Ana menü:
TEVHİD 2.BÖLÜM-
Mes´ele (Tevhidi İfade Eden Yollar Hakkında)
Mes´ele (Îlim Ve Nazarı Reddetme)
(İbni Şebib´in Cisimlerin Hadis Olması Hakkındaki Münakaşası)
(Dehrîlerin Sözleri Ve Sözlerinin Batıl Olmasının Beyan Edilmesi)
Mes´ele (Dehrîlerden Sümenilerin1 Sözleri Ve Sözlerinin Fasid Olduğunun Açıklanması)
Mes´ele (Sofistlerin Sözleri Ve Sözlerinin Batıl Olduğunun Açıklanması)
Seneviyyeierin Sözlerinin Sıfatı Hakkında Mes´ele (İlk Olarak; Menanîlerin Sözleri Ve Sözlerinin Fasid Olmasının Açıklanması)
(İkinci Olarak : Disânîlerin Sözleri Ve Sözlerinin Fasit Olduğunun Açıklanması)
Üçüncü Olarak : Marlnyâtülerin Sözleri Ve Sözlerinin Batıl Olmasının Açıklanması.
(Mecûsîlerin Sözleri Ve Sözlerinin Batıl Olmasının Açıklanması)
Mes´ele (Peygamberlerin Gönderilmesinin İspatı Ve Kendilerine Olan İhtiyacın Açıklanması)
İbni Râvendî´nin Peygamberlik Hakkmdaki Kösleri Ve Sökerinin Fâsiâ Olmasının Açıldanması
Peygamberlerin Nübüvvetlerinin Îsbâtı
(Özellikle Muhammet! Sa!Liillulmiüeyhivesellem´in Peygamberiiğinin İsbata)
(Hıristiyanların Îsâ Aleyhisselâm Hakkındaki Görüşleri Ve O Görüşlerin Reddedilmesi) :
(Mes´ele)
Mes´ele Allah´ın Fiilleri
Mes´ele.
(Kulların Fiilleri Ve Onların İspat Edilmesi)
(Fırkaların, Kulların Fulleri Hakkındaki İhtilâfı)
Kulun Kudreti Veyahut Gücü Ve Takati
Mes´ele (İki Zatda Bir Kudretin Carî Olması Ve Güç Yetmeyen Şeyin Teklif Edilmesi Hakkındaki Sözler Ve Görüşler)
Mes´ele (Tevhidi İfade Eden Yollar Hakkında)
Fakîh Bbu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra «tevhidi ifade etmek, bir çok yoldan hâsıl olur. Şöyle ki : Dehriyyun; kendi aralarındaki ihtilâfa rağmen— bir yaratıcının bulunduğuna veyahut toprağın kadîm olduğuna veya heyûlâ olduğuna ittifak etmişlerdir. Onların katında heyûlâ, birdir. Kendisine arazlar gelmiş olup birinci halinden değişikliğe uğramıştır.
Senviyyeler; hakîm, rahîm ve âlim olan, muhakkak birdir ve diğerinin mânâsı rubûbiyet mânâsı değildir; bilakis o, rubûbiyet mânâsının zıttıdır. Çünkü onun hepsi sefeh ve serdir, diyorlar. Diğer ehli edyan ise; bir olanın kadîm olduğunu ispat ediyorlar. Hatta bir grup bir olanın sonradan cisimlendiğini ifade ediyor, Başka bir kavun ise bir olanın bir de oğlu olduğunu sürüyor.
Onlar, bu ihtilâflarına rağmen birin var olduğuna ittifak ediyorlar. Böylesi, benzeme sahibi olamaz. Çünkü ona bu hususu isnad mümkün değildir. Kendi gayrisi olmayınca o, buna göredir. Çünkü kendisinde benzerlik olan vecih, gayrinde hadis olmadaki şeyin bulunmasıdır ki, bu da uzak bir ihtimaldir, işte bu bir olmanın mânâsıdır. Zira O, yüceliğinde ve celâlinde birdir. Zatta bir olanın zatına benziyen bir şeyin bulunması muhaldir. Bu, geçen mevzuda beyan ettiğimiz gibi tevhîd akidesini sarsıp ortadan kaldırır. Sıfatlarında bir olması, ilim, kudret ve tekvîn ile vasfolunan şeyin hakikatlerinde birinin ona ortak olmasından yücedir ve bendir. Hatta bunlardan her sıfat ki, yok iken, sonradan başkası ile bulunan her sıfattan münezzehtir. Hadis ile kadîmin birbirlerine benzemeleri asla mümkün değildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Beşerin hepsinden görüşü ve bakışı olana umumiyetle tehvîd akidesi verilmiştir. Sonra onlardan her fırka umum olarak verilen bu tevhîd akidesini tefsir etmekle bozmuştur. Ancak ehli İsiâmdan bir fırka müstesna. Onlar, kendilerine verilenin hepsine sahip çıkmışlar ve onu benimsemeyi elzem kılmışlardır.
Bunun örneği : Dehrîlerin, bir yaratıcının var olduğunu ve onun kadîm olduğunu öne sürüp bütün varlığın ezelde yaratıcı ile beraber bulunduğunu ifade ettikleri gibi. Bunda ise tevhîd akidesini iptal etme vardır. Onlardan bir kısmı, toprağın kadîm olduğunu ve «heyûlâ»nm var olduğunu söyler ki bu, her ikisini bir kılar; sonra onu yok eder ve böylece kendisinden intikal etme ve yok olma bakımından sayılmıyacak kadarını meydana çıkarır.
Senviyelerden ise, bir olan âlimin var olduğunu söyliyen vardır. Ve bu, o bir´in cinsin biri olduğunu ifade etmeğe gider. Çünkü o, bütün hayırları o birin cüzleri olarak kılar. Bu söz, menaniler ile mecusî, zındıklardan onların benzerlerinin sözüdür. Onlar, cismi kabul etmekle bir olmanın mânâsını iptal ettiler. Çünkü cisim, kendisinde çokluk bulunan geym ismidir.
Yahudiler ise, o bir´e mahlûkatı benzettiler. Bununla sayıları çoğalıp hatta sözleri[3] çocuğun bulunmasının mümkün olma haddine varmıştır. Hıristiyanlar; «omıak»ta birdir, diyorlar. Ekânimde ise; üç olarak bulunduğunu öne sürüyorlar. Böylece her Uknumda cüz ve had, nefyolunmuştur. Onlar, «bir» mücessem değildi, sonradan cisimleşti, diyorlar. Bilinir ki, gerçekten cisim cüzleşen ve parça parça olan şekilden ibarettir.
Tabiat felsefesini benimseyenler ise, onlar, tabiatın kendi nefsi ile bir şey icadettiğini ve yaptığını, tabiatın kendisine gerekli kılmazlar. Hatta tabiatın arasım cenıeden ve ayıran «foir»i olur. O ise, onların nezdinde ezelîdir.
Tevhîd akidesi hakkında başkalarının görüşleri ile fikir yürütenlerden birisi de mu´teziledir. Mu´tezile mezhebinden olanlar, eşyanın kadîm olduğunu söylerler. Kadîm ismi, ezel ismini de alır. Eşya da bunun gibidir. Onların sözlerine göre; dehriyyûnun, âlemin kadîm olması hakkındaki sözünü geçen mevzularda iptal etmek üzere açıkladığımız gibi tevhîd akidesini iptal etmektedir. Bununla beraber onların nezdinde Allah, Hahk, Rahman ve Rahînı değil idi. Allah, sonradan Hâhk, Rahman ve Rahîm olmuştur. Eşya, senviyelerin, zatta; birbirine zıddiyetin bulunmasından sonra imtizaç ettiklerini söyledikleri şey üzere sonradan var olur. Heyula felsefesini ve toprağın kadîm olduğu görüşünü benimseyenlerin sözlerine göre de Allah, cihette bir idi; sonra hadiselerden, sonradan var olan şey île o hali almış olur. Fakat, onların sözü mu´teziîenin sözünden aklen gerçektir. Çünkü onlar, değişmeyi asıldaki hadiselere lâzım kıldılar. Bunlar ise, asim dışında kalan[4] hadiseler ile gerektiğini söylediler. Görünen âlemde bir şey yoktur ki, bulunduğu hal üzerinden kendisine lâyık olmıyan ile değişsin. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Hüseyin´in[5] Berğus´ım[6] ve onların gayrisinin bu ikincisi hakkındaki sözleri de buna göre söylenmiştir. Onlar da, Allah vardı, mekân ise yok idi demeleri[7] bakımından mekânla değişikliği gerektirdiler. Sonra Allah´ın her mekânda mevsuf olduğunu öne sürerek, hadis olan ile vas-
Muşebbiheler ise; yaratmakta, cisim olmakta, sınırla olmakta, sonuçlu olmakta, hareket ve sükûnet sahibi bulunmakta Allah´ın benzeri olduğunu söyliyerek, âlemin hadis olduğunu kendisi ile bilmen şeyi Allah´a da gerçekleştirdiler ve onu Allah´a benzer kılarlar. Allah-
Tevhîd akidesini benimseyen fırkanın sözü de şöyle hulâsa edilir : Gerçekten Allah, Zatında birdir. Bütün birler, kendisine muhtaçtır. O, sınırlanma ve sonuçlanma veyahut zeval bulma, değişme sıfatının kendisinde bulunması mümkün olan ve adedlerin sıfatını icabettirecek şeydeki birler mânâsını ifade etmekten yücedir ve beridir. O, kudret, tek-
Sonra dehrîlerin ihtilâfı üç noktada toplanıyor :
Birincisi : Varlıkların birbirine zıt olup sonra bir araya toplanmaları. Bu görüş, zındıkların[8], seneviyye9[9]fırkasının salikîeri ile ziya ve karanlık görüşünü öne sürenlerin sözüdür.
İkincisi: Bir araya toplanıp sonra birbirine zıt ve uyumsuzluk halinde bulunmaları. Bu da toprağın kadîm olduğunu ve âlemin «heyûlâ»-
Üçüncüsü: Her ikisinin bilinmemesi cihetinin benimsenmesi[10] Bu ise âlemin kadîm[11] olduğunu öne süren kimselerin görüşüne göre ifade edilmektedir. Bu görüşün tabiatın mûcid olduğunu benimseyen kimselerin sözünün böyle olmasına benzer. Oysa ki bu husus, onların sözünden açıkça anlaşılmıyor. Sonra ayrılığın veyahut içtimain kadîm[12] olmasına benzetiliyor. Bunlar, âlemin olduğu haliyle bu iki sistem üzere olmasını görüyorlar. Başlangıcı olmayan hâdiselerle beraber varlıkların kadîm olduğunu söyliyen kimsenin sözü de bu söz gibidir. Her iki hâlin arasını ayıranın sözündeki tenakuz ayan -
Birincisi: Âlemin yok iken sonradan var olması ve yokdan sonra da var olması. Bunda da kendi mezheblerinin fasid ve bâtıl olduğu hususu ve âlemin aslı bulunmaksızın hadis, yani sonradan var olduğunun söylenmesi gerekir.
tisfnci&i: Eğer âlemin bizatihi toplanması ve ayrılması ve bizatihi müteferrik olanın kendisinde bir şey vuku bulmadan toplanması caiz olsaydı, toplanmış olanın, toplandıkları vakit ayrı ayrı bulunması caiz olurdu. Çünkü onun zatı kaimdir. Bu husus, akim üzerinde durup düşünmeye sabrı ve takati olmayan şeydendir. Bununla beraber kendisiyle muhakkak başkalarının bilinmesi zail olurdu. Çünkü buna benim zikrettiğim şeyden daha fazla delâlet eden bir ilim yoktur. Ve sonra bu hususta şerrin, hayır; karanlığın, ziya; dirinin, ölü; hareketli olanın hareketsiz olması ve soğuk olanın sıcak ve daha zıtlardan bunlara benzeyen hususların doğru olduğunu söylemek caiz olur. Bu hususların caiz olmasında da birbirine zıt olanların ve bir araya toplananların kadîm olmalarını söylemenin bâtıl olduğu ortaya çıkar. Çünkü, onların her ikisi beraber idiler. Ayrıca, bu hususta ta dehrîlerin sözünün fasid olduğu anlaşılır. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu hususta asıl olan odur ki; onların her ikisi birbirlerine zıt oldukları vakit, şu husustan öteye geçmezler : Ya her ikisi de tabiatleriyle veyahut ihtiyarlan ile böylece bulunuyorlardı. Veyahut ta her ikisini böylece kılan başka biri ile var idi1 *-
Çünkü o, görülen âlemde bulunduğu şeyin hilafının sabit olmasına hiç bir delil yoktur ki; onun ihtiyar etmiş olduğu şey, birbirine zıt olanla beraber ictimânın veyahut ta toplanmasını ihtiyar ettiği şeyle beraber birbirine zıt olan şeyin vukubulması gerçekleşmiş olsun. Böyle olunca ihtiyarı ile var olmuştur, demek bâtıl olur. Bununla beraber, onların; «her cevher, diğerini hapseder ve onunla beraber kalır» sözleri fa-
Eğer bunun, yani, ayrılıkla tebayünün başka birisi ile olsaydı ayrılıkla zıddiyetin hadis olduğu sabit olurdu. Hal bu ise, her ikisi de ondan hâli kalmazlar. Bunun içindir ki, her ikisinin de hadis olduğunu söylemek gerekir. Bunda da kendisi ile nefyedilmek istenen şey ile tev-
Muhammed bin Şebib[14] şöyle diyor : Bu hususta bizim nezdimiz-
Sonra, âlemin muhdissiz hadis olması caiz olmaz. Çünkü kendisi ile varlık ve yokluktan ancak biri olur. Çünkü resim, ancak bir ressamdan bilinir. Şekil ve suret de onları meydana getiren bilinmeden bilinemez. Vakitlerin kış. olma, yaz olma ve benzeri gibi hallerle değişikliğe. uğramasmdandır ki, âlemin, böylece hadis, yani sonradan var olduğu sabit olur. Bu görüşe şu hususla itiraz vaki oldu : Eğer kendi nefsi ile var olan şeyin bir vakitte var olmayan diğer vakitte var olmasını, bu hali menederse, niçin başkası ile var olan şeyde böyle olmasın Bu itirazıyle başkası ile var olması kendisi için dinde veyahut dünya hakkında yararlı oluyor ve fakat başkası ile meydana gelmeyen hususda böyle olmuyor [15] Bunun için her iki şey, birbiri ile ihtilâf etmiş oluyor. Bu iddia etmiş olduğu şey şunu icabettiriyor ki, ilk yaratılanın mükellef olmamasını görmek caiz olmuyor. Ta ki kendisi için zikrettiğimiz hususlar bulunsun. Kendisinden gayri bulunduğu vakit için mas-
Sonra mahlûkâtm tümü hakkında şu ifadeyi öne sürmek gerekir ki, mahlûkâtm yaratılmasında mükellef olanlar için, âlemle istidlal etmek ve itibar etme yolu ile ibret ve yarar olmadan hâli kalmaz. Tabii Allah-
Kulun dinde salâh bulmasının aslı, ancak kendi fiili iledir. Kulun fesada uğraması da kendi fiili iledir. Allah-
Şöyle bir itiraz vuku buluyor : Kendi nefsi için yarattığı gey, ilk yaratılandır. Bunda ise hiç bir maslahat yoktur. Bunu ifade ederken şu iddiada bulunuyor : Orada bir vakit yoktur ki o vakit hakkında «niçin ondan önce halk etmedi » densin. Bu soru, ancak o, «ne zaman evvel olur » şeklinde denir ki o da tedbir hakkında daha salih ve hikmet için de daha evlâ olandır. Halbuki onun sorduğu böyle değildir. Öyle ise, onun sorusu şu şekli alır : Niçin hikmette ve güzel yaratmada ondan başkasını yaratmadı
Allâme Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Vakit hususunda ifade edilen şey, şu açıklanandan ibarettir ki, böyle bir soru varid olmaz. Zira bunun gibisi soru olmaktan düşer. Çünkü bir vakte işaret olunmaz. Eğer böyle olmasaydı da yaratmak vakit sayılarından lisanın ifade etmesi muhtemel olmıyan şeye doğru bundan evvel olmuş olsaydı bu mümkün olurdu. Bunda ise sualin bâtıl olması ifade edilir ki, kadîm olmasından suâl olunması müstesna. Bu da kadîm olmada tekvîn sıfatının yaratanın üzerine vukubulması gerektirdiği için tenakuz teşkil eder. Kuvvet ancak Allah´tandır.
