizi byean ettik; fakat ne var ki, insanlar bu hususu başlı başına bir mevzu ittihaz eden hakkında kelâm ettikleri için biz de bu hususu işlemekte onlara tabi olduk. Çünkü muhtemeldir ki, onlar, gerçekten hakkın, hangi kelime ile ifade edilirse edilsin her hangi bir lafzı düşünen için onun nuru ile zahir olduğunu murad etmiş olurlar. Tâ ki, gerçekten hak olan, ne ağızdan çıkan bir beyan nevi ile ve ne de dille ifade edilen lâfızla hak olduğu bilinsin. Fakat hakkın hak olması ancak onun için ser-dedilen delillerle bilinir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra kazanın hakikati bir şeye hükmetmek ve o şeyin lâyık olduğu üzere kesinlikle meydana gelmektir. Veya o şeyin kesinlikle meydana gelmesinin gerçeklenmesidir. Bunun üzerine bazı kere eşyanın yaratılmasına rücu´ eder. Çünkü o eşyanın bulunduğu hal üzere olmasının gerçekleşmesidir. Birinci ifadeye göre ise, herşeyin yaratıldığı üzere olmasıdır. Zira mahlûkati yaratan âlim, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah´tır. Hikmet ise, herşeyin hakikatine isabet etmek ve herşeyi yerli yerine koymaktır. Allah-u Teâlâ : «Böylece gökleri yedi kat gök olarak iki günde yarattı...»[98] buyuruyor. Buna göre mahlûkatın fiillerinin, Allah onları yarattı, diye vasfolunması caizdir. Yani Allah onları yarattı ve hükmetti. Tıpkı Allah-u Teâlâ´mn «... Artık neye hükmün geçiyorsa, hükmünü ver...»[99] kavl-i celîli gibi. Bu noktadandır ki, her hakkı sahibine verip onun hakkı olduğunu açıkladığı için âlim olana kadı ismi verilmiştir. Allah-u Teâlâ´mn «... Fakat Allah-u Teâlâ, dilediğini yaratır ve O, bir şeyi murad edince, O´na sadece «Ol» der, o, hemen oluverir.»[100] kavl-i celîli de böyledir. Ve yine böylece «Allah-u Teâlâ, felanın şunu, şu vakitte yapacağına hükmetti. Bunun üzerine o da böylece o vakitte oldu» denmesi caiz olur. Bunun gerçek anlamı, olmasını bildiği ve dilediği şey ile hükmettiğinin olmasıdır. Ve yine failin fiili ile zem veyahut medih, sevap veyahut asap bakımından müstahak olduğu şeye hükmetti demek de caiz olur.
Kaza, bildirdi ve haber verdi imanâsına da gelir. Tıpkı «Allah-u Teâlâ´mn biz, Israiloğullarına Tevrat´da şunu vahyettik...»[101] buyurduğu gibi. Bu veçhe göre yine onun sena edilmesi caiz olur. Bu hususun cevazında hiç bir mâni´ bulunmaz.
Yine kaza kelimesi, bazan da emretti, anlamına geür. Tıpkı Allah-u Teâlâ´mn «Rabb´in kesin olarak şunları emretti : Ancak kendisine ibadet edin. Ana-babaya güzellikle muamele edin...»[102]. Ve «Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle, mümin bir kadın için, kendi işlerinden dolayı Allah´ın ve Peygamberin hükmüne aykırı olanı seçmek hakkı yoktur.»[103] buyurduğu gibi. Bu husus ise Allah´a ancak hayır işlerinde izafe edilir. Kaza kelimesi, bazan da fariğ olma anlamına gelir. Nitekim Allah-u Teâlâ, Mûsâ, (on senelik hizmet) müddetini bitirince ve (evlenmiş olduğu) ailesiyle (Mısır tarafına), yola çıkınca...»[104] buyurmuştur. Lâkin bu nev´in Allah´a izafe edilmesi caiz değildir. Çünkü Allah´a bir şeyle meşgul olduğu veyahut o şeyden fariğ edilmiş olduğu isnat edilmiş olur. Ancak, yaratmış olduğu şeyin tamamlanmasının gerçekleşmesi hakkında mecaz olarak isnat edilir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Kaza hakkında bundan başka bir çok hususlar zikredilmiştir ki, bizim mevzubahs ettiğimiz hususda onları zikretmenin gerekmediği kanaatindeyiz.