«Hikmettir», diye ifade ettiği şey, hak ve gerçektir. Amma, «daha salihtir,» ifadesiyle neyi murad ettiğini anlıyamıyorum. Onun dışında veyahut benzer hakkında öne sürdüğü sözün hiç bir mânâsı yoktur. Allah, hikmetten hariç olmayan fiili işler. O, yaptığından sorulmaz. Çünkü fiilin dışında kalma, sefehi gerektirir ki, bu da Rab olma sıfatını düşürür. Sonra hikmette iki yol vardır : Birincisi, adalet; ikincisi üstünlük. Allah´ın üstün kılmak hususunda kadir olduğu şeyin nihayeti yoktur. Bir şey hakkında fiilinin kuvvetinin ulaştığı şeyin daha üstün olması ile konuşur. Bununla beraber onun yani üstün olanın dilediğini üstünlükle tahsis etmeğe hakkı yoktur. Allah´ın fiilinin, zikrettiğim hususlardan dolayı hikmetin dışında olması caiz değildir. Adaletin mânâsı da böyledir. Yani, adalet herşeyi yerli yerine koymak demektir. Fakat onun dereceleri vardır. Şöyle ki : Bazısının fiili ihsan ve üstünlük olarak vasfolunur. Bazı fiili de adalet ve hikmet olarak vasfolunur. Zira onların her ikisi failin işlediği fiilden her fiil için umum isimlerdir. Birincisi; kendisi, onu terketmeğe sahip olması bakımından özeldir. Onu, in´am ve ihsan ederek yapar. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Şu mahlûkâtdan Önce bir şeyin yaratılmasına kudretin bulunması hakkındaki soru, vakit hakkında açıkladığımız şey mesabesine çıkmış olur. Allah, herşeyc kadirdir. Sonra, «niçin eşya devamlı olarak hadis olmaz » diye itiraz olundu. Bu hususa geçen mevzularda; nihayetsiz olarak bir şeyden önce bir şeyin olmasının bâtıl ve fasit olduğu, şeklinde cevap verildi.
Şeyh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bunun cevabı bizce şöyledir : Eğer sen «Eşya devamlı olarak hadis olur,» sözünden eşyanın devamlı var olduğunu kastediyorsan bu mümkün değildir. Çünkü böyle denildiğinde eşyanın kadîm olduğu isbat edilmiş olur. Onun kadîm olması da kendisinin sonradan var edilmesinin doğru olmadığı öne sürülür. Eğer o sözünle, eşyadan her bir şeyin var olduğu zamanı için var olduğunu kasdettin ise bu söz hak ve gerçektir. Çünkü Allah´ın kendisi gayri ile değil, bizatihi yaratıcıdır.
Sonra Muhammed bin Şebib´in, Mülhidlerin sorularından[17] karşılaştığı hususu zikretmek üzere deriz ki : O, kendisinin ibadet ettiği bir´-
Soru sahibi sorusuna devam ederek diyor ki : «Âlemin şahadet ve delâlet etmesiyle bulunan mânâ nedir O, nedir O´nun ismi nedir » Bu sorunun cevabı bizce şöyledir : O, bir olan Allah´dır ki, O´nun eşi ve benzeri yoktur. İşte bu sistemle soruya dönülecek yolu keseriz. Çünkü O, zihinde düşünülene avdet eder. Bunda ise O´nun nefyi vardır. Ancak delille var olma hususu müstesna. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra, «O, nerededir » suâline göyle cevap verdi : O, eşyadadır. Eşyaya hulul etmeksizin eşyanın idarecisi O´dur. Bu, tıpkı, «felan işindedir,» denildiği gibidir. Devamıl olarak eşyanın kendisini ihata etmeksizin bu husus tahakkuk eder, dedi.
geyh Ebu Mansur dyor ki : Bu kişi, kendisine sorulan soruya verdiği cevapta hata etmiştir. Bilâkis onun şöyle deyip suâl sorması hakkı vardır : Sen, mekândan soruyorsun, gerçekten Allah var iken mekân yoktu. Allah-
Sonra, kendisine : «Siz Allah´ın mahlûkâtına benzediğini ve mah-
O´nun zikrettiği şey, güzeldir. Eğer onunla benzeme hâsıl olsaydı onun «bu O´na benziyor,» sözü aksi olanı icabettirmiş olurdu. Ve onda da hakikatlerin tersyüz olması ve mecazın tümünün, yok edilmesi gibi hususlar bulunurdu. Onun umumiyetle ifade etmiş olduğu, gerçekten nefyin akıl ve düşünceden nefyolunanı kaldırıp yok etmesidir. O, yok olunca da her ikisi onu takdir etmezler. Birbirine benzeme ise, sıfat veyahut cevherden takdir olunanda vaki olandır. Bunun içindir ki, onun mânâsı bâtıl olur. Onun mislisiyle şu iddiada bulunan kimseye cevap verilir : Hakikaten siz Allah-
Sonra, «Allah, mahlûkatı nasıl yarattı » sorusuna şu cevabı veriyor : Gerçekten O, eğer sorusu ile fiilde muâleceyi kastediyorsa o, caiz değildir. Bilâkis Allah, mahlûkatı yarattı ve mahlûkatm aynını ilâçsız olarak icadetti. Eğer sorusu ile Allah, neyi´ yarattı, diye murad ediyorsa, sema ve benzeri cevherlere işaret edilir. Çünkü Allah, «şey»i yarattı. O da yaratılanın bu §ey olduğunu iddia etmiştir. Eğer sorduğu soru ile Allah, mahlûkatı niçin yarattığım kasdediyorsa, cevaben denir ki, Al-
Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki ; Bu suâlin cevabı; Allah-
Allah-
Fakih Ebu Mansur der ki: O´nun, «Allah o şeyi yarattı demesi»"[22] şunu ifade etmektedir; bu takdirde «şey», Allah´ın Zâtı ile, yahut ta kendi nefsinin Zâtı ile bulunmaktadır. Çünkü Allah´dan ancak Zâtı ile olan olur. Allah´dan, .halkuıa da kendi Zâtı ile yaratmasından başka bir şey isnad edilmez. Öyle ise O, nasıl yaratıcı oluyor ki, Allah´dan, yaratmanın gayrinden bir şey sadır olmamıştır! Yaratma sıfatı da Allah´ın gayri değildir. Niçin mahlûkatm, halik olması, Allah´ın halik olmasından daha evlâ ve lâyık değildir Zira Allah´dan, mahlûkata, Allah´ın yaratması olmasından başka bir şey isnad edilmemiştir. Bir şeyin kadîm olması, diğerinin onunla olmasını icabettirmez. Görünen âlemde kendisi ile olan şeyi, başkasına isnad olmadığı zaman o, şeyi gaipte, yani görünmeyen âlemde nasıl vacip kılar
Nasıl yarattı sözüne verilen cevap da yerinde değildir. Çünkü mu-
Kendisine, «Allah dâima Âlim (bilici), Semî´ (igitici), Basîr (görücü), olduğu zaman, böyle olduktan sonra, niçin Allah devamlı olarak yaratıcıdır » diye suâl eden kimseye şöyle cevap veriyor : O, bu sorusu ile Allah-
Fakih Ebu Mansur (r.h,) diyor ki : Eğer onun Allah hakkındaki ifadesi; «Allah devamlı olarak işiticidir; görücüdür; bilicidir,» olmayıp, Allah, cahil, kör ve sağır değildir, demek olsaydı bunu sarahaten´ifade etmesi daha yerinde olurdu. Çünkü bu ifade şüpheden daha uzaktır. Zira, bir şeye o, cahil değildir; âciz ve sağır da değildir, denmesi caiz olur. Böyle ifade edince; onu, kadirdir, âlimdir, işitici ve görücüdür, diye vasfetmek vacip olmaz. Bunda zikrolunan şeyden başka bir şey olmadığı zaman nefyetme ciheti, anlayışında yarar bulunmayan şeyi anlama yönünden daha yakındır. Bilâkis onda her türlü zarar vardır. Eğer bununla zıtiarı nefyetmekten başka bir şey varid olmuyorsa, o zaman zikrolunan şeyin var olduğunu ifade etmeden, zıtiarı nefyetmek üzere o, sıhhatli ve salimdir; her türlü âfet ve hastalıktan beridir, desin. Bu hususu söylemek caiz olmayınca, zikrettiği şeyden hâsıl olanın açıklanmasında iddia ettiğinin bir vehim olduğu açıklanmış olur.
Sonra, fiillerin birbirini takip ederek en güzel nizam üzere ve en muhkem bir şekilde meydana gelmesi, onları bilmenin ve meydana getirmeye kadir olmanın delilleridir. Yoksa cahil ve aciz olmayana delalet eden deliller değildir. Çünkü bir olanın gayri olanın; vasfettiği şeyle arazların hepsi gibi, kendisinden asla fiil ve tam bir ahenk ve nizam içinde âlemin bulunması husule gelmez. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Onlar, sıfatların isimleri olduklarına göre, sıfatlar kaldırıldığı için onlar da yok olup ortadan kalkarlar. Sıfatlar tahakkuk etmeyince de isimler lâkapların isimleri olurlar. İsimler böyle olunca da o devamlı olarak böyledir demek, lâkabın ezele intikal etmesinden dolayı mânâsı olmayan bir sözden ibaret olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra, işiticidir, bilicidir, demekle, her bilinen ve üzerine kudret cari olanın ezelde işitilmiş olması vacip değildir. Öyle ise, halik sıfatı hakkında da böyle denir. Fakat, eşyanın bulunduğu hal üzere olması için, onun yaratıcısının olması, tıpkı eşyayı büen, ona kadir olan ve benzeri sıfatların kendisinde bulunanın var olması fiilidir. Belirsiz olarak, âlimdir, işiticidir, görücüdür, demekle; belirli olarak, O, âlimdir, o, işiticidir, o görücüdür, demek bir olduğu zaman; O, haliktır demek de böylece bir olur. Bilâkis, eğer telâffuz edilenden «belirsiz olarak yaratıcıdır» olursa, ondan olumlu olarak ifade edilmek suretiyle kadîm olmayı vacip kılmakta belirsiz olarak, «O haliktır» demek daha doğru ve lâyıktır. Görülmüyor mu ki, belirsiz olan vezin gibi, belirsiz olarak ifade edilmek suretiyle «Kıyamet gününün mâliki, ve herşeyin yaratıcısıdır,» denilir. Bu ifadeye her var olan, her hadis olan girer. Halbuki belirli olarak ifade edilen, O, yaratıcıdır, demekte bu husus yoktur, örfte de onun için böyle denmez. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki ; Bu hususta asıl olan odur ki; hakikaten Allah-
idarenin uyumlu olması ve aklın altında[23] vukubulanın çokluğuna rağmen birbirleriyle tezada düşmemeleri, kendisi ile âlemin bilindiği akıl yolu ile elde edilen ilmin delilidir. Duyu organları ile his olunan hiç bir şey yoktur ki, Zâta delâlet etsin. Kendisinden sıfat nefyolunduğu zaman ise, sıfatı tahakkuk ettirilmeksizin Zâtın ispat olunduğunun söylenmesi caiz değildir. Çünkü O, mevcudatın şehadet etmesinin yolu değildir. Doğru oldukları delillerle sabit olan kimselerin, ilim, kudret ve benzeri sıfatlardan zikrolunanlara göre Allah âlimdir, işitici ve görücüdür demeleri de böyledir. Bununla beraber bu isimler gerçekten sıfatların isimleridir.
Sonra, mekânla, çıkmak veyahut girmekle, bitişmek veyahut ayrılmakla, zıddiyet ve benzeri sıfatlarla söylenilenin tedkik ve tahkik edilmeksizin o hallerin zıtlarını nefyetmek için Allah´ın vasfolunması can değildir. îçtima etmek, ayrılmak, hareket etmek ve durmak gibi hususların halleri de böyledir. Onların söyledikleri asla caiz değildir. Tevfik ancak Allah´tandır.
Ebu Mansur (r.h.)[24] diyor ki : Âlemin hadis olduğu sabit olunca onun bulunduğu hal üzere yok iken evvel geçenlerin, sonradan gelenler ile var olması mümkün değildir. Bunun ittifak etmesi ile bilinir ki, âlem, Allah´ın ilmiyle var olmuştur. Sonra his olunan, yani duyu organları ile anlaşılan şey, olmadıkça âlemin hisle bilinmiş olması veyahut kıyas olmayınca âlemden ibret alınması mümkün değildir. Öyle ise Allah´ın, O´nun zâtım bildiği sabit olur. Zâtı bilinen §ey de, ister O´nun bilinmiş olması hazırken olsun, ister gaipken olsun müsavidir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: Bunda asıl olan şudur ki, Allah bilindi fakat hisle değil, kendisi ile bilinen şey de Allah´ın onu bildiğine delildir. Çünkü Allah´ onu öyle bir şekilde yarattı ki, o, kendi varlığına delâlet etti. Sonra onun âlemi bilmesi zâtının gayri olması muhtemel değildir. Çünkü bir gayri yoktur ki, onu var etsin. Sonra o var olan da onun üzerine delil olsun. Öyle ise Allah-
Sonra kendisine bazı şeylerden soruyor ki, onlardan suâl açmanın inatlaşmadan başka bir mânâsı yoktur. İnatlaşmanın hakkı olan cevap da onu menedecek şeyle terbiye etmektir. Yoksa sofistlerin halinden anlattığımız şey gibi delillerle istidlal etmek değil. O, Allah´dan «Allah her şeye kadir değil midir » diye sordu. Kendisine evet diye cevap verdikten sonra devamla şöyle dedi : Allah her geye kadirdir. Hatta Dünyayı yumurtanın içine sokmağa bile kadirdir. Bunun üzerine bunda bir tenakuz bulunduğunu öne sürdü. Çünkü bunda yumurtayı dünyadan daha geniş kıldı. Halbuki yumurta dünyadan daha dardır. Çünkü o, dünyadan bir cüz´dür. En küçük ve en büyük olan hakkında yapılan b te´vil de böyledir.
Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bunun cevabı bizim katımızda şöyle ifade edilir : O, bu sözü ile yumurtayı dünyanın bir kısmını teşkil ettiğini söyledi ki, bu da mümkün değildir. Çünkü bunda cüz olanın kül olana dönüşmesi vardır ve kül olanın da halinde hiç bir değişiklik olmadan cüz olmaya dönüşmesi bulunur ki, bu da tenakuz teşkil eder. Eğer yumurta ve yumurtanın gayri ile dünyadan olduğunu ve dünyanın içinde kılındıklarını murad ediyorsa bu, iki vecih üzere mütalaa edilir : Birincisi, her ikisinin kendi hali ile olmalarıdır. Bunu, Muhammed bin Şebib´in zikrettiği şeye havale etti. Eğer bununla söylediği şeyi küçültmek veyahut yumurtayı genişletmek —ta ki yumurta genişlenip dünya oraya sığsın— murad etti ise, bilsin ki Allah-
Kitabın sahibi, mu´tezilenin benimsediği yolu benimsiyor. Mu´tezi-
Sonra kendisine şu soruyu soruyor : Allah, kendisi gibisini yaratmağa kadirdir. Bu ise, mümkün değildir, diye cevap veriyor. Çünkü bunda yaratılmış olmayı icabettirme vardır. Halbuki yaratılmış olan, sonradan var olmuş hadistir, Allah ise kadîmdir. Öyle ise Allah´ın mislinin olması bâtıldır, mümkün değildir. Kudretten sorduğu şey de mümkün olmama bakımından birinci gibidir. Ve yine diyor ki : Bu görüşte yaratılmış olanın ispat edilmesi vardır. O ise, cisim olup san´atmm eserleri kendisinde bulunması veyahut araz olup kendi nefsi ile kâim olmamasından hâli kalmaz. Kendi nefsi ise kendisinin hadis olduğuna delâlet etmektedir. O ise, yani Allah ise, bunlardan birisi gibi değildir. Ve yine diyor ki : Her sonradan var olan, yok olma ihtimali ile karşı karşıya bulunur. Allah-
Şeyh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Geçen hususları düşünen kimse, soruyu soranın, aklın idrak etmesi mümkün olan şeyde fikir beyan etme yollarından ne kadar uzaklaştığını ve altından kalkarmyacak kadar büyük sorular sorduğunu anlar. Çünkü O, «Allah, kendi gibisini yaratmağa kadirdir,» diye soruyor. Ve devamla şöyle diyor : Allah gibisi olan, ne cisim olur, ne araz ve ne de sonradan var olan hadis.[25] Onun yok olma ihtimali de yoktur. Çünkü ondan bîr şey olsaydı, O´nun misli olmazdı. Ayrıca şöyle soruyor : Zikrettiği şey, nasıl baki kalır O´nun zikrettiği şey, nefyettiği şeyin olması hakkında var olanın kısımlarıdır. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Biz, mu´tezileye cevap verirken bundan daha açık seçik olanı ifa-
Sonra, bizim mezhebimizde konuya intikal etmek daha kolaydır. Şöyle ki; gerçekten Allah-
îstersen şöyle de diyebilirsin : Bu soru, tenakuz teşkil etmektedir. Çünkü O, Allah, kendi misli olanı yaratmağa kadirdir, diyor ve O´nun misli de mahlûk olmaz diyor. Güya o, şöyle demektedir : Allah, mahlû-
Esas olarak ifade edilir ki, şüphesiz Allah-
Hakikaten, onun öne sürdüğü, fikir yönünden sözü tenakuz teşkil etmektedir. Çünkü o, meydana getirilmekten bahsediyor. Böylece Allah´ı «var olunmuş» yapıyor. Oysa, kendisiyle meydana geldiği şeyin ortadan kaldırılmasıyla, «var edenin», «var olunmuş» olması mümkün değildir. Çünkü bu, onun da zeval bulması demektir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra onların ifade ettiklerine göre : Allah, yaratıcı değildi, sonra yaratıcı oldu. Bu yönden, Allah´ı, kendisi ile yaratıcı olduğu kudretin altına sokmuş olmaktadır. Öyle ise böyle olmayanın bulunmasının caiz olduğunu nasıl inkâr ediyor Böylece Allah az önce zikredildiği gibi yaratıcı olmuş olur. Tıpkı O´nun, böylece başkasını yaratmış olduğu gibi. Yardım ancak Allah´tandır.
Sonra Alîah´dan sorup göyle dedi : Allah, eşyayı yaratmazdan önce onları yaratmağa kadir miydi Bu soruya, evet, demek suretiyle bâtıl olaıî görüsünü ısrarla savundu. Delili olarak da âciz olanın bulunmasının memnu olduğunu öne sürdü. Bu hususta O´nun kudretini, meydana getiren birinin varlığına delâlet etmiş oldu. Allah-
Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : O´na cevap olarak şöyle denir : Allah, kendisine ânz olan kudretle değil, binefsihî kadirdir. Siz, nasıl oluyor da, Allah´ın, kulların hareketlerinin ve sükûnetlerinin onları bu fiillerine kadir kılmak suretiyle bunları yaratmaya kadir olduğunu iddia ediyorsunuz Allah, kullarını kendi fiillerini yapmaya kadir kıldığı vakitte kendisindeki o fiiller üzerinde olan kudreti yok olmuş olur. Ancak onlardan kuvveti alması müstesna. Bu ise kudreti zât ile veyahut arazlarla vasfetmektir. Kimin ki vasfı bu olursa, ondan fiil meydana gelmediğinde onun kuvvet ve kudret sahibi olduğunu söylemek mümkün değildir. Kudretinin zeval bulması muhtemel olan şey ise onların mezhebine göre bizatihî kudret sahibi olduğunu söylemek mümkün değildir.
Ben, gerçekten her nekadar mu´tezilenin sözlerini zikretmeğe kendimde bir ihtiyaç hissetmedimse de, düşünen kimsenin onların mezhebi üzerine dinsizlerin itirazlarını reddetme ve tevhidi ispat etmenin yolunun bulunmadığını ve tevhîd hakkında gerçek ve hak olan fikir ve sözlerin onların gayrinin sözleri olduğunu bilmesi için mu´tezilenin-
Sonra şöyle iddiada bulunarak yine bâtıl fikrini yaymaya çalıştı : Gerçekten her kadir olanın fiili24 kudretine sebkat etmiştir.[26] Bu ise, başkası ile kadir olan ve fiilinin başkası ile meydana geldiği kimsenin vasfıdır. O, bir halden bir hale girer. O´nun zâtı yok olmayı ve istihaleyi kabul eder. Allah-
Sonra Allah-
Ebu Mansur (r.h.) der ki : Biz, gerçekten geçen mevzularda bu görüşe cevap teşkil edecek hususları beyan etmiş bulunmaktayız. Oysa ki illetten suâl etmek mümkün değildir. Çünkü o, üzerinde saltanatı bulunan biri için olur. Veyahut fiili hikmetin dışına çıkar da ondan sorarız Sonra Allah-
Onun; Allah, mahlûkatı, onların yaran ve kendi menfaati için yarattı, sözü yukarıda zikredildiği gibi cevaptan çok uzak bir sözdük Çünkü o, eşyanın yaratılmasından sordu. Onun zikretmiş olduğu kimse de eşyanın cümlesinden bir sınıftır. îşte bu husustur ki, onun ortaya attığı bâtıl olan ve fakat bâtıl olduğu kadar da büyük olan görüşlerinden kaçınmasını icabettirdi. Kaderiye mezhebinden olanların kulların fiillerinin yaratılması hakkında sordukları şeydeki durumları da, böyledir. Çünkü onlar, bu hususlara cevap vermede işi küfre ve isyana götürürler ki bu da fasittir. Çünkü bunun anlaşılmasının yolu nakli değildir. îlki ise aklî delil ile ortaya atılan vasıftır.
Aîlâme Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bize göre, esas olan şudur ki, gerçekten yüce olan Allah, hiç bir mahlûku yaratmadı ki, onun üzerinde nimetinin eseri açıkça belli olmasın. Ve mahlûkatmdaki cömertliğinin delilleri ayan beyan olmasın. Bu ise Allah-
Allah-
Sonra söyle demek caizdir : Çünkü Allah, bizatihi cömerttir; bizatihi Kadirdir ve bizatihi Âlimdir. O, mahlûkatı ile mahlûkatına in´âm etmek suretiyle cömertliğini izhar eder. Çünkü onu yaratan kendisidir. O, nimetlerini varetmeğe, onları açığa vurmaya kadirdir. Bizce bu suâlin esası, temelinden bâtıl ve fasid olmasıdır. Çünkü o, fiilin zâtın kendisinden ibaret olduğunu söylemiştir. O, fiili ile ezelde mevsuftur. Bundan sormak ise tıpkı onun bilen bir Rab olmadığını sormak gibidir. Kuvvet ancak Allah´tandır. [29]
Mes´ele (Îlim Ve Nazarı Reddetme)
Bir grup insan der ki : Bakmayı terketraek daha doğru ve kurtuluş yoludur. Çünkü bakan kimse hakkı elde etmekten emin olmaz. Sonra bakmakta kendi nefsine delil kapısını açmış olur ki, eğer ondan kaçınmış olursa helak olmaktan emin olur. Eğer o olmasaydı sandığı şeye varmak için kendisine yol açılmazdı. Veyahut Allah´a delil getirmek için kendisini ilzam eden bir bâtıl ile karşı kargıya bulunmazdı. İşte bu bakımdandır ki, helâktan emin olmak için bakmaktan imtina eder. Çünkü düşünmek, bahsetmekle gerçek olanın kendisine açılan ve görülen hususun olduğunu bilmeye mecbur kıldığı şeyi murad etmeyi intaç eder. Bununla beraber Rahman olan Allah´ı hatırlama işinde şek ve şüpheye düştüğü gibi şeytanı hatırlamaktan da kaçınır. Bakmak ve bahsi terketmekte bu hususlardan emin olmak vardır. Çünkü kendisine ayırt etmesi lâzım gelen bir şey inkişaf etmemiştir. Ve kendisini talep etmeğe sevkedecek bir şeyi de zihninde düşünmemiştir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Bakmak ve bahsetmeyi lüzumlu gören kimse şöyle der : Bu hususu terketmekte muhakkak ve imkânsız olarak helak olma vardır. Çünkü bakmanın lüzumlu olması onun bakmasının tekaddüm etmesinin akabinde değil, bilâkis bakma ve bahsetmenin vaki olduğu şeyin ardmca-
Bununla beraber, şehevî isteklerden kendisinin yaratılmış olduğu şeyi, istemediği hususlardan kendisine isabetini istemediğinden, nefsinin lezzetli şeylere kendisini sevk edecek ve kendisine elem, keder getirecek hususu bilmemesi, kendisini böyle kılan şeyle kendi haline bakmağa mecbur kılar. Veyahut, ebediyyen kendisi böyle mi idi Yahut hangi yönden ve ne şekilde kendisi böyle olmuştur diye bakmak zorunda kalır. Kendi gelişme ve oluşmasını bilmesi için, kendi hallerine bakmayı terketmesini menedecek bazı düşünce ve anılardan hâli kalmaz. Kendisinde bulunan hususun, kendisinde bulunmasının sebebini yahut kendisindeki bu hallerin kiminle idare olunduğunu bilmesi için bakar. Bununla beraber, kendi salâhını veya fesada uğramasını meydana getiren hususu kendisinde bulunan nimetleri, kendisinden zararlı olan şeylerin reddedilmesini, muhakkak bilmesi gerekir. Bunların hepsinde bakma mecburiyeti ve delilin lâzım olması ciheti bulunmaktadır. Tevfik Allah´tandır.
Bununla beraber yakınen bilir ki, kendisini kaplayan bu bakmayı terk etme işi şeytanın vesvesesinin ta kendisidir. Zira bu şeytanın işidir ki, şeytan bununla onu, aklının semeresinden faydalanmaktan engeller; ve kendi nezdinde bulunan iyi fırsatlara kavuşturacak, istediğini elde edecek olan güvencesini sarsar. Bunun bir vakıa olduğunun delili, eşyayı düşünmek için akim kullanılması sonuçlardan ve başlangıçlardan gizli olan hususları bilmesi için olmasıdır. Sonra kendisine, onların hadis olduğuna ve o hadislerin de bir muhdisi bulunduğuna delâlet eden[31] şey, kendisini nefsin şehevî, isteklerini yerine getirmekten meneder ve onun gerçekten Şeytanın vesvesesi ve işi olduğunu bildirir. Oysa ki azalardan biri ni kendilerinde bulunan faydalardan alakoymak ve faydalanmayı ihmal etmek caiz olmadığı gibi, onları amellerinden jmenetmek de asla doğru değildir. Bilakis azaları, zararlı yönlerden menetmek, onları faydalı yerlerde kullanmak vacibtir. Öyle ise, zarar ve menfaatlerin kendileriyle bilinen akıl ve bakmanın ihmal edilmemeleri, muhakkak ki daha doğru ve daha evlâdır. Bununla beraber, kendisine anlama ve hatırlama geldiği zaman bakan üç hasletten hâli kalmaz :
1-
2-
Eğer «Allah-
Eğer dese ki : Dünyada kulun efendisine : «Benim işimin seni öfkelendireceğini bilmiyordum. Eğer ben bunu bilseydim yaptığım işten mutlaka kendimi menederim,» demesi en kabul olan ve en geçerli özür olunca, b.u husus Allah´ın hikmetinde niçin kabul olunmuyor. Bu soruya cevap olarak denir ki :
Bu ancak bizim aramızda güzel görülen husustur. Çünkü kendi aleyhinde delil olarak bilinen şey bu sözü ile ortadan kalkar. Amma Allah-
Fakih Ebu Mansur (r.h.) şöyle diyor : Bu mevzuda asıl olan şudur ki : Hakikaten Allah´ı ve Onun emrini bilme arazdır. O, ancak delil ile idrak edilir. Allah-
Bununla beraber, biz açıklamıştık ki, gerçekten zaruret onu, kendi hallerinden, azalarından, yararlı ve zararlı gördüğü şeye bakmasına ve onları düşünmesine zorlar. Çünkü zararlı bilmemekte felâket vardır. Onları bilmesinde ise kurtuluşu bulunmaktadır. Yararlı olanlarla salâh bulması olduğunu bilmesi, kendisinin bilmeğe mecbur olduğu hallerden zik-
(İbni Şebib´in Cisimlerin Hadis Olması Hakkındaki Münakaşası)
Muhammed bin Şebib cisimlerin hadis olduğu hakkında şu delili öne sürüyor : Diyor ki, cisimler bir yerde durmaktan ibaret olan sükûnetten ve göçüp intikal etmekten[35] ibaret olan hareketten hâli kalmaz. Bunların her ikisi de[36] mekân itibariyle birinin diğerine tekaddüm etmesiyle muhtelif olmaları bakımından sonradan var olan hadislerdir. Gerçekten bunların birinde hadis olma sabit olmuştur. Eğer bu hususun iki cisimden birine madde ismi verilirse o zaman onun hakkında o madde nerede meydana geldi denir. Bizim ifade ettiğimiz şeklin gayrinde hadis olmasında cismin zeval bulması ile ilk görünen yerin haricinde var olduğu bilinir. Cisimdeki bu zaruri meydana gelen intikal ile his olunmayan bir hareketin varlığını bilmiş oluyoruz. Çünkü his olunan şeyin durumunda bir değişiklik bulunduğunu görüyoruz. Bunnla ilk mekânda, şeyin bir yerde bulunduğunu ve ikinci mekâna intikal ettiğini anlıyoruz. Birinci halindeki mekâna olan isnadından ayrılma hali hareket oluyor. Cisme olan münasebeti ve mübayenetsizliği ile hareketin vasfolunmadiğı şey • bakımından ikinci halinde intikal oluyor. Zira, bu cismin hakkıdır. Sonra Amr´m, birinci mekânın gayrinde bulunması bakımından ve Zeyd´in yanında olmadığı için birinci mekândan Zeyd´in hareket etmesi Amr´m hareket etmesinden daha evlâdır. Çünkü O, mekânda Amr´ın bulunması düşünülemez.
Buna itiraz eden kimse «o hareket nasıldır » diye cevap vererek göyle diyor : Çünkü o hareket sizin fi´linizdir. Ondan önce kendi fi´linin keyfiyeti bilinmiyor. Siz, mukayese etmek suretiyle onunla harekete nasıl ve niçin delil getirdiniz
Bu hususa söyle cevap veriliyor : Tekaddüm ve teahhürün keyfiyetinden bilinen ancak bizim fi´limiz olandır. Yoksa onun bize nisbetle başka varlık olmasının bilinmesi değildir. Biz, delili onun başka varlık olduğuna dair ikâme etmiştik. Görmez misin ki, gerçekten bir grup insan cisme tekaddüm ve teahhürü ispat etmelerine rağmen, cismen başka bir varhk olmasını inkâr etmişlerdir. Sonra zikrolunan hususun hadis olduğu sabit olunca, ki, cisim onu sebkat etmez. Cismin de hadis olduğu sabit olur.
Şeyh Ebu Mahsur (r.h.) diyor ki : Bu ibare öyle bir ifadedir ki, tev-
Sonra onun, hareketin cisim olduğunu söylemesine itiraz edildi ve denildi ki; ona, cismin kadîm olduğunu kim söylüyor, diye kim sormuştur Çünkü hareket his ile hadis olan şeydir. İntikal hususunda şöyle dîyor : Birinci mekânda cisim olur. Ancak[37] birbirine girme durumu müstesna. Birbirine girme de intikal için başka bir hareketin bulunması gerekmektedir ki, o da cismin gayri olur. Bununla beraber eğer ikincisi girmiş olsaydı cisimlerin sonsuz olarak birbirlerine girmeleri gerekirdi. Eğer bu da caiz olmuş olsaydı, dünyanın, onun yumurtasına girmiş olması caiz olurdu. Bunun aynısı ile birbirleriyle karşılama hakkında cevap vermiştir ki, bunların hepsi hiç bir yararı olmaksızın meseleyi uzatmaktır. Eğer insaf edip düşünmüş olsaydı onu delilinden menedecek şeyi bulurdu ki, o da şöyle demesidir : Cisim, ilk halinde ne hareket edicidir ve ne de durucudur. Böyle demesi ile zikrolunan şeyden cismi hâli kılmış olurdu. Bu sözde ise vasfettiği şey sebkat etmektir. Fakat cismin kadîm olduğunu söyîiyen kimse için cismin ilk hali sabit olmaz. Çünkü bu sözde cismin hadis olması ifade edilir ve böylece vasfolunan husus kendisine lâzım gelir. Tevfik Allah´tandır.