Kader meselesine gelince : O, iki vecihtir :
Birincisi : Bir şeyin meydana çıkması üzerine olan had, o ise, her-şeyi hayırdan yahut serden güzel veyahut çirkin olan âlim veyahut cahil olma bakımından bulunduğu hal üzere kılınmasıdır. Bu ise, hikmetin te´-vilidir ki, o da, herşeyi olduğu hal üzere kılmaktan ibarettir. Ve herşey hakkında kendisi için daha iyi olanın verilmesidir. Bu örneğe göre Allah-u Teâla´nın «Gerçekten biz, herşeyi (hikmetimiz icabı) bir kaderle yarat-nıışızdir.»[105] kavl-i celîline göredir.
İkincisi : Herşeyin zaman, mekân, hak, batıl, ve sevap olan, azap olan husus bakımından vaki olduğu hal üzere beyan edilmesidir. Bu ikiden biri gibi olan Peygamberimiz Sallellahualeyhivesellemden rivayet edilendir ki, Cebrail aleyhisselâm kendisine iman hakkında suâl sorduğu zaman zikrettiğimiz hususların yanı sıra kaderi zikrederek hayır ve şerrin Allah´tan olduğuna inanmandır, diye cevap vermesidir. îlki her hangi bir «şey»in olduğu hal üzere yaratılmasının kaim olması gibidir. Bu ise, kulların fiilleri hakkında onların güzel ve çirkin olması bakımından akıllarının ulaşamadığı şeyin dışına çıkan ve akıllarının bu hususa kadir olmayandır. Buna göre sabit olmuştur ki o, Allah-u Teâla´nın emri ile meydana çıkmıştır. îkinci olarak da, yine onların ilimlerinin ulaşamadığı zaman ve mekânla fiillerini takdir etmeleri muhtemel değildir. Bu yöndendir ki, kendileri ile olması da ihtimal dahilinde değildir. Onlar, Allah´tan hariç değillerdir. Allah-u Teâlâ, Kur´ân-ı Kerîm´inin bir âyetinde şöyle buyuruyor : «... Oralarda yolculuk için (muayyen yer ve zamanlarda) gidiş geliş takdir eylemiştik.»[106] ve yine Cenâb-ı Allah, «Yalnız Lût´un karısını, gerçekten azap içinde kalanlardan takdir ettik»[107] buyurmuştur. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Kâ´bî, iddia ederek gerçekten Allah-u Teâlâ, küfrü hükmetmez diyor. Sonra kazanın vecihlerini tefsir ederek onu tefsir edilenin bazısı hakkında kılmıştır. Binâenaleyh, onun kazanın tefsir edilen vecihlerden birine ihtimali üzere tümünü inkâr etmesi hatadır. Sonra küfrün birbirlerine benzemediği ve batıl olduğunu iddia ederek deliller getirmeğe çalışmıştır. Allah-u Teâla´nın batıl ile hükmetmenin batıl olduğunu bilmiyen için Allah´ın kazası haktır ve gerçektir. Ve birbirine benzememeleri ile birbirine benzememek hak ve adalettir. Hakimlerin hükmü de böyledir. Meselâ cömertlik ve zulüm fiilleri... O, cömertliktir, batıl olmadığı gibi birbirlerine benzememeklik de yoktur. Hatta hemen hemen onu küçük çocuklar bilir. Kim ki onu bilmez de sonra kelâmın sınırını iddia ederse ona söylenilecek söz ilk Önce kelâmı bilmesi olmalıdır. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Peygamber Sallallahualeyhivesellemde.n rivayet olunan şeyle de ih-ticac etti. Peygamber Aleyhisselâm, Allah-u Teâla´nın kendisine şöyle haber verdiğini ifade buyurdu. Kim ki, benim kazama razı olmaz ve benim verdiğim belâ ve musibetime sabretmezse o, benden başka Rabb ittihaz etsin.»[108]
Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu ilk zikredilen fiilidir ve gerçekten[109] onun gazabına razı olmak, küfrün mahrecidir, kötü, çirkin, şer, fasid, olduğunu ve sahibine Allah´ın gazabını ve azab etmesini icap ettirdiğini, ancak bu hususlardan tevbe edenin hariç olduğunu bilinendir. Binâenaleyh bunlara razı olmayan kimse kâfirdir; haberin varid olduğu şey üzere bulunur. Küfür gerçekten çirkindir. Ve kulun fiilidir. Onun Allah´ın kazası ve hükmü olması mümkün değildir. Böylece hakikaten Allah´ın kazasının fiilin hakikatinin bulunduğu şeylerden zikrettiğim husustan ibaret olduğu sabit olur.