Cismin hareketsiz olmasının, cismin gayrinde bir manâ olduğuna şû söz ile istidlal etmiştir. «O, şu evdedir» denildiğinde, eğer cisim ve evden başka bir şey olmazsa evin gayrinde[38] mevcut olmadığı sabit olur idi. Halbuki ev bulunmaktadır.[39] O, evde var olmakla mevsuf değildir.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu açıkça bilinen bir şeydir. O´nu kimse sormaz. Zira onun hareketsiz olması, kendisinden cisim olma hususiyeti zail olmaksızın hareketi anında yok olur. Böylece onun başka olduğu sabit olur[40]. Sonra şu görüşü öne süren kimseye cevap verdi : Belki onunla beraber bulunan hareketsizliği bulunduğu mekânda idi. Bununla beraber onun mekânda hareketsiz kalma müddeti fazlalık ve noksanlıkla ifade edilebilir. Öyle ise orada ilk hareketsizlikten başka bir şeyin bulunduğu sabit olur. Buna verdiği cevap şundan ibarettir : Bu da, birincisi gibidir, ondan kimse sormaz. Evet, bunun cevabını tekrarlıya-
Sonra bu nevi de olağanüstü uzun uzadıya kelâmda bulunmuştur ki ben, kendisinde yarar görmediğim hususu terkettim[41]. Onun, sükûn ve hareketin, başka varlık olduklarına delil olarak öne sürdüğü şeyde onlardan her birerlerinin, diğerinin yerine kâim olmasının caiz olduğu hususu göze çarpmaktadır. Sükûn ve hareketin başka başka varlık olmaları mu´tezile mezhebinin çoğunluğunun ifade ettiği beka olmaksızın baki kılma sözünü çürütmektedir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra kendisine itiraz eden kimseye benim, cisimlerin ebediyyen hâli kalmıyacağı hususlardan zikrettiğim şeyle cevap verdi. Ve onun caiz olmadığını iddia etti. Çünkü hepsi için yok olmanın şart olması sabit olmaz ki, bunda kendisinden gayri olan bulunmasın. Bunda ise var olmanın batıl olması görülmektedir. Eve girme gibi zikri geçen hususla istidlal etmiştir.
Bununla beraber uçan kimsenin uçuşunda aralarında bir yönden bir metre bulunduğu halde her ikisinin uçuşta müsâvî olduğunu iddia etmiştir. Onların evveliyetleri için bir nihayet bulunmaksızın böyle olmaları imkân ve ihtimal dahilinde değildir. Çünkü nihayetin kalkması, yükselme ile içtima etmelerini icabeder. Halbuki birbirlerinden üstünlükleri bulunmaktadır. Ve eşyanın ağır olma, hafif olma, sıcak olma, soğuk olma, ve benzerleri gibi birbirlerine zıt olmanın sabit olması ile delil getirmiştir. .Gerçekten bir şeyin bir şeyden evveli olmaksızın meydana geldiğinin fasid olduğu sabit olmuştur. Sonra birbirlerine zıt olmanın tabiatında birbirinden kaçışma vardır. Bunda birbirinden uzaklaşma vardır. Özellikle bunların öne sürdükleri fikirlerde. Çünkü, bu fikirleri benimseyen kimselerin sözünde birbirine zıt olan iki uyumsuz varlık sonradan imtizaç ettiler. Ve ikisi de birbirine zıt düştüler[42]. Böyle olanların zikrolunan şeyle içtima etmeleri caiz değildir. Bununla beraber onlar, tabiatîeri ile birbirlerine benzemezler. Eğer zikrolunan tabiatlerinden çıkmaları caiz olsaydı, soğutucunun ısıtıcı, ısıtıcının da soğutucu olması caiz olurdu. Ve eğer bu caiz olsaydı, kendi bakî kalma tabiatlarından çıkmaları için fanî olmaları caiz olurdu. Bunların batıl ve fasid olduğu anlaşılınca, tevhid ehlinin bunların arasını birleştiren, birbiriyle uyumlu olmalarını sağlıyan bir âlim olan müdebbirin var olduğu hakkındaki sözü gerçeklik kazanmıştır. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz deriz ki -
Bu husus ziya ve karanlık iki asıldır, diyen kimsenin görüşünü iptal eder. Çünkü ziya, diğerinin hükmü altında vaki olması bakımından cahildir. Karanlık da âmelinden menolunması bakımından da cahil olur-
Ve yine iki ilâh görüşünü öne süren kimselerin sözü, onlardan her birinin bir taraftan son bulmaları ve diğer taraflardan da kaldırılmalarını ifade eder. Eğer kaldırılmak kadîm olmanın delili olursa, sınır yönünden hadis olması lâzım olur. Eğer kaldırılması kadîm olduğuna delil olmazsa hepsinin hadis olması gerekir. Bununla beraber eğer ziya, kendi son bulan cüzünü düşmanının elinden sonsuz olan cüzleri ile kurtaramaz-
Hakikaten iki olan her ilâhın biri eğer cisim olursa, veyahut ta araz olursa bir mekânda bulunması mutlak lâzımdır. Eğer araz olursa, cisimden ayrılması onun yok olmasını icabettirir. Eğer cisim olursa ya onlardan her birinin mekânının kendi cevherinden olur. Böylece kendi haline zıt olan şeyde bulunmaz. Tıpkı karada su; gecede de gündüz görünmediği gibi. Eğer kendi cevherinin gayrinden ise o zaman hayrı şer ile şerri de hayır ile bir arada bulundurmuştur ki, bu da sayı ile ifade ettikleri fikirlerindeki dayandıklan noktanın aksini ve zattım ortaya koyar. Kuvvet ancak Allah´tandır. [44]
(Dehrîlerin Sözleri Ve Sözlerinin Batıl Olmasının Beyan Edilmesi)
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra biz, dehrîlerin mezheplerinin zahir olması için ibni Şebib ve diğerlerinin zikrettikleri fikir ve görüşlerini zikrederiz. Çünkü onların mezheplerinin açıklanması, mezheplerinin fasit olduğunu ifade eden delillerden biridir. Ve sonra, bununla, onların âlemin toprağının kadîm olması hakkmda ittifak ettikleri ve fakat âlemin meydana gelmesindeki sanat eserinin kadim ve hadis olması hak-
AUame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: Onların Örnek olarak zikrettikleri şey hakkında ifade ettikleri bu hususu düşünen kimse, onu[46], tev-
Yine böylece yemeklerden muhtelif olanları görür ki, bir renk ve bir tabiat üzere olur ve tuzlu, yahut ekşi veyahut acı veyahut tadsız olmak gibi yemekten bir nevi üzere meydana çıkmış olur ki, bunlarla hiç biri ile yukarıdaki hususlardan birine örnek verilmez. Böyle olunca onun her şeyi sebebsiz olarak dilediği hususta yaratmasına malik olan kimsenin icadı ile olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Oysaki gerçekten bu tabiatlar cevher veya araz olmaktan hâli kalmazlar. Eğer cevherler idilerse onlar, kendilerine gelen arazlar ile ihtilâftan zikrolunan şey üzere bulunmuş olurlar ki, o ihtilâfları da içtima ve birbirinden ayrılmadan ibarettir. Eğer o içtima ile ayrılma olmamış olsaydı, her cevher, arazlardan ayrı bulunmuş olurdu. Kendilerinde karışımın toplanması ile beraber cevherlerin ihtilâf etmeleri, kendilerine arazların galebe çaldığına delâlet eder ve o, arazlardır ki, cevherleri bir halden başka bir hale götürür. Sonra arazlar, ne kendi nefisleri ile kaim olurlar ve ne de eşyada menolunurlar. öyle ise arazlar, eşyadaki bu işlerini böyle yapacaklarını bilen kimsenin emri ile ve yaratması ile yapmışlardır. Bunun da birisinin ilmi ile olması ancak o cevherlerin[48] o arazlara ihtimali olmalarının salih kılmaya mâlik olan kimse ile olması caiz olur. Bunun gibisini bilmek de ancak böylece kılan kimseyle olması mümkün olur. îşte bu hususlarla hiç bir şeyin kendisine gizli olmıyan ve dilediğini yapması kendisine güç gelmiyen, kadir olan ve âlim olan bir vahidin bulunduğunu söylemek lâzım gelir.
Eğer tabiatler araz olmuş olsalardı, onların kendi nefisleri ile var olmaları ve kendiliklerinden kâim olmaları mümkün olmazdı. Bunun içindir ki, kadîm olan bir mucidin bulunduğunu söylemek gerekir.. Bununla beraber kendisinde bulunan şeyi icadetmesiyle beraber ki onunla var olmanın hududuna girer. Oysaki arazların hadis olmasının kendisinde menettiğimiz şeylerden değildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra şu bilinen bir gerçektir ki, o tabiatlar birbirlerine zıt olan şeylerdir. Birbirlerine zıt olanlar da birbirlerini reddetme hakkına sahiptirler, işte bu noktada tefrika, yani birbirinden ayrılma hasıl olur. Tefrikada ise param parça olup yok olmak vardır. Binaenaleyh, eşyanın asıllarının kendi nefisleri ile var olmaları ve kendi kendilerine zikrolu-
Bir grup insanlar, bu görüşün aynısını ifade ettiler. Ancak onlar, tabiatın cinslerinde bilecekleri adetlerin olmadığını iddia ederek onların hepsi, eşyanın sağdan esen, soldan esen batı yeli[50] ve doğu rüzgârı, yukarıdan esen olsun, aşağıdan esen olsun, bunların hepsinin kadim olduğunu söylediler.
Müneccimlerden bir grup şu iddiada bulunuyor : Gerçekten yıldızlar, devamlı olarak âlemin işini idare ederler. Yıldızlar, âlemle ilişki halindedirler. Âlem, yıldızlarla saadet bulur. Âlemin ihtilâf etmesi, yıldızlardan âlemle ilişkisi olanın ihtilâf etmesiyle olur. Bu tıpkı, kumaş dokuyanın tezgâhında bulunan iğnelerin üst kısmındaki deliklerinden geçirilen ipliklerin tarağın kaldırılıp yerleştirilmesiyle (veya dokuma makina-
Onlar şu iddiada da bulundular : Gerçekten cisimler, kadîmdirler. Onlar, araz değillerdir. Hareketler ise, kendileri için nihayet olmıyan vr hadis olan arazlardır. Böylece âlemin tümünün işini mecburî olarak meydana geldiğini söylediler. Ve yıldızlar, gökler, içtima etme ve birbirinden ayrılma bakımından böylece olduğunu ileri sürdüler. Yıldızlar hakkında da aynısını ifade ederiz, dediler. Tevfik ancak Allah´tandır.
Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: Hareketlerin nihayetsiz olmasının ifade edilmesi hususunda biz, geçen konularda onun fasid ve batıl olduğunu açıkladık. Bununla beraber hareketin bitmesinin hareketlerden geçen hususun sonucu olmasından başka bir şey olmadığında şüphe yoktur. Hatta bundan sonra geçen hareketlerden bir şey bulunmaz. Hareketin bitmesinin ve onun sonucunun yok olması sabit olduğu zaman kendisinde başlangıcın nihayet bulması tasavvur olunmayan şeyden dolayı bitmenin nihayet bulması caiz değildir. Bunun içindir ki, hareketin başlangıcının bulunması sabit olmuştur.
Ve sonra biz, cevherlerin hepsinin sınırlarının birbirlerine benzemez bir durumda gözümüzle görmüş bulunuyoruz ki, onların zikrolun-
Onun batıl olmasında da görünenin ve´ hissolunanm aksi vukubuldu-
Bunların hepsi ile mevcudatın kadîm olduğunu ve arazların dışında olmadığını söyHyenlerin tümünün sözlerini nakleder, çürütürüz. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Ve bunun misli ile, de tabiat felsefesini benimsiyenlerin görüşlerini çürütmek için ifade-
Sonra her iki fırkanın tümüne şöyle denir : Siz, âlemin böyle olduğunu ne ile bildiniz Eğer bu hususta nakli delîl olduğunu ve işiterek bildiklerini iddia ederlerse, onlara sadık olan delillerle gelen kimselerden varid olan nakli delillerle itiraz edilir. Onlar, gerçekten tasdik olunmaya lâyık kimselerdir ki, onlar da peygamberlerdir. Eğer sözlerini ispat et mek için getirdikleri delillerin his ve mevcudat olduğunu iddia ederlerse, onların kendilerini kendi ilimleri yalanlamıştır. Çünkü onlar, kendilerinin kadîm olduklarını söylemezler ve yıldızların ve tabiatın âlemi icad ve idare ettiklerine de şahit olmamışlardır. Eğer onlar müşahede ettikleri ile istidlal etmeğe dönerlerse, onların müşahede ettikleri husuflardan yıldızların icadedip idare ettiklerine delil teşkil edecek ve tabiat^ kadîm olduğunu ve âlemdeki tabiatların birbiriyle imtizacından âlemin meydana geldiğini ifade edecek bir şey yoktur. Bilakis iki fırkanın tümünün sözleri ters yüz edilirse varlığa daha yakın ve istidlalde daha gerçek olurdu. Tabiatların işine gelince, gerçekte varlıkta mütalâa ediidiği vakitte eğer deprenmek ve hareket etme çoğalırsa, deprenen ve hareket edenin kendisinde hararet meydana gelir. Hareketsizlik ve karar kılmanın çoğalması da rutubeti intaç eder. Öyle ise tabiatların kendileri âlemin hallerinden meydana gelenlerin kendileridir. Yoksa âlemin onlardan meydana gelmesi değil, bu ise duyu organlarına hak olan hususa daha yalandır.
Onların hasımlarının kendilerini yalanladıkları hususlardaki sözleri de böylecedir. Öyle ise bu karşılıklı yalanlama ve tenakuz bu müdebbirden olmuş olur. Tedbiri bu olan kimse de, nıufsidin tâ kendisidir. Kadir olup söylediği sözün kendinden söylemiş olmadığı da bundan anla, -
Eğer hallerin hepsi, yıldızlara terkedilmiş olsaydı, hiç bir kimse korktuğu için yemeği, içmeyi terketmez idi. Ve onlara da istek ile yönelmez-
Sonra soğutmak[55], ısıtmak, şer ve hayır gibi tabiat sahibi olanlardan muhtelif fiiller ve hallerin çıkması ile var olmaları mümkün değildir. Öyle ise, ondan tabiat sahibi olan bir şeyin asimin olmadığı sabit olur. Fakat bunlardan her şeyin o hal üzere kılınması, âlim ve hâkim olan Allah´ın yaratması ve var etmesiyle olur. Eğer fiiller çarpmakla olsaydı, onun kafasına çarpmış olduğu gibi failin imtina´ etmesiyle olmazdı. Ve aynı zamanda evin üstünden düşen ve iplerle bağlanan gibi de olmazdı. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Varlıkta ise, gu bir hakikattir ki, gerçekten felç olmuş olan kendisine gelen husustan kaçınılması mümkün olmadığını bilir. Âma ve her felce uğrayan âlete muhtaç kişi de böyledir. Sonra o, o afetlerin gitmesini ve o hallerin yerine aksi olan halin yerleşmesinin mümkün olduğunu bilir. Öyle ise bununla âlemin hepsinde mecburi olmayı ifade etmek yalandan ibaret olduğu sabit olur.
Ve bir sınıf insanlar şu iddiada bulunuyor : Gerçekten âlemin toprağı kadîm idi ve ona «heyûlâ» ismi verildi. O «heyûlâ» ile beraber kuvvet vardı ki o, kuvvet sifatiyle daim olur. Onun ne uzunluğu vardır[56] ve ne de genişliği. Ne derinliği var, ne de ölçüsü ve ne de mesahası. Onun rengi yoktur, tadı da yoktur, kokusu da bulunmaz. O, yumuşak olmadığı gibi katı da değildi. Ne sıcaktır, ne soğuk ve ne de yaş. Kendisinde hareket ve sükûnet bulunmaz. Onunla beraber arazlardan evveliyatında hiç bir şey bulunmaz. Çünkü orada ona heyûlâ, diye isim verildi. Heyûlâ, kendisinde bulunan ihtiyariyle değil, kendi tabiatı ile kuvvete dönüşmüştür. Ve bu arazlar da meydana gelmiştir.
Sonra şöyle denilir : Feleğin, yani, semânın deprenmesi, yıldızların hareket etmesi, içtima ve ayrılma halleri ile değişik hallere girmesi gerçekten yerlerin ve yerde bulunan sular ve denizler ve ağaçların çeşitlerinden olan hususların hallerinin değişikliğe uğraması ile olur. Buharı yukarı çıkan ayrılığın cevheri veyahut o, cevheri ile beraber ateş ve hakiki cevherler gibidir ki, bununla yıldızların halleri değişikliğe uğrar. Öyle ise bu zikrolunan hususun böyle olması daha doğru ve gerçektir. Çünkü o, görmeye daha yakın ve bizden gaip olan için yani göremediğimiz hususlar için delil olmaya daha lâyık ve evlâdır. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra onlar tabiatçılarm ifade ettikleri hususlar ile konuşup fikirlerini öne sürmeğe çalıştılar. Şöyle ki: Gerçekten o yaratıcının[57] fi´Ii hakikaten kendi nezdindeki ilmi ve kudreti ile muhkem ve mükemmel olarak meydana çıkmıştır. Eğer o olmamış olsaydı zikrettiğim hususun hasıl olmasının ihtimali bulunmazdı. Çünkü o, tedbirden geçen şey ile bunu doğrultmuştur ve muhkem olarak meydana getirmiştir. îşte yıldızların durumu da bunun gibidir. Eğer onun dediği gibi olsaydı o, meydana gelmiş olması onu var eden âlim ve hakim olanın tedbiri ile olurdu.[58] Eğer tedbir ve var etme onlarda[59] yani yıldızlarda olmuş olsaydı onların seyretmekle kendilerini yormaları[60] ve devamlı olarak hareket etmeleri ile de kendilerine eza vermeleri muhtemel olmazdı. Zira görünen âlemde dirilerin hali boylecedir. Gerçekten o haller kendilerini yorar ve elem verir. Veyahut ta onun Ölülerden olması gerekir ki, kumaş hikâyesinde zikrettiğimiz şeyde olduğu gibi, kendisinden gayrinin icad ve idaresi ile olurdu. Oysa ki şu husus bilinmektedir ki, eğer bunun üzerine kendisini yormadan kadir olmuş olsaydı, onların hepsinin âlim, hâkim ve ganî olanın icad ve idaresi iledir. Onların hepsini zikrolunan hususlarda kullandığını bilmesi için onu kendisine seçmiş olurdu. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra eğer bîzim âlemimizde, âlemin zikrolunan hususların icad ve idaresi ile söylemek caiz olmuş olsaydı, onun aynısının zikrettiği kimseler de kendisinden yüksek olanın idaresi ile olduğu ifade edilmesi de caiz olurdu. Kendisi için sonuç olmayan şey de böylecedir. Bunda ise yıldızların icad ve idaresi hakkında söyledikleri sözlerin batıl olduğu görülmektedir. Yahut bir sonuca rücu´ eder ki, onda da eşyadan nihayetin kaldırılması hakkındaki sözlerinin fasid olduğu belirlenir. Bu hususların bir olana isnad edilmesini söylemenin icabetmesi zikrolunanlann hepsinin icad ve idaresine rücu eder ki, o da her, kendisinde nihayet bulan şeyden mukadder olan işlerin akıbetlerini bilenin kendisidir. Şu kadar var ki gerçekten onlar, ifade ettikleri bu sözleri ile onların bu konuda biz sözlerini bulunmadığını ikrar etmişlerdir. Çünkü onlar kendilerinin ihtiyar sahibi olmadıklarını ve fakat onlar söyledikleri sözü ifadeye mecbur olduklarını öne sürmüşlerdir.
Sonra ona cevher ismi verildi ki o, bir cevherdir ve o cevher de âlemin cevheridir. Ayrılma ve ittifak etme halleri ise ancak arazlar yönünden gelmiştir. Arazlar ise, ihtilâf ve ittifak etmekle vasfolmazlar. Çünkü onlar ancak kendilerinden başkaları ile bulunurlar. Araz, arazla değil, ancak cevherle kâim olur. O, cevherle ihtilâf eder ve cevherle de ittifak eder.
Mantık ismini verdiği kitabında bu sözün sahibi olan Aristotales bu hususu ifade etmek için on bab zikretmiştir :
1-
2-
3 -
4 -
5 -
6 -
7 -
8 -
9 -
10-
Bir şeyin, bunların dışına çıktığını söylemeğe hiç bir kimsenin gücü yetmez. Kuvvetin tabiati ile bir şey yapmasını bilmediğini ve heyûlâ´nm arazlara muhtaç olmadığını da iddia ettiler.
Fakih Ebu Mansur (r.h.) şöyle diyor :
Onların vardıkları noktayı düşünen kimse, bilir ki gerçekten onlar Allah´ın kendilerini verdiği nimetleri bilmedikleri için bu hususları benimsediler de, gözleri kör olup doğru yolu göremediler ve dolayisıyle sapıtmış oldular. Sonra sapıklık içindeki şaşkın halleri onları, ne aklın kabul ettiği ve ne de heva ve hevesin celbetmek istediği bu hayal gibisine ünsiyet kesbetmelerine sevketmiştir. Yardım ancak Allah´tandır.
Eğer, Allah´ın kendilerine verdiği bu nimetler olmasaydı, âlemin başlangıcının zikrolunan şey olduğunu onlara ne gibi bir şey bildirirdi Sonra vasfetmiş olduğu ismi, kendisinde zikrolunan husus[63] da bulunmaktadır. O´nun sıfatı olan amelinin[64] âlemin cevherinden olması hakkında hiç bir delili yoktur. İşitme ihtimali de bulunmaz. Fakat onlar, tevhîd ehlinin Allah-
Oysa ki kendisi, bir şeye, ancak kendileriyle nail olduğu ağyarın çocuklarından biridir. Nereden kendisini onların üzerine takdim etmiştir Kendisinin bir asıl olmaksızın böylece olması caiz olduğu zaman, öylece olmuştur. Öyle ise kendi nefsi için söylediğinin aynısını âlemin hepsi hakkında da söylesin.
Sonra, heyulayı değişikliğe uğratan kuvvet, heyûlâ üzerinde tesirli olmak, ona hâkim olmaktan hali kalmaz. îşte heyulanın üzerinde müessir ve hâkim olan bu kuvvet kendi mahiyetindeki kuvvetle, heyulanın mahiyetini ve kuvvetini değişikliğe uğratmıştır.[66] Öyle ise Allah hakkında da heyulayı yaratan O´dur; veyahut Allah, heyulayı dilediği şekilde yaratmıştır, desin. Böylece heyûlâ, kendi nefsinde vukubulacak değişimi kabul eder ve kendisinde terkip bulunmuş olur. Sonra o, değişime uğrattığı[67] şeyin yok olmasına dilediği ismi verebilir.
Kendisiyle âlemin var olması öne sürülen asıl, bâtıl olup yok olunca, kendisinin yok olması ile başkasının değişmesi ve kâim olmasının ortadan kaldırılmasının hâsıl olması için bizatihi kâim olmasının ortadan kaldırılmağı icap eder. Bununla beraber heyulanın da yok olması meydana gelmiş olur. Böylece heyulanın bizzat kendisi değişikliğe meydana getirmeye gücü. yetmez bir halde olur. Bu hususta da âlemin bâtıl olmağı, devamlı olarak bir halden diğer bir hale geçip değişikliğe uğraması da bâtıl olur. Onun varlığı bu asim fesada uğradığına delâlet eder. Bununla beraber görünen âlemde bir şey bulunmaz ki onun bir şey için yararlı ve uygun olması ancak hâkim olan Allah´ın kendisini öylece yaratmasından olmamış olsun. Öyle ise, sabit olur ki, âlemin başlangıcının eğer bu cevherler ve arazların olmasına uygun ve yararlı olduysa o, ancak Allah-
Sonra, gerçekten âlemi tabiatına çevirip yerleştiren kuvvetin kendisidir. Kuvvet ise, ondan ayrılmaz. Öyle ise, kuvvete ne oluyor ki, kadîm olmadaki amelinden hâli kalıyor. Halbuki tabiat sahibi olan, görünen âlemde amelinden hâli kalmaz. Gerçekten arazlar yani kuvvetin meydana getirdiği arazlar, ya heyulada olur ki, böyle olduğu vakitte onun «heyûlâ, kudretten hâli idi tâ ki, sonradan var oluncaya dek,» sözü bâtıl olur. Veyahut da kuvvet, heyulada yoktu, sonradan bir şeyden olmaksızın var oldu. Çünkü o, kuvveti heyulayı vasfettiği şeyle vasfet-
Bununla beraber, onların kuvvet hakkında söylediklerinin hepsinin onu kuvvette, heyûlâ için kılmak suretiyle üzerlerine ters çevirip vurmak mümkün olur. Çünkü kuvvet, heyulanın gayrisi olmakla başkasından hâli kalmış olmaz. Böylece heyûlâ ve kuvvet, iki ayrı varlıklar olur. Ve oy «kaç » kelimesinin aded babından olduğunu iddia etti. Orada sonradan var olan bir şey yoktur. Halbuki O, orada bir şeyin var olmasını icabettirdi. Veyahut kuvvet, heyulanın kendisidir. Böyle olunca da onun, «kuvvet heyûlâ ile beraberdir», sözü bâtıl olur. Veyahut heyulayı değişime uğratan kuvvettir. Sanki o, heyulayı değil, kendisini değişime uğratmıştır. Bununla beraber şu iddiada da bulunuyor : Gerçekten o arazlar, heyulaya anz olmuştur da, onu hareket geçirdi, durdurdu, reddetti ve alçalttı; bunlar, orada kendisine doğru hareket edecek veyahut kendisinde karar kılacak veyahut kendisine yükselip alçalacağı gayrin bulunmaksızın bu hususlar meydana geldiğini iddia etmiştir. Kendisinden meydana gelecek şeyde. benzerlerinin bulunmasının fasid olduğunu da iddia etmiştir. Hal bu ise bu söyledikleri aslında daha çok fasid olan hususlardır.
Muhammed bin Şebîb, bâtıl bir iddiada bulunup, kuvvete hareket ismini verdiğini ifade etmiştir. Bir rivayetinde ise kuvvet, heyulanın vasfolunmadığı şeyle vasfolunmaz. Onlardan heyûlâ hakkında bir çok görüşler nakletmiştir. Ben bunun sahih olup olmadığım bilmiyorum. Ancak ne var ki onun kuvvete hareket ismini verdiği ve hareketin de heyulada bulunduğu bir gerçektir. Öyle ise, onun «Gerçekten heyûlâ, hareketle vasfolunmaz» sözü bâtıl olur. Çünkü o, heyulayı hareket ile vasfetmiştir.
Sonra, hareket, heyulaya bitişik olması veyahut ondan ayrı bulunmasından hâli kalmaz. O, bunlardan hangisini kabul ediyor. Bu durumda ise cisim ve araz olma isbat edilir. Çünkü bitişme ve ayrı olma, bitişen ve ayrı olanın gayridir.
Ve sonra onlar; cevherler asıl olanın hareketlerinden var olmuşlardır diyorlar. Müneccimlerin sözü ve görüşü de böyledir. Şu bilinen bir husustur ki, o hareketlerin muhtelif olmalarıyla beraber, cevherler yüksek ve alçaktan ve her taraftan var olurlar. Öyle ise onun sözü ve görüşü bâtıldır.
Bu kısımda .Nezzam[69] onlarla münakaşa edip sözlerini nakzetti; şöyle ki : Kuvvetin, heyulayı değişikliğe uğratması arazların var olmasına sebeb olup, sonra renk, tad, sıcaklık, yumuşaklık ve benzerleri gibi arazlar muhtelif olarak vücud buldukları vakit, bunların bir hareket ve bir anda var olmaları gerekir. Onlar da ancak bir cihetten var olurlar.
Bu hususa cevap olarak şöyle denildi : Arazlar bir çok cihetlerden olur. Onların ekserisinin altı araz olduğunu ve şerrin o arazların oniki-
Muhammed bin Şebib, onların; heyûlâ, arazların var olmasından önce uzun[70] değildi, sözlerine itiraz edip şöyle der : Arazlar da uzun değillerdi; nasıl oldu da[71] var olduğunda uzun oldular [72]Araz da böyledir. Eğer bunun vukubulması caiz olmuş olsaydı, iki hâli kalmayanın arasını cemetmek caiz olurdu da, böylece hâli kalma hâsıl olurdu. Bütün arazlar hakkında da onun gibi olduğu söylenirdi. Hepsinde, hem siyahlık bulunurdu ve hem de bulunmazdı.
Bu itiraza, zırnıh ve sürmetaşı ile cevap verdi. Şöyle ki : Bunlardan her biri münferid olarak yakmazlar. Bir araya geldiklerinde ise yakarlar. Yapılan bu itiraza cevap olarak şöyle denir : Onlardan birinin yakması uzak bir hadise değildir. Fakat, kendisinde yakmağı meneden bir şey vardır; diğerinde de bu maniin, menetmesini meneden bir husus vardı. Bunun için o, yakar. Yoksa kendisinde yakma vasfı olmadığı için değil, yahut her ikisi böyle idiler. Arazların durumu sana göre bizim zikrettiğimiz gibidir. Uzun veyahut siyah olursa kendisine herhangi bir manin hulul etmesi mümkün değildir. Heyuladaki durum da böyledir. Bunun içindir ki her ikisi ihtilâf etmişlerdir.
Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bizce bu konuda ve yıldızlar ve tabiattan zikrolunan hususta asıl olan şudur ki; hakikatin .bu hususta, işitmeye, nakli delile rücu etmekten hâli kalınmaz. Kendilerinde, tevhid ehlinden işitilen hususlar isbat etmiştir. Çünkü onlarda doğru ve gerçek olan deliller vardır.-
Bununla da onların aslı batıl olur; ve gayrinin onu böyle kılmasını muhtemel kılan şeye aslın ihtimal dahilinde bulunması sabit olur. İşte böylece onun bir hâkim olan muhdisle var olduğu anlaşılır. Tevfik Allah´tandır.
Yine, tabiatinde yakma bulunan şeyde bilinen husus şudur ki; o, ancak yakılmayı kabul eder bir halde olanı yakar. Çünkü yakma ihtimali ancak onda bulunur. Karalamak ve hâl ve cevherin durumu da böyledir. Sonra tabiatında yakma sıfatı ihtimali olanın kendisinde yaratılış itibariyle yanması kabul edenden o durumu kaldırma değildir. Yananın yaratılışında da bu hususa muhtemel olması tasavvur edilemez. Görünen âlemde bu duruma muttali olan kimse ancak varlığı bilmek ve ikisinin arasını cemetmekle elde edebilir. Görünmeyen âlemin hâl ve durumu da böyledir. Böylece onların ispat etmeği kasdettikieri şey batıl olur ve o da onların kendisinde bulundukları mâna üzerine oulr. Tevfik Allah´tandır.
Bununla beraber onların ölü olarak ifade ettikleri o, asılların tümünün tedbirleri bulunmadığı zaman ve tabiatları ile amel edip ihtiyar sahibi olmadıkları vakit kendisinden varlık meydana gelen ve yaratanın Âlim (bilici), Semî´ (işitici), Basîr (görücü), Diri, Kadir, o cihetlere muhtemel olan ölü ve onlara ihtimal ve imkândan hariç olması caiz olmaz. Binaenaleyh, bunların hepsinin âlim olan var edici olanla olmuş olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Allah´tandır, [74]
Mes´ele (Dehrîlerden Sümenilerin1 Sözleri Ve Sözlerinin Fasid Olduğunun Açıklanması)
Dehrîlerden olan sümeniler (budistler), ezelde eşyanın hadis olduğuna muvafakat etmeleriyle beraber şöyle diyorlar : Gerçekten yeryüzü devamlı olarak üzerinde olanı [75]kendisine çekip indirir.