Oysaki, gerçekten hayrm hakikati, hastalıklarda ve musibetlerdedir. Görülmüyor mu ki; Cehennem´de ebedi kılmak mu´tezile nezdinde Allah´ın kazasıdır. Rüsvay olmak, sapıttırmak ve benzerleri de böyledir. Varsın Kâ´bî bunlara kendi nefsi için razı olsun. Yok, razı olmazsa Allah´tan başka, Rabb talep etsin. Mu´tezile diyor ki; Allah´ın din hakkında vuku-bulacak musibet ve hastalıklar için kazası yoktur. Onlar için hiç bir günah yoktur. Onlar için günah ancak bedeli ile olur. Bu takdirde kendilerine, o, hastalık ve musibetlerin bedeli verilmedikçe onlara razı olmazlar, îşte bu da Hadîs-i Şerifle rivayet edilen «Benden başka Rabb ittihaz etsin» cümlesinin anlamıdır. Ve devamla «Bizim üzerimize vacip olan Allah´ın kazasına razı olmaktır,» der.
Allame Ebu Mansur (r.h.), Allah´ın kazasına nasıl razı olunacağını ve bu hususta üzerine vukubulan hususları beyan ettik diyor. Cenab-ı Hakk´ın : «Gerçekten biz herşeyi (hikmetimiz icabı) bir kaderle yaratmisızdır.»[110] kavl-i celîli hakkında, kader gereken hususlardandır. Küfür ise gereken hususlardan değildir diyor. Onun kader hakkındaki sözü bizim zikrettiğimiz yöndendir ki, o yönde de kaderin gerektiği hususlar vardır.
Sonra, Allah´ın kaderinin çirkin olması gerekir. Sonra der ki : Sana soruyor ve diyor ki; Allah küfürü takdir temiş ve sonradan vukubulması için hükmetmiş midir
Murad ve maksadından sorması gerekir. Şöyle ki :
Ebu Mansur (r.h.) der ki : Bu husus vacip olduğu zaman, kendisinden haber talep etmeden önce vacip kıldığı şeylerin hepsini gaflette bırakmaktır. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Kaza, kader, yaratmak ve irâde hakkında asıl olan şudur ki; bu hususlar için üç yönden hiç bir kimse için özür yoktur.
Birincisi : Gerçekten Allah-u Teâlâ, hükmetti ve yarattı. Bilinen ve zikrolunan hususlardandır ki, gerçekten Allah, onları diîer ve onlara tesir eder. Allah-u Teâlâ´nm dilediği, yarattığı ve vukubulması için hüküm verdiği şeyle kendisine vasıl olurlar; tercih ettikleri şeye de ulaşırlar. Onların, kendi katlarında eşyayı tercih eden ve ondan haber veren şeyle ihti-cac etmelerine hakları yoktur. Oysaki bu hususları onların ilimle, kitap ve haberle elde etmeleri mümkün olmayan hususlardandır. Çünkü onlardan, olup meydana gelen hususları onlar, ihtiyar ederler ve onlara müessir de olurlar. Allah´tan yardım etmesini niyaz ederiz.
İkincisi : Gerçekten onların hepsini, Allah, onların işledikleri hal üzere kendilerine yüklememiştir. Onları o hususa da reddetmemiştir. Mecbur
da kılmamıştır onları.