Onlara bu hususu Nezzâm sorunca, yerin üstünde bulunanların ağır olduğunu Öne sürerek delil gösterdi. Ağırlık ise havaya mukavemet edemediği için semada duramaz. Onlara, ağır olan bir taşla, bir bez parçası yukarıdan beraberce salındığı vakitte taşın daha süratli yere inmesi ile itiraz etti. Sonra devamla yerin onlardan daha ağır olmasına rağmen onların yere ulaştıklarım ileri sürdü. Sonra gördükleri şu hususla da onlara itirazda bulundu : Rüzgâr, bir şeyi alır onu etrafa değil, yükseğe doğru çekmek suretiyle onunla beraber yukarıya doğru yükselir. Onun, yerin altında olup kendi kuvveti ile yüklenmiş olsa idi size bu hususu ne bildirirdi Siz, yerin üzerindekini yukarı yükselip çıkmaksızın aşağı çekmesiyle nasıl hükmettiniz Bunun benzerini de gördünüz, dedi ve sözünü böylece kesti. Bu, onların münazarasının hülâsası olduğu vakitte karşılıklı oynamağa ne kadar benzer-
Bununla beraber onların münazaraları çirkindir. Veyahut münazaranın yolu gizli olan hususların meydana çıkması için bahsetmek ve hikmetin sınırları üzerinde durmaktan ibarettir. Onlar, âlemi ihtilâf ve ittifaktan bulunduğu hal üzere kılmışlardır. Cevherlerin ve arazların muhtelif olması yaratılışları itibariyle kendilerinde bulunmaktadır. Onlar da eşyanın hareketlerinden meydana gelmiştir. Veyahut ta bir hikmete kudreti olmayan ilmi ve idaresi bulunmayan şey ile karışmışlardır. Beşer de bunlardan biridir.[76] Onların katında ilmin veyahut ta hikmetin olması ancak âlemin dışında sabit olur ki, onların idarecisi olur. Âlemin cevherlerinden en üst olanın âlemin kendisi ile bulunanın tabiatının dışına çıkması yine onun Allah´ın dilemesi ve dilediğini yaratmasının var olduğuna delildir. Kuvvet ancak Allah´tandır. [77]
Mes´ele (Sofistlerin Sözleri Ve Sözlerinin Batıl Olduğunun Açıklanması)
Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sofistler şöyle diyor : Vakta ki biz, insanı bir şeyi bilir, sonra bilmez olarak bulduk. Ve yine lezzeti bulur, sonra o lezzeti kaybeder, yeryüzünün haşaratı denizde ölür; denizde yaşayanlar, karada ölür; yarasa kuşu gece görür, gündüz görmez, olduğunu gördük. Bu hususlarla ilmin sahih olmadığı ve ilmin ancak itikattan ibaret olduğu, her ne kadar diğerinin itikadına uymazsa da bundan başka bir şey olmadığı sabit olur.
îbni Şebib; bir soru sorup der ki : Siz ilim yoktur dediniz, eğer bu sözü ilimle söyledinizse, siz ilmin varlığım ispat etmiş olursunuz. Yahut bunu siz, ilimsiz olarak cehlinizden ötürü söylediniz. Öyle ise sizin ilim hakkında bir iddiada bulunmaya hakkınız yoktur. Bununla beraber siz, bu sözünüzü ilimsiz olarak cehaletinizden dolayı söylediğinizi biliyorsunuz, diye onlara sordu. Eğer onlar biz bu sözü ilimle söyledik-
Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu şekilde münazaranın olduğunu söyliyen[80] kimsenin ifade etmiş olduğu hususun hiç bir mânası yoktur[81]. Çünkü o, ilimden değil, itikattan hasıl olan bir şeydir. Münazara anında söylenen herşey, söylendiği gibidir. Münazara ancak hakikatleri inkâr eden kimse ile yapılır. Tâki onun sözü gerçek delillerle ve ispat edilerek reddedilsin ve dâvası da böylece reddedilmiş olsun.
Amma kim ki itikattan başkası değildi derse, o, ancak ne diyorsa odur. Böylesi kimseye ancak elem verici bir darbe ile ve icabında ölüm cezası ile mukabelede bulunulur. Öylesi itikat ettiğine inanır. İtikat ettiğinin ziddmı inkâr eder. Veyahut ona gerçekten ben, senin inkârının ikrar olduğunu biliyorum, diyerek mukabele eder ki, onu inkâr ettiği şeyle mecburen ikrar etmeğe zorlasın. Bununla beraber o, itikaddır, başka bir şey değildir. Ve kendisinde de itikadın ispatı vardır. İtikadı ispat etmesiyle de ilmi nefyetmesi hususundaki sözünün bâtıl olduğu meydana çıkar. Tevfik Allah´tandır.
Bununla beraber onun hilafı olarak zahir olan eşya ile karşı karşıya kaldı. Eğer ilim kesinlikle olmamış olsaydı, hilafın zahir olmasını mene-
Muhammed bin Şebib, kendisine, bir olan şeyi iki olarak görmesi, diğerini de bir olarak görmesi ile soru sorup bu ikisinin hangisi hak ve gerçektir dedi. Bu sorusuna şu cevabı verdiğini iddia etti. Birinci kısımda ona böyle baktığı için böyle olduğunu sanmıştır. Ona bir cihetten bakıyor. Her iki gözünden biri ile gördüğünü, diğer gözü ile başka yönden görmüş oluyor. Buna delil olarak şu hususu öne sürüyor : Eğer bir gözü kör olsaydı, kör olan gözün isabet ettiği yönden onu göremezdi. îleri sürdüğü görüşünü bu örnekle güya kuvvetlendiriyor.
Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu mevzu ve bu mevzu gibi olanlarda asıl şudur : Hakikaten, his ile elde edilen ilim, hislerin, durumlarının farklı olmaları ile birbirine benzemez bir halde olurlar. Hisler[82] sahibi olan, âfet kendisinde bulunanı bilir. Böylece âfetin bir perde olduğunu anlar. His ile ise, âfet anında hakikatin hilafını öğrenir. Onun hakikatinin kalkıp yükselmesi[83] -
Balı acı bulan[85] safra sahibi kimsenin durumuna kargı cevaplarımız şöyledir : Bu husus tatma organındaki hastalıktan ileri gelmektedir. Kendisi de bunu bilir.
Îbni Şebib diyor ki : Bu mevzuda insanlar ihtilâf etmişlerdir. Bir kısım insan, balda acılık bulunduğunu söylemiştir. Bal, tadma organında bulunan hususla[86] birleştiği zaman acılık çoğalıp kuvvetîeşir. O da balı acı olarak bulur. Diğer bir kısım insan da der ki : Gerçekten safralı olan kimsenin tadma organında, safra suyunda bulunan acılığın etkisi bulunur. Tadma organında bulunan bu acılık, baldaki tadla birleşince tadma organında acılık, harekete geçer. Böylece, kişi o acılığın hissini duyar.
Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu hususta asıl olan odur ki, insan, hudut ve yönleri kuşattığı zaman kendisinde bulunan her cihet, idrak olunan cihetle karşı karşıya bulunur. însan, o cihetle ancak karşı karsıya bulunduğu ciheti idrak eder. Başkasını idrak etmez. Karşı karşıya bulunup idrak ettiği cihete bir hastalık ve âfet geldiği veyahut karşısındaki cihet, perdelenip Örtüldüğü[87] zaman onu örten´[88] cihetten ve mukabilinde bulunandan örtmüş olduğu kadarını giderir ve onu idrak edemez. Bu, tıpkı idrâk edilen neviden ibaret olan cihetten dişındakini idrâk etmesi gibidir. Böylece, bu husus üç hâl olarak vukubulmuş olur : Birincisi, cihetin değişmesiyle, ki, bu durumda ondan kesinlikle bir şey idrâk et-
Sonra Nezzanı´m sumenîlerle yaptığı konuşma, öyle bir çeşit külfeti ortaya koymuştur ki, kendisinden hiç bir menfaat bulunmayan sözlerden ibaret olduğunu ortaya koyar. O, şu iddiada bulunuyor; hakikaten balıkların yaratılışında rutubet ve soğukluk galip vasıftır. Onlar, karada ve susuz yerde´[89] bulundukları zaman, kendilerinde hararet ve kuruluk galip gelmiştir. Bunlar, rutubet ve yaşlık üzerine galebe çaldıklarında her ikisini yok edip ortadan kaldırırlar. Tabiatten her, birbirine zıt olan da bÖyledir.Biri, zıttma galip geldiği zaman onu yok eder. Gökte uçan kuş ve su köpeğinin durumları da böyledir. Su köpeği balıktan daha fazla itidal sahibi olduğu için o, hem suda yaşar ve hem de karada. Yarasa kuşu ise, onun görmesi başka vasıta ile olup kendisinde kuvvetli olarak bilkuvve mevcut olmadığı için onun görmesini güneşin ziyası giderir. Onun için o, güneşte göremez. Tıpkı insanın güneşin gözüne baktığı zaman gözü kamaşıp göremediği gibi. Güneş battığı zaman görmesini zayıflatan husus gider ve görme gücüne sahip olur. Karanlık fazlalaştığında da göremez. Arslan ise onun görme gücü ve kuvveti fazladır. Gördüğünü görür. En çok gördüğü şey de başkasıdır. Böylece onu geceleyin görmekten meneden şey, gayrini görmekten menedenden daha azdır. Ebu Mansur (r.h.) bunların hepsi[90] abestir, bilakis gerçek olan onun böylece yaratılmış ve bu tabiatla meydana getirilmiş olmasını ifade etmektir. Evet, cevherlerin bazısı havada uçar, diğer bazısı da suda yüzer. Üçüncü bir kısmı da yeryüzünde yürür. Bu gibisine mutedil olmayı teklif etmek, âlemlerin Rabb´isi olan Allah´a tahakküm etmektir. Aynı zamanda kendisine izin verilmiyen ve kendisinin idrâk edemediği şeyle illetlendirmektir. Bu husus ise mevcudatın tahkikinde şeriatm kendi zımnında kılmış olduğu şeyden değildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra uyuyan kimsenin gördüğü şeyle kendisine itiraz etti ve dedi ki : Uyuyan kimsenin gördüğü şey çıkar. Belki de uyumayan kimsenin durumu da bunun gibidir. Veyahut rüyasında gördüğünden esinlenerek uyanıkken karşılaştığı şeyi daha evvel anlar. îddia edip diyor ki : Gerçekten her iki halin arasını ayırt edecek şey, uyku halinde gördüğünü aklen doğru olmayan şeyi görmesidir. Meselâ, uykuda iken kendisini ölü olarak görmesi gibi. Ölü, bir şey bilmez ve anlamaz. Yahut başının kucağına düştüğünü görür. Bunun gibisini uyumayan kimsenin görmesinin imkân ve ihtimali yoktur.
Eğer uyuyan kimse, mümkün olmayan şeyi nasıl düşünebilir Halbuki o, düşünmekte sabit olmaz denirse, bu hususa şöyle cevap verilir : Uykusunda kendisini gördüğü vakitte kendisini ölü veyahut ta diri[91] olarak itikat etmiyor. Mümkün omlıyan ise bu husustur. Başını atılmış olarak görmesi de böyledir. Çünkü o, yani, başının iki mekânda atılmış olduğunu düşünmez. Ve uyanıkken elde edilen ilmin doğru olması, uykuda iken hasıl olan ilmin fasid olması iktisaptır diye iddia ediyor ve delil olarak da, zikrolunan şeyi gösteriyor, ilâve ederek şöyle diyor: Bazen uykuda gerçek ve doğru olanı görür. Bu ise meleğin kendisine göstermesi ile veyahut bunun sıhhatli olanlardan bulunan şey ile veyahut da bunun bazısı ile olur.
Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu hususta ve birinci görüşte asıl olan şudur : Gerçekten hasta olan kimse, rüyasında hastalığını, uyanıkken bildiği şey ile bilir[92]. Bu da hissin hakkıdır. O, uykuda iken mecburi görür, fakat uyanıkken mecburi görmez. Yine böylece uyanık halde iken kendisine vurulan şeyin acısı baki kalır. Yemiş olduğu şeyin[93] lezzetini bilir. Bizimle onların arasında bu hallerde bir mesele yoktur. Ancak bizim aramızda uyanık olanın hakkını ilzam etmek ve zikrettiğimiz şey ile zaruri olarak onun tahakkuk ettiğini, sonra bununla değiştiğini ifade etmektedir ki, bu, ancak arız olan âfetler için olur. Bunun hülâsası şudur ki : Gerçekten tabiat veyahut yıldızlar ve gıda maddelerinin bunu meydana getirmelerinin ihtimali bulunmaz. Onlarda bu hususu ica-
Seneviyyeierin Sözlerinin Sıfatı Hakkında Mes´ele (İlk Olarak; Menanîlerin Sözleri Ve Sözlerinin Fasid Olmasının Açıklanması)
Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Menanîler şu iddiada bulundular : Gerçekten eşya, bulunduğu hal üzere karanlık ile ziyanın imtizaç etmesinden meydana gelmişlerdir. Halbuki ziya ile karanlık, birbirine zıt ve mütebayindirler. Ziya, yükseklikte doğu, batı, güney, kuzey yönlerinden dört cihette nihayetsizdirler. Karanlıktaki alçaklıkta, bunun gibidir. Karanlığın iltika cihetinden bir sonucu vardır. Karanlık, ziyaya doğru hareket ederek her ikisi imtizaç etmişlerdir. Âlem, bunların imtizacından hasıl olan imtizaç kadarınca var olmuştur. Ziya ile karanlıktan her birinin beş cinsi vardır. Onlar da : Beyaz, kırmızı, siyah, sarı ve yeşil olmaktan ibarettir. Herşey ki, bu cinsten olup cevherden gelmiştir; o, hayırdır. Karanlık cevherinden olan ise serdir. Yine böylece ziya île karanlıktan her birinin beş duyusu vardır : İşitme, görme, tadma, koklama ve tutma hassası. Ziya cevherinin bunlara ulaştığı şey hayır olur. Karanlık cevherinin ulaştığı da şer olur. Ziyanın ve karanlığın ruhu vardır. Karanlığın ruhuna «hemâme» ismi verilir ki, o, diridir. Ziya´yı kendisinde hapsetmek için âleme galebe çalmıştır. Ziya, hassas değildir. Kendisinde bulunan şey, tabiatiyle var olmuş olup hepsi hayır olur. «Hemâme» ise, hassastır. Ziya ile karanlığın her biri kendi yerlerinde olurlar. Sonra eşyanın en yücesi, en temizi olarak; en aşağıda olan da en pisi olarak bulundu. Onların tabiatlarında hafiflik ve ağırlık vardır. Bunlar ise birbirine zattılar. Çünkü hafif olan yukarı doğru yükselir. Ağır olan da aşağı doğru yuvarlanıp iner. Böylece zaman gelir geçer. Zira böylece oldukları için imtizaç ettikleri gibi nihayet bulma hususundan kurtulurlar.
Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu sözü iyi düşünen kimse, onu tefsir etmekten başka, o sözü iptal etmek için deliller arayıp ortaya koymaksizm hepsinin birbirine zıt ve birbirini nakzeder halde olduğunu görür. Bunun birincisi, o, sana bîr çok yönlerden nihayeti gösterdi ve bir yönden de ispat etti. Sonu olanı sonsuz hale soktu. Çünkü son olma bir sınırdır. Sınırlık ise kendisinden büyük olan şeye nazaran kıya ve küçüktür. Bu ise başkasının kendisinde tedbiri bulunduğunu ifade eder ki, o da onun bir tarafının hadis ve bir cüz olduğuna delildir. Ve mütenâhî olan cüzlerin[96] hepsinin gayri mütenâhî1 olmaları mümkün değildir. Çünkü bu manâ, nihayete muttasıl olan her cüzde bulunmaktadır. Gerçekten onlardan her biri, nihayetsiz olma yönlerinden ya diğeri nihayette bulunur, o zaman onun «zıya ile karanlık bir taraftan imtizaç ettiler» sözü batıl olur. Belki her ikisi de bir taraftan olup sonra imtizaç ettiler. Eğer böyle olmasaydı onlardan her biri diğeri için bulunan dört yönden zail olurlardı. Böylece bütün o yönlerden mütenâhî olur. Tevfik Allah´tandır.
Sonra süflî olanın alçalması, ulvî olanın da yükselmesi, tabiatlarından oldu ise -
Sonra ulvî olandan beklenen yükseklere intikal etmesidir. Bunu ne yerine getirmeğe kalkıştı ve ne de cevherinin aşağı doğru inmesiyle tanınan şeyden bu hususu menetti. Hatta o, bunun üzerine yükseldi. Âlemi kendi hükmü ile yarattı. «Hemâmesnin elinden kurtulmayı nasıl arzuluyor ve istiyorlar «Hemâme» bununla beraber hassastır, hilelere faaldir, onu tutup bağladı ve hapsetti. Onun «Hemâme»den kurtulması için hiç bir kuvveti yoktur. Onun yaratılışında hâli kaldığında imtina etme yoktur. Nasıl olur da bağlanıp hapsedildikten sonra kurtulabilir Ancak şöyle demek müstesna : «Hemâme», onun yolunu serbest bıraktı[97] ve onu hayır faili olarak[98] kılmıştır.
Sonra gerçekten zulmetin cevheri eğer ziyanın görüşü ise ki o, ziyayı hapsetmek için hükmü altına almıştır[99] onun kendisi ilim ve ru´yetle mevsuftur. Yoksa[100] kendisinden korunması için görmediği ve hükmünden kurtulması için de bilmediği şey değil. Öyle ise ilim, ru´yet, kudretli olma, ganî ve şerefli olmanın hepsi, karanlığın cevherinde bulunmaktadır. Mahkûm olma, cahil olma, acz ve zillet içinde bulunma ve hafif olma, ziyanın cevherinde bulunsun. Eğer bunun hepsi hayır, evvelkinin de hepsi şer olursa size hayrı ve şerri gösteren nedir
Ve yine sizin katınızda şu görüş vardır : Gerçekten ziyanın fi´li, tabiî ve yaratılış icabıdır. Karanlığın fi´li ise ihtiyarîdir. Âlemi de karanlık meydana getirmiştir. Öyle ise, sizin âlemi yaratanın ikiden ibaret olduğu sözünüz batıldır. Bilakis âlemin hepsi «bir»in fi´li ile meydana gelmiştir. Fakat o, birin cüzleri, diğerinin cüzleri ile imtizaç etmiştir. Eğer diğeri, bunun yaptığı fi´li ile olursa bununla da iki aslın âlemi var ettiği sözünü elde etmek için diğeri var olur ise her tabiat sahibi[101] her tabiat sahibinin kendisi ile olandır. Bunda da âlem bulunur. O zaman söz, adedi sayılmayacak şeyle olmuş olur.
Sonra,, karanlık ziyaya kızıp, galebe çalarak[102] onu hapsettikten sonra, ziya ondan kurtulmuş[103] idiyse, ondan kurtulması ya cevheriyle olur ki, bu mümkün değildir. Çünkü karanlıktan, ziya imtina etmez. Bununla beraber ziyanın cüzlerinin, karanlığın hapsetmesinden kurtulmasını icabettirir. Ziyanın üstünde karanlıktan ayrılan şeyin gideceği bir yer yoktur. Zira bu tarafın gayri olan sonsuzdur. Halbuki ziya, kurtulmakla sonu olmayan yere gider. Kendisine karar kılacak bir yer bulamaz. Öyle ise karanlıktan kurtulmasının karanlığın onu kendisinden[104] reddetmesinden[105] başka hiç bir manâsı yoktur. Böylece karanlığın ziyayı reddetmesi, ziya için hayır olan bir iş olur. Çünkü hapsedilmesi şer idi. Oysa ki ziyanın cüzlerini reddettiği zaman yükselip giden şey, ancak ziyanın cüzleridir. O ise bazısına girer ve o da[106] nihayet ve sonuçtur. Fakat karanlık ziyayı cevherinde tutuklamıştır. Sonra ziyanın tümüne hakim oldu ve kendisini düşmanını hapsedecek bir hapishane yapmıştır. Düşmanı kendi cevheri ile[107] ve kendi nefsinde hapsetmiş olur[108]
Sonra karanlığın imtizaç etmeden başka hiç bir had ve sınırı yoktur. Ziya kurtulmakla, sonra ne olur ve nereye varır Bu husus kurtulmanın hiç bir manâsı bulunmadığım açıklıyor. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra onların sarfettikleri sözlerden şu husus şayan-
Sonra onların söz ve görüşlerinde tenakuz vardır. Zira onlar, teba-
îmtizae, yok olduktan sonr
Sonra, karşılaşmak, buluşmak bakımından bir sınır ispat etmeleri, ya ezelde birbiriyle ilişkili bir halde idiler, veyahut değildiler.[110] Eğer birbirlerinden ayrı ve mütebayin idilerse, birbirleriyle temas edip ilişki kurulunca her ikisi de hadis olur. Cüz´ün hadis olması görülen âlemdeki varlıklarla görüîmiyen âleme istidlal etme hakkı ile, kiil´ün hadis olmasını icabettirir. Eğer birbirleriyle temas halinde idiyseler, her ikisinden birinin mutlaka çoğalması lâzımdır. Tâ ki, diğeri ile imtizaç etsin. Yahut kendi nefsine girebilmesi için diğerinden ayrı kalsın. Bu ikisinden hangisi olursa kendisinde, olmayan bir ziyadelik bulunur. Yahut diğerinden alâkayı kesip cevhere girme olur. Bunun üzerine onun sonsuz olduğunu söylemek bâtıl ve faşid olur. Çünkü cüzlerinin sonu olmadığı zaman, kendisiyle imtizaç etmesi için diğerinin kendisine girmesi yoktur, imtizacın ihtimali bulunduğunda onun sonu olduğu sabit olur. Bununla beraber karanlığın yoğun olmasıyla, yoğun olmiyan ziyanın üzerinde baki kalması, ziyanın kendisinden bir parça olması çok uzaktır. Zira eşyadan her lâtif olan şeyle dolu bulunan da eşyadan yoğun olanmm bulunup yerleşmesi mümkün değildir. Eğer o husus ziyadan olmuş olsa kendisi muhakkak şerri iktisap etmiş olup keyfiyetin bir cevherde sabit olmasıyla kendisini hapsetmiş olur. Ancak lâtif olan, aralarında bir delik[111] kalan muhtelif cevherlerden olduğu zaman yoğun olandan bir çıkacak yer bulur. Amma zikrolunan hususla yolu olamn vukubulması ise, o mümkün değildir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Eğer yok olduktan sonra imtizaçtan hadis olana sebkat ederse, bir veya ikisinden biri ile olur, yahut ikisi ile olur. Onda ise hadis olma ihtimali vardır. Kül için de onun gibisi vuku bulur. Veya her ikisi ile olmaz. Bunda ise üçüncü bir varlık olduğu tesbit edilir. Yahut kendi nefisleri ile olurlar, bu sefer tebayünün nefyedilmesi lâzım gelir. Veyahut da karanlık, kendi nefsi ile kalır. Böyle olunca o zamanın kendisinden önce olan vakitten evlâ olması düşünülemez. Bir şeyde imtizaç etmeyen iki cüz var olmadığı zaman -
Sonra onların öne attıkları gu sözlerinde cehaletin tamamı bulunmaktadır. Zira onlar, diyorlar ki; ağır olanın tabiatında agağı dü§me, hafif olanın tabiatında ise yukarı yükselme bulunmasından her ikisi birbirinden kurtulurlar. Sonra bu tabiatle beraber başlangıçta imtizaç ettiklerini öne sürüyorlar. Eğer onlardan her birinin ayrılık ve ağırlık ve ha-
Gerçekten lâzım olan, onların ziya ile karanlığı, tabiatta birbirine zıt kılmaları ve onlardan birisinin imtizaca yararlı, diğerinin de uyumsuzluğa yararlı kılmaları gerekmeğidir ki, bunlardan birinin diğeri üzerine galebe çalmış olsun. Sonra onlar diyorlar ki: Ziya ile karanlık ayrıldıkları vakitte sonradan bir daha imtizaç etmezler. Onlara bu hususu bildiren nedir Biz yakmen biliyoruz ki, onların içtimâ etmeleri mümkün değildir. Nasıl oluyor da çalışmakla birbirinden ayrılma vücut buluyor Onların ebediyyen içtima ve ayrılık üzerine olduklarını kendilerine bildiren nedir Ezeldeki durumları da böyledir. Öyle ise ziya ile karanlığın iki asıl olarak kabul edilmesi fikri batıldır.
Sonra gerçekten onların verdikleri bu hüküm, çok acayip bir hükümdür. Çünkü onlar, evvelden var olan hallerinden haber almıyorlar[113]. Bu iki cevherden imtizaçtan önce bir ilimleri yok iken ve birbirlerinden ayrılma keyfiyeti hakkında malûmatları yok iken bu iki cevherden onların katında, ne gibi haberler ve malûmat olur ki hüküm versinler. Tevfik Allah´tandır.
Sonra onların nihayetin kesilmesinden ve nihayetsiz âlemin «seri üzere bir âlem olmadan âlemin başlangıcı hakkında ileri sürdükleri fikir ve sözlerinin her bölümünden delil getirmeleri istenir. Çünkü bunların hepsi delil ile olur. üntizac etme ve ayrılma da delil ile sabit olur. Onlardan davalarını ispat etmek için delil istenir ki ne derece sözlerinde inath olduklarını bilsinler. Bu hususta onlara şöyle denir : Onlar, hayır ve serden imtizaç ettiğini müşahede etmemişlerdir. Size gerçek ve doğru olan bir haber de[114] gelmemiştir. Eğer «biz eşyanın yaratılışının ayrılık icabettirdîğini delillerle bildik» derse, her şey asıl cevherine rücu eder dîye cevap verilir.
Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: Onlara şöyle denir; bilakis eşyanın yaratılışındaki karakteri içtimadir. Her birinin sonu cevherinin aslına varır. Bu vaki olduğu zaman içtima da gerçekten tahakkuk eder. Onu sen daima böyle olduğunu kabul edersin. Ve yine denir ki; zira birbirinden ayrılma, parçalanmadır. İçtima ise, kenetleşme ve kuvvetleş-
Eğer, görünen âlemde şahidi bulunmayan şeyin tesbit edilmesi cevherinden olması ile beraber caiz olsaydı maruf olan havasın fi´lini veyahut kendisinde ulaşma bulunan şeyin zıttı ile idrâkin vukubulmasım söylemek caiz olurdu. Onların şu sözüne itiraz olundu; ziyada, hayırdan başka bir şey olmaz. Karanlıktan da serden başka bir şey beklenmez. Bir adam kati işini işleyip sonra ikrar ettiği zaman eğer ikrar eden, öldürenin kendisi ise o, sözünde sadıktır ve doğruyu söylediği için de gerçekten serden sonra hayır işlemiştir. Eğer ikrar eden öldürenin kendisi değil ise o, yalan söylemiştir ve serdir. Ondan hayır da vukubulmuştu ki, o da öldürmeyi terketmektir.
Onların şu aşağıdaki sözleri de böyledir : Gerçekten her hasse, diğerinin idrak ettiğini idrak etmez. Sonra işittiği şey hakkında «işittim» dedi veyahut gördüğü şey hakkında da «gördüm» dedi. Gördüm ve işittim dediği şey, işitmiş ve görmüş olduğunun gayri değildir. îşte bu, idrak olunmayan gey ile verilen cevaptır.
Sonra karanlığın karanlığı, ziyanın karanlığına fazla olarak aksettiği vakitte ondan soruldular : Karanlığa bir şey, ziyade olmuş mudur Eğer hayır, derseler, çoğalmayan şeyi çoğalmış bir hale sokmuş olurlar. Eğer ziyadeleşti derlerse, kendilerine o ziyadeleşen ziya mıdır; yahut karanlık mıdır; veyahut her ikisi midir diye sorulur. Eğer ziya ve karanlıktır derlerse, ya ziyaya fazlalık gelir veyahut da karanlığa kî, bu da çok uzaktır. Çünkü onlardan her biri diğerinin cevheri ile ziyadeleş-
Eğer biz, peygamberlerle bildik derse, kendisine denir kî : Eğer peygamberler ziyanın cüzlerinden olursa karanlık onu meneder. Karanlığın beş duyu organının dışında kendilerinde bulunan başkalarını men-
(İkinci Olarak : Disânîlerin[118] Sözleri Ve Sözlerinin Fasit Olduğunun Açıklanması)
Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Disânîlerin sözleri, esasta me-
Bazıları dediler ki; hayır, öyle değil, bilakis, ziya, karanlıktan eziyet görür ve onu kendisinden defeder. Ve bunun için ona imtizaç etmiş olur. Tıpkı bu, toprakta çürüyen kimse gibidir. Gerçekten çıkmayı teklif ettiği zaman kendisinde girme ziyadeleşir. Hareket, ziyadan olur. Hareketsizlik de onun zıtündan. Çünkü her ikisi de birbirine zıt olanlardır. Onlar, ziya ve karanlık olarak iki asim bulunmasını vacip kıldıkları gibi iki de fer´in bulunmasını gerektirdiler : Biri, ziyanın hareket etmesi ve hissi. İkincisi ise karanlığın hareketsiz ve hissiz olması. Bunları ziya ile karanlıktan başka hiç bir şeyi açıklamaksızın ifade etmişlerdir.
Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz, onların sözlerini, Allah-
Asıî olan şudur : Gerçekten Allah-
Bununla beraber eğer o iki vecihten dolayı iki ilâhın vacip olduğunu söylemek gerekseydi, tabiatler için dört ilâhm bulunduğunu söylemek vacip olurdu. Çünkü tabiatler birbirlerine zıttır. Hepsi, birbirine zarar vermektedir. Eğer dört ilâhm var olduğunu söylemek vacip olsaydı, şeyin kâim olması altı cihetten hâli kalmaz. Bunun için altı ilâhın olduğunu söylemek vacip olurdu. Bu da yedi ilâhın var olduğunu söylemek icabet-
Sonra bir ilâhın varlığını söyliyen kimseyi, o sözü her hangi bir ve-
Amma hikmet hakkında teşebbüste bulunmak, ziyanın cevheri ile olursa hikmet hakkında kendisi ile konuşan kimse de böyledir her ikisi de onların katında kendilerine bir gey gizli olmayan hikmet sahibi olanlardır. O vakit ikisinin birlikte olmasının manâsı yoktur. Her ikisi de kendi nefisleri ile orada bulunmaktadır. Yahut karanhk cevheri ile girişimde bulunur ki, her ikisinin hikmete muhtemel olması mümkün değildir. Yahut ikiden birisi ziya cevheri, diğeri de karanlık cevheri ile olur. Bu surette olduğu vakit birinde cehaletin bulunması, diğerinde de ilmin bulunmasının ihtimali yoktur. Öyle ise bu hususta konuşmak abes ve manasızdır. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra bu mevzuda asıl olan odur ki; gerçekten kim ki bir iş işleyip onun helak olup yok olmasından onunla faydalanmazsa o, kimse kendini boşu boşuna yormuş olur. Ai-
Bunları Allah-
Bununla beraber iki cevherden birinin menfaat vermesi, diğerine zarar verir, işte orada zararla menfaat birleşir. Ve onunla menfaatin sağlanması kendisiyle beraber menfaati meneden bulunduğu için kesinlikle batıl olur. Âlemin bulunması ve âlemin her birinde faydanın var olmasında onların yaratıcısı ve idarecisinin gerçekten bir olduğuna delil vardır. Çünkü her zararlıyı lûtfu ile zararlı olduğu yönden amelini hapsetmiştir. Bunu da menfaati murad ettiği kimseye ulaştırması için[129] menfaatten neyi murad ettiği ise onu kabullenmesi için yapar. İşte kim, onun zararını murad eden kimse hakkında bu konu böylece izah edilir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Bununla beraber bilinmektedir ki, gerçekten akıllar, yemek ve içmek için yaratılmamışlardır. Bu hususta aklı olanla aklı olmayan birdir. Bir zümre vardır ki onlar, yemezler içmezler. îşte onların bir zümrenin kalbinde tazim ve hürmetleri vardır[130]; o yemiyen, içmiyenler de meleklerdir. Bununla sabit olur ki onlar, bakmak ve ibret alınmak için yaratılmışlardır. Çünkü kendisinde övülecek ve güzel görülüp benimsenecek husus vardır. Böyle olunca da hikmette cevherlerin muhtelif olarak yaratılması lâzım gelir ki, tam bir ibret alma yolu ile ve tam bir bakma hakkının verilmesi husule gelmiş olsun. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Gerçekten görünen âlemde bilinen şudur ki, her iki işi birden yapan[131] kimse daha tamam bir iş yapmıştır. Hatta onu bilmediği zaman kendisine zarar verecek şeyden korunmasına hiç bir kimse kadir olamaz. Buna göre iki hususun hikmete binâen birden yaratılması ikiden birinin yaratılmasından daha tamam ve daha gereklidir. Bununla beraber onun yaratılmasmda failin gani olmasına ve her şeyin olduğu gibi lâyık olduğu ile yaratmasına ilminin ve kuvvetinin tam manâsı ile bulunduğuna delâlet eder. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Tevhid ehlinin üzerinde durduğu şey için delil olarak Allah´a davet edenlerin doğruluğuna delâlet eden hususlardan ve onlarla beraber bulunan açık seçik ve kuvvetli olan delillerden başka bir şey bulunmasaydı —ki kendileri ile kuvvetli deliller bulunan peygamberlerdir— ve bir olan yaratıcıyı inkâr edenler için onlardan başka bir şey bulunmasaydı sırf bunlar, yani mahlûkat olmuş olsaydı Allah´ın varlığına ve âlemin mucidi olduğuna kâfi derecede delil olurlardı. Nasıl hayır denir ki, âlemden bir şey yoktur ki, o[132] kendi cevheri ile hadis olduğuna ve onun hakim olan bir muhdis tarafından var edilmiş olduğuna şahadet etmiş olmasın Dinsizlerin mahlûkatra kadim olması hususunda iddia ettikleri şey ile inat-
Bununla beraber onları kendisinden doğan ve kendisine varan şeyleri bilmiyen tabiatlara yönelten kimseler bulunur. Yıldızlar da böyledir. Veyahut da öyle kimseler ortaya çıkar ki, işlerinin körlük ve cehaletten başlamış olan şeylerden bir çok yaratıcılara havale ederler. Veyahut da birbiriyle zıt ve tenakuz halinde olan şeylerden eşyanın bulunduğu hal üzere kadîm olduğunu söyliyenleri taklid ederler. Bu bilinmeyen asıllarla beraber onlar için akıl nasıl düşünülür ki, kendileri bu bilinmiyen asılların ferlerini teşkil etmektedirler! Veyahut da eşyanın hakikatleri üzerinde dururlar; hatta her şeyde bir hikmet[133] olduğunu veyahut olmadığını iddia ederler. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Gerçekten senviyeleri bir şeyin bir §ey olmaksızın var olmasını inkâr etmeye sevkeden husus, akıllarda tasavvur edilmesinin dışma çıkandır. Veyahut da hikmeti bilmek için kendi aralarında gördükleri şeyi akılda takdir etmelerinden ileri gelmektedir. Eğer onlar inkâr ettikleri gibi aklen düşünülenin dışında kabul edip kendi katlarında bulunan şey üzere âlemin mebadii hakkında sözlerini veyahut kendilerinde bulunan şeyin akıl, ruh ve duyu organlarının dışına çıkma olduğunu veyahut ta verdikleri hükmün zihinde tasavvur edilmesinin dışında olduğunu bilmiş olsalardı muhakkak inkârda bulunmazlardı.