Bilakis onlar, oldukları hal üzere bulunurlar. Kendilerinden bir şey bulunmazsa da benim zikrettiğim şey bulunmaksızın onların bulunmasını tevahhüm ediyor. Yine onlara, yaptıkları şeylere karşı çıkmaları imkânı verilmiştir. Bu olmadı. Çünkü Allah, onîarı mecbur kılmadı. Cenab-ı Hak, mahlûkattan her birinin, ihtiyar sahibi, müessir, fail ve terketmeğe imkân sahibi olduğunu bildiği şeyin hakikatini onlardan ayırmadı. Bu husus, kendisinde fiillerin vukubulduğu sair, mekânlar, zamanlar, araz ve cevherlerin yaratılması gibi değildir. Her ne kadar bunlardan bir şeyin olmasının onlar için özür olma imkân ve ihtimali bulunmazsa da. Veyahut bahis konusu ettiğimiz husus için bir hüccet, bir delil veya Özür olma ihtimali bulunmasa da. Tevfik Allah´tandır.
Üçüncüsü : Bunlardan bir şey, onların akıllarına bile gelip hatırla-mamışlardır. Fiil anında onlar kendilerinde dahi değillerdi ki, o hususlardan bir şeyi işlediklerini bilsinler. O, fiil için olmayan bir husus için ihti-cacda bulunmak, ihticaca muhatap olan kişi nezdinde batıl ve fasiddir. İşlediği şeyin kendinde bulunmayan hususun özür olması da böyledir. O, elbetteki batıl ve yok olmuş olur[111]. Eğer onlar için bunlarla ihticac etmek bulunmuş olsa idi, onların, haber verilenle, ilimle kuvvetlendirmek[112] ve benzeri gibi hususlarla ihticac etmek olabilirdi. Oysaki, gerçekten eğer bu onlar için özür dilemek olsaydı, onlar için emir, nehiy, vaad, vaîdi bilmemeleri ve vukubulduğu yerle, günahkâr oldukları yeri bilmemeleri sebebiyle olurdu. Ve yine Allah´a zarar vermeğe, Onun hüküm ve saltanatına ihanet edilmeyen ve mülküne noksanlık getirmeyen hususlarla özür olurdu. Ve yine onlardan meydana gelen şeyle olan ilimle onları yaratması sebebiyle özür olurdu. Eğer onların bu hususlar hakkında ihticac etme hakları olsaydı, onun hepsinden daha açık olanlarla ihticac etmi´ olurlardı. O, kendisi gibi olanın fiil vaktinde, kerem, cömertlik, onları azaplandırmaktan müstağni, affetme, bağışlama, Matlarından kendisine bir faydanın olmaması, günah ve isyanlarından kendisine hiç bir zararın varid olmaması gibi hususların zikrinde düşünülmüş olurdu. Bunlardan bir şeyle ihticac olmadığı zaman evvelki hakkında da ihticac olmaz. Bu, zikrettiğimiz hususların Allah´tan olmadığına nasıl delâlet ediyor denirse, cevap olarak denir ki; Allah-u Teâlâ´dan varid olarak beyan ettiğimiz hususların hepsinin tahkik edilmesinde geçen deliller, ifade edilen o hususa delâlet etmektedir. Kuvvet ancak Allah´tandır. ´
Bu hususta asıl olan odur ki, gerçekten herkes biliyor ki; kendisi faildir, yapmış olduğu şey için kendisine imkân verilmiştir. Ve kendisine başkası tesir etmiştir. Öyle ki, eğer kendisinden o husus menedilirse bu, ona çok ağır gelir[113]. Gerçekten onun zıttını ihtiyar etmiş idi. Onun hakikatini reddetmeğe bir yol bulunmaz. Çünkü onun hepsinin kendinden sadır olduğunu bilir. O husus, sahibi için olmuştur. Tıpkı, görünen yaratıklar ve yanlış olarak kendisine hayal olmayan his gibi. Sonra herkes kendi fiilini, güzel ve çirkin olma bakımından aklen takdir ettiği şeyin gayri olarak meydana çıktığını görür. Yine aynı şekilde, zaman ve mekân ile takdir etmeğe, ilminin ulaştığı şeyin gayri olarak ve nefsinin yorulma, elem duyma gibi hususları kasdetmediği ve onun gibisine kudretini kullanmadığı şey olarak meydana çıktığını görür. Oysa ki kendi nezdinde kudretinden bir noksanlık bulmaz. Böylece, gerçekten fiilleri hissî ve görünür bir hal olmasına yakm bir durum ifade eden yollardan, fulleri kendilerinin yaratmış olduğu şeylerden olmadığı sabit olur. Kim ki, bu yönlerden fiillerin onlardan meydana gelip gerçekleştiğini kabul ederek boyun eğerse veyahut geçen[114] yönlerden fiilleri kendilerinden nefyetmeğe yönelirse, o kimse aklı ile büyüklük yapıp böbürlenmiş, hissine aldanarak inatlaşmıştır. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra biz mu´tezilelerle ittifak halindeyiz ki, gerçekten Cenab-ı Hakk´a mahlûkat ve fiillerinden isimlerde çirkinlik ifade etmeyenlerden başka bir şey izafe ve isnad edilmez. İsimlerde çirkinlik ifade etmeyenlerden başka bir gey izafe ve isnad edilmez. İsimlerde çirkinlik ifade edecek şey ise Allah´a asla izafe edilmez. Bu husus, nefyedilip yasaklanır. Bunun üzerine bazı meseleler meydana çıkmıştır :
Birincisi : Hayru hasenattan Allah´a isnad edilenlerin, Allah´a izafe edilmesinin yönü hakkında ki, onların hepsi Allah´tandır. Mu´tezile, hayır olanları isteme ve onları elde etmek için güç ve kuvvet sahibi olma ve emir alma bakımından Allah´a izafe edilmesinde beis yoktur, derler. Biz ise diyoruz ki; izafe ve isnad çeşidinden bu her ne kadar güzel ise de fiiller zikredildiği zaman Allah´a izafe etmeden bu murad olunmaz. Fakat fiiller zikredildiği zaman Allah´a Hamdu sena ve şükretme murad edilir. Bu hususta, evvelki hal caiz olunca, bunun da caiz olması daha evlâdır. Çünkü emir, dua ve kuvvetlenme bakımından kendisinde mümin ve kâfir müşterektir. Hamd ve şükretme bakımından ise, mümin ile kâfir birbirlerine muhtelif bir durumdadırlar. Bunu açıklayan hususlardan biri de, mutlak olarak şöyle demenin caiz olmasıdır : Hakikaten iman, Allah-u Teâlâ´nın nimetlerinden bir nimettir. Gerçekten mümine Cenab-ı Hak, in´âm ve ihsan etmiştir. Eğer Allah-u Teâlâ´nın kendisine olan fazlı, ihsanı olmasaydı, küfür pisliğinden temizlenmezdi. Ve böylece kendisi büyük bir azaba dûçâr olurdu. İşte bu yönden kâfir hakkında vukubulan hususlar, Allah´a izafe olunmaz. Fiiller zikrolunmadığı zaman da emir üzere olur. Tevfik Allah´tandır.
Bunun için tebdil ve tahrif edilmiş kitabın gerçek kitap olduğunu söyliyenlere ve onu..[115]. ve benzerini Allah´a izafe edenlere, Cenab-ı Hak îânet etmiştir. Gerçekten onlar, bununla emir varid olduğunu iddia ettiler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, kendi zatını bu hususdan berî ve münezzeh kılıp onun, şeytanın işi olduğunu haber vermiştir. Ve onlar bunu çekemedikleri için kendilerinden uydurarak söylemişlerdir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Yine emir olması bakımından fiil caiz değildir. Çünkü onda ancak ilzam ve gerektirme bulunur. Kendisinde çok büyük zahmet ve meşakkat bulunduğu için onunla Allah´a izafe edümez. Bilakis Hamdu senada bulunmak ve şükretmek bakımından Allah´a izafe edilir. Tıpkı Allah-u Teâlâ, şu âyet-i celîlelerde buyurduğu gibi. «... Doğrusu sizi imana hidayet buyurduğundan, Allah, sizin başınıza kakar; eğer (imanınıza) sadık kimse-lerseniz»[116]. «îtaat için sağlam söz verdikten sonra arkasından döneklik ettiniz. Eğer Allah´ın fazlı ve rahmeti üzerinize inmeseydi, elbette kendini aldatmışlardan olurdunuz»[117]. Kâ´bî, Allah-u Teâlâ´ya ancak iyi ve güzel olan izafe edilir diyor, sonra da itaatlarm Allah´a izafe edilmesinin emir yönünden "olduğunu iddia ediyor. Bu hususta hangi güzellik ve iyilik vardır Buna dahil olan hususları biz ge^en bahislerde beyan ettik. Ve Kâ´bî, Allah´-u Teâlâ´ya serlerin izafe edilemiyeceğini iddia ediyor; çünkü Allah, onları nehyetmiştir, kendisine izafe olunmaz diyor.
Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bizim katımızda da serler Allah´a izafe olunmazlar. Çünkü biz beyan etmiştik ki, Allah´a izafe edilmenin vechi, şükretmek içindir. Şerlerde ise şükretme yönü yoktur.
Sonra müslümanlarm «Hayır ve şer Allah´tandır», sözleri hakkında der ki, müsîümanlar bununla ancak dinsizlerin sözüne[118] muhalefet etmeği kasdetmişlerdir. Kulların fiiline gelince; o, hatırlarına bile gelmemiştir. Belki Allah, O, şeytanın amelidir buyurmuştur.
Fakih Ebu Mansur (r.h.) der ki: Müslümanlarm sözü olduğu zikro-lunan şey, yalandan ibarettir. Çünkü müsîümanlar öyle dememişlerdir. Bilakis müsîümanlar «Hayır ve şerrin ezelde takdir edilmesi Allah´tandır» diyorlar. Ezelde şerrin takdir edilmesi, şerrin kendisi değildir. Dinsizlerin durumu hakkında da söz böyle değildir. Çünkü böyle olmuş olsaydı, o takdirde şerrin alim, ve hikmet sahibi Allah´a izafe edilmesi çirkin olurdu. Bilakis fiili ser olan kimsenin kendisi gerdir ve fiili fesad çıkarma olan kimsenin de kendisi mufsittir. Onun «Müslümanların hatırına bile gelmez», sözü ise yalandır. Bilakis zikrolunan şeyin hususiyeti kendi hatırına gelmez. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra diyor ki : Eğer denirse ki küfür emir olma cihetinden Allah´tandır demiyoruz, fakat yaratma bakımından Allah´tandır diyoruz denirse, cevap olarak emir, fiilin gayridir demiştir.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bunun üzerine biz şöyle deriz; küfür, bir yoldan Allah´tandır ve mutlak olarak ifade etmek suretiyle şer Allah´tandır demiyoruz. Ve böylece hiç bir kimsenin; îblis Allah´tandır, yahut Şeytan Allah´tandır, yahut her kazurat ve pis kokanlar Allah´tandır veyahut da her fesad Allah´tandır diyen yoktur. Öyle ise gerçekten bu lafız, mahlûkatta var olan şey hakkında da fasiddir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Bu hususta asıl olan şudur ki, gerçekten onu ifade etmek, emri isteme yerine veyahut nimetleri izafe etme yerine çıkar. Bunda ise elbetteki o iki husustan bir bulunmaz. Öyle ise Allah´a izafe edilmesi caiz olmaz, O, tıpkı bizim deiğimiz gibidir ki; gerçekten Allah, tahkik edildiğinde her ne kadar herşeyin Rabb´i ve herşeyin ilâhı ve herşeyin yaratıcısı ve herşey de kendisinin ise de bu hususlar, pislikler, çirkin ve kötü olanlar ve ancak onlara istihkak kesbetmesiyle zikrolunan şeylerden benzerlerinde söylenmez. Onların bir olan Allah´a izafe edilmesi o husus üzerinden çıkar. Her ne kadar onlar yaratılmış iseler de Allah´a izafe edilen şeylerden onların küfrü yaratılmış ise de. Bizim üzerinde durduğumuz konu da onun gibidir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Buna göre küfür ve masiyetler hakkında onların Allah-u Teâlâ´nın iradesi, takdiri ve kazası iledir demek, iki yönden mekruh olur :
Birincisi : Çirkin olanlardan zikrolunan husus veyahut ancak çirkin gösterilme ve kötüleme bakımından zikrolunan şeyler. Vasfı bu olan şey, haber verdiğim hususa binaen Allah´a izafe olunmaz. Her ne kadar gerçekte ve tahkik edildiğinde sözle ifade edilirse de.