Sonra gerçekten onlar, cahil ve zayıf olan kimselerin kendi nefislerine yaptıklarına şahit olduklarını, onların haberle bildikleri şey sonradan var olduklarını bilmiş olsalardı muhakkak bilirlerdi ki, gerçekten bir şeyden olmaksızın eşyanın var olmasının Allah´a isnad edilmesi daha doğru ve gerçektir. Âlem de o şeyin cümlesindendir. Sonra Allah-
Ca´fer bin Harp[134] anlatıyor : O, Seneviyelerden dirine soruyor; diyor ki : Birisi, diğerini haksız olarak öldürüyor; sonra kendisine özür dilemesini teklif ediyorlar, o da yapmış olduğu kötülüğü ikrar ediyor. Sen ikinci iş olan kötülüğü ikrarın hayır olduğunu söylüyorsun. Eğer başkasından ilk iş vukubulmuş olsaydı ziyadan meydana gelen yalan olurdu ki o da serdir. Böyle sorunca o kimse de bu soruyu kendilerinin reisleri olana bildirince reisleri cevabî mektubunda şöyle yazıyordu : Gerçekten o, hayvanına eziyet veren[135] ve ondan özür dileyen kimse gibidir.
Bunun üzerine Ca´fer, ona der ki : Onun zikrettiği husus ancak hayvana acımasıdır. Eğer hakikatte Özür dilemiş olsaydı cahil olurdu. Ancak onun özür dilemesi hayvanı kendisine yaklaştırmasından dolayı olması müstesna. Bu sözü üzerine Seneviyelerden olan adam Islâmiyeti kabul etti. Ve onun müslüman olması da hakkıdır. Ibni Harb´ın zikrettiği husus da gerçek ve gereklidir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra mu´tezilelerin sözüne göre bu mesele yanlıştır. Çünkü onların mezhebince Allah´ın yarattıklarında şer olan yoktur. Şer olana ancak mecaz yolu ile şer ismi verilmektedir. Onların Seneviyelerle münazara etmeleri ancak seneviyelerin şer zannettikleri şeyin şer olmasını izale etme hakkındadır. Amma, ancak seneviyelere teslim olmaları ve her iki yönden Allah-
Bu mevzuda Mu´tezile mezhebinin görüşü şöyledir : Onlar, serler, ma´siyet ve kötülükler dahil olmak üzere kulların fiillerinin yaratılmasını inkâr ettiler. Fakat kendilerine cevherlerden serlerin yaratılması ile itiraz olundu. Ona ne serin ismi verilir ve ne de kötünün. Eşyayı ifsad edene de mufsid denmez, ger ve fesad fiillerin yaratılması da böyledir. Onlarla Allah´a isim verilmez. Bu hususta onların şu cevabı vermeleri icabeder. Gerçekten cevherlere hakikat yönünden değil, mecazi olarak şer ismi verilir. Serler, hakikatte ger değildir.
Amma bizce ise, biz şöyle deriz : Gerçekten Allah-
Hikmet hakkında vacip olan şudur ki, zararlı cevherlerin ve çirkin görünenlerin yaratılması duyu organlarındaki âfetlerin yaratılması -
Sonra Seneviyelerle ihtilâfa düştükleri hususları nakzederek onların söylediğinin hepsi hakkında ittifak etmişlerdir. Onlar, ziya cevherinin var olduğunu söylerler ve onunla hareket ederler. Bunun üzerine eğer onlar sözlerinde sadık olurlarsa bütün ihtilâfları bununla olmuş olur. Eğer yalan söylerlerse bütün yalan bununla olur. Onların bazıları sadık olup bazıları da yalancı olursa karanlık cevherini ziya cevherinin üstünde olanların sözü sadık olur. Tâ ki karanlık cevherine değil, ziya cevherine intisap etmeyi seçmiştir. Faziletli olanı tercih etmek ise akılların şahadet etmesiyle hayırdır. Öyle ise kendisinden başka bir şey sadır olmayan şerrin asıl olduğunu söylemek ve kendisinden başka bir şey gelmiyen hayırın da bir asıl olduğunu ifade etmenin batıl olması lâzım gelir. Kuvvet ancak Allah´tandır. [137]
Üçüncü Olarak : Marlnyâtülerin[138] Sözleri Ve Sözlerinin Batıl Olmasının Açıklanması.
Markiyanîler şöyle diyorlar : Ziya, yükselir, karanlık ise alçalır. Her ikisinin arasında mutavassıt bir varlık vardır ki, ne ziyadır ve ne de karanlık. O, his eden ve idrâk sahibi olan insandır. Onların katında insan, bedendeki hayattır. Bu üç varlık, birbirinden ayrı idiler, sonra imtizaç ettiler. Onlardan her cins kendisine doğru bulunanın hizasında olur. Tıpkı güneşin yüksekten gölgenin hizasında olduğu gibi. Ortada bulunan da zi-
Yıldıza tapanların sözü menânîlerin sözüne uygundur. Ancak ibni Şe-
Sonra dediler ki : Onlar ortada vasıta olanın nihayeti bulunduğunu, diğer ikisinin ise nihayetsiz olduğunu ileri sürdüler. Nihayeti olanın da nihayetsiz olanın hükmü altındadır. Çünkü o, nihayetli olmayanın tamam olmasına nisbetle daha noksandır. Tıpkı kısa olanın uzun olana nisbetle daha noksan olduğu gibi.
însanda eğer bedeninde bulunan hayat, bedene hissettiren ve onu kullanan ise, ortada olup rol oynayanın, yükselmeyi ve alçalmayı idare eden ve her ikisini kullananın kendisi olması gerekir. Böylece, hakikatte ilâh bir olur; veyahut imtizaç ve hayal gibisinden adı geçen husus batıl ve fa-
Sonra, insanın hayatından ibaret olan imtizaca işaret etmesi hatadır. Zira başlangıcını meydana getirecek ve kendisinde fesada uğrayanı ıslâh edebilecek insan yoktur, insan kendisine arız olanı da gideremez. Öyle ise var eden ve müdebbiri olamn bir olduğu sabit olur. O da zikrolunanin gayridir. Zikrolunan da bir olan Allah´ın idaresi ve hükmü altındadır.
Sonra, aslı bulunmayan ve olmayan bir mizacın var olup, imtizaç bulması arası ile sonradan aslında uyumsuzluk bulunmayan ve yok iken sonradan var olanın[140] arasında hiç bir fark yoktur.
Sonra, yok iken sonradan var olan, hadislerin tamam olmasından sonra kadir olan Cenab-
(Mecûsîlerin[142] Sözleri Ve Sözlerinin Batıl Olmasının Açıklanması)
Allame Ebu Mansur (r.h.) anlatıyor : Mecûsîler şöyle diyorlar : Al-
Bu anlattıkları gerçekte eğer onların ifadeleri ise onlar, Seneviyele-
Mecûsîler gerçekten âlemin bir asıl ve bir şeyden olmaksızın hadis olduğunu caiz gördüler[143]. Ancak kendisinden hayır işleri sadır olan kimsenin şer fiili ile[144] vasfolunması onlarca çok büyük bir şey olarak kabul edilir bir hal aldığı için ona şer olan bir şer fiili lâzım kılmadılar, bunun için onu ana yaptılar. Çünkü kötü ve alçak düşünce serdir. Ondan hadis olan da şer olan İblisin kendisidir. İşte tek olan ondan[145], iki husus var oldu: îşte o da, onları iki aslın bulunduğunu söylemeye sevkeden sebebtir. Bununla beraber kendisinden bir vakitte fikir hasıl olup başka bir vakitte hasıl olmaması düşünülemez. Bunun için onunla bütün şer meydana gelir. Eğer onun intikal etmesi murad olunursa bunun bir kere bulunması intikalin reddedilmesine delâlet eder. Ancak hayır olanı söylemesi müstesna. Her halde ona bu husus, şer olanı düşünmeden zahir olmuştur. Oysaki Allah-
Sonra Şeytan´a hakim olma ve onu menetmeye kadir olmaktan veya olmamaktan hâli kalmaz. Eğer kadir olup sonra İblis´e mahlûkatı ifsad etmesi için mühlet verirse, onların katında bu serdir. Eğer İblis´i menetmeğe kadir olmazsa aciz olan âlemlerin Rabbi olmaz. Bununla beraber şöyle denir :
Gerçekten İblis kendisine verilen müddetçe Allah´a vadettiğini yerine getirir ki, vaadi yerine getirmek hayır ve haktır. Böylece serden hayır meydana gelmiş olur. Halbuki bunun, onun için olması lâzım olur. Çünkü o, hayirm aslı olan şeyden olduğu vakitte ondan şer gelir[146]. Bunun üzerine onlara konunun aksini ifade eder. Her hayrm şeytandan geldiğini ve her şerrin de şeytan´ın gayrinden geldiğini ifade ederiz.
Sonra îblis´in kendisinden başka kendisine yardım edecek kimse olmadığı vakitte ve herşeyin kendisine yardımcı olanlar varken aynı vakitte ona kudret vermekle nasıl emin olur Sonra mahlûkattan onun yardımcıları olanı şeytanın aleyhindeki hareketinde yardımcı olmaktan onları nıenedecek olan Allah´ın yardımcıları ile karıştırdı. Allah-
Eğer karşılıklı anlaşma, bazı maslahatlar için olur derlerse cevaben şöyle denir : Zararlı haşaret ve elem verici eşya da onun gibidir.
Sonra Allah´ın kendi zıddmm karşısında korkuya düşmesi, kendisinin herşeyin Rabb´isi olduğunu bilmemesini icabettirir. Göz isabeti de böyledir. Kim ki kendisine göz isabet ederse, göz onu hükmü altına alıp kudretini giderir, ilmini yok ederse o, kendi nefsiyle değil, gayri ile Rab olmuş olur ve başkası ile yaratıcı olur. Böylece onların mabudlarına mabud değil, kul denmesi lâzım gelir. Sonra eza ve elem verici cevherlerden hiç birşey yoktur ki onlar, mahlûkata menfaat vermesin[147]. Onlar[148], kendi nefisleri ile ne zarar verirler ve ne de eziyet.[149] Fakat, âlim ve hakim olan Allah´m onları, birini eziyet verici ve zararlı kılması ile´ ve diğerini de nıen-
Sonra şeyin bir şeysiz olarak yaratılması ancak mahlûkatm kudret ve takatinin dışında ve tasavvurunun da kalkması ile olduğundan aynısının gerçekleşmesini söylemekten hiç bir kimse kaçınmamıştır. Çünkü cismin yaratılması ve onun tabiatleri ile rahimlerde var olması, yıldızların hareketleri ile meydana gelmesi veyahut âlemin bu tabiatın dışında bulunması, ziyanın ve karanlığın bağdaşması, sonra birbirine zıt düşmesi, zikrolunan vechin dışındadır. Oysaki gerçekten herşeyin hakikatini kim düşünürse onu böylece buluruz. Çünkü menide ve bütün gıda maddelerinde ve rahimlerde beşerin manâsını ifade edecek hiç bir şey yoktur. Sonra kendisinde akıl, fikir, işitme ve görme gibi hasseleri bulunan kimse, onların zikrolunan hususların dışına âlim ve hakim olan Allah´ın takdiri ile çıkmışlardır. Allah´ın kudreti ve iradesi ile var olmuşlardır. Bütün muhtelif tabiatler veyahut da hayır ve şer cevherleri böyledir. Kendileri ile amelleri arası serbest bırakılmış olsa, onlardan bir cevher meydana gelmez ve bir şeyin yaratılması da mümkün olmaz. Allah´ın benzerinin olmasını söylemek aklın düşüneceği şey olmaktan çok uzaktır.
Muhakkak biz geçen mevzularda muhtelif cevherlerin yaratılmasındaki hikmeti beyan edip şöyle demiştik : Cevherleri, güzeli güzel olarak, çirkini de çirkin olarak olduğu hal üzere yaratması ile Allah-
Ve cevherlerin birbirlerine tecavüz etmeleri[154] ve birbirleriyle uyuş-
Eğer fikirde tasavvur edilmeyen ile bir şeyden olmayan şeyin inkâr edilmesi caiz olsaydı, duyu organları ile her algı alamayanın onlarla idrâk edileni inkâr etmesi caiz olurdu. Çünkü duyu organının ulaşamadığı her gaip olanı inkâr etmesi anlaşılmamaktadır. îşte bu hususta mecûsîle-
Mes´ele (Peygamberlerin Gönderilmesinin İspatı Ve Kendilerine Olan İhtiyacın Açıklanması)
Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : İnsanlar, peygamberler ve getirdikleri dinler hakkında konuşup fikirler öne sürdüler. Onları din âlimleri, maneviyat liderleri ve beşerin akıllı ve hikmetli olanları ispat ettiler. Kendi yaratanmı bilmeyen kimse de onları inkâr etti. Allah´ın emrini ve neh-
Peygamberlerin gönderilmesi hususunda çaba ve güç harcamış olmayan kimselerin aczinin zahir olması da muhtemeldir. Onlar, bütün beşerin güç ve kuvvetlerini de imtihan etmemişlerdir.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz, yaratıcı olan Allah´ı inkâr eden kimse ile Allah´ı ispat etme hakkında münazara ve münakaşa ederiz. Çünkü Allah´ın peygamberleri göndermesi hakkında münakaşa ve münazarada bulunmanın mümkün olması ancak Allah´ın var olduğunu ve varlığının ispat edildiğini söylemenin lâzım olmasından sonra olur. Bununla beraber her iki hususun birden olması, peygamberlerin mucizeleri ile de mümkün olur. Çünkü peygamberler öyle bir kimselerdir ki kendi hal ve durumlarını bilen millet arasından zuhur etmişlerdir. Onlar, güçlerinin yettiği en doruk noktaya ulaşmışlar idi. Vaktaki onlar, akıllarına hükmeden âyetlerle geldiler —ki, aynısını getirmeğe onların gücünün yetmeğe muhtemel olmadığını bilmeleriyle beraber— kendisini gönderen tarafından vermiş olduğu haberi tasdik etmekle ilim elde etmek gerekir. Ve o ayet ve mucizeleri meydana getiren kimsenin peygamberliği ve getirip tebliğ ettiği dinî kuralların âlim ve hakim olan ve kendisini ispatta deliller meydana getirmeğe kadir olan Allah tarafından olması gerekir ki onu