İkincisi : îhticac ve özür dilemek üzere kendisi ile kelâm edilen husustur. Ondan anlaşılan da budur. Biz, bu hususta onlar için her hangi bir özrün bulunmadığını beyan ettik. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Ve yine böylece insanlar nezdinde her ne kadar hakikatte her şeyin yaratıcısı olsa da Allah´a ey habis ve necis olanların ve benzerlerinin yaratıcısı diye söylenmez. Bizim zikrettiğimiz husus da bunun gibidir. Bu mevzuda asıl olan odur ki, Allah-u Teâlâ´ya her tazim veya şükretme veyahut ta emrini veya nimetini zikretme yerine çıkan herşey, kendisine izafe edilir. Bu hususların gayrine çıkanlar ise hakikatte her ne kadar Al-lah´m yaratmış olduğu mahlûkattan ise de kendisine izafe edilmez. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Bu hususta genel olarak ifade edilir ki, gerçekten Cenâb-ı Allah, kendi fiili ile vasfolunur. O, hakikatte adalet veya fazlu ihsan manâsı üzerine çıkar. Basan da kendisine hakikatte fiili veya sıfatı olmayan şey izafe olunur. Bu eğer övülmeye lâyık bir manâ iktiza ederse caiz olur. Çünkü ona Allah´ın im´âmı ve fazlı ile nail olunmuştur. Yok eğer övülecek bir manâ iktiza etmezse izafe edilmesi caiz olmaz. Çünkü O, hakikatte Allah´ın fiili değil ki, onunla vasfolunsun. Allah, kendi fiili bakımından hüküm, hikmet ve adalet sahibidir. O ise, nıahlûkat katında olan o şey, ise bu vasfın gayridir. Allah-u Teâlâ, bu iki vasfın gayrinden yücedir; berî ve münezzehtir. Çünkü Allah´ın fiillerinde adalet, hikmet veyahut fadlu ihsan sıfatları vardır. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Kaderiyyeler, saptırmak, şüphe[119], kalbleri çevirmekten Cenab-ı Hakk´a izafe edilen hususlar ve Cenab-ı Allah´ın «... Allah, onların kalplerini, imanı kabulden çevirmiştir.»[120] kavl-i kerîmi ve benzerleri hakkında şöyle diyorlar : Gerçekten bunlar, mihnet, meşakkat, hali kalmak, kurtarmak[121] ve benzeri gibi şeylerde olur. Hayru hasenat da ise emir, kuvvet verme ve benzerleriyle olur. Eğer onların dedikleri ile ifade edilmiş olsaydı, onların nezdinde emir ve güç vermek itibariyle hidayet nurundan sapıklık karanlığına çıkarmak, Allah´a izafe olunurdu. Tıpkı sapıklık karanlığından hidayet nuruna çıkarmak kendisine izafe olunduğu gibi. Çünkü kendisindeki hayır hakkında izafetin illeti emir ve kuvvet verme olmuştur. Hidayet şöyle diyor : Onun zikrettiğinin hepsi söylenilerek karşılık teşkil etmektedir. Çünkü diyor, emir ve kuvvet vermenin her ikisi mihnet ve meşakkattir. Her ikisinde de hâli kılmak ve kurtarmak mevcuttur. Bunun doğru olduğu zaman diğeri de doğru
olmazsa, bunda bulunan manânın diğerinde bulunmadığı zahir olur. Bununla beraber, kaderiyyeler, Allah´a ger olanlar izafe olunmaz diye iddia etmişlerdi. Çünkü Allah, onları nehyedip yasaklamıştır. Binâenaleyh, Allah, sapıklığı, azgınlığı ve şek ve şüpheyi nehyetmiştir. Bunlar Allah´a ni-Çİn izafe[122] olundu Tevfik Allah´tandır.
Onlar isim vermekle sapıtma hakkında kelâm ettiler. Bu sözleri ve görüşleri batıl v efasittir. Çünkü o, gayrinde de bulunmuş olup Allah´a izafe olunmamıştır. İsim vermede hikmet ve fazlu ihsan olmadığı içindir ki Allah-u Teâlâ´nin «Allah dilediği kimseyi sapıtır, dilediği kimseyi de doğru yol üzerinde bulundurur»[123] kavl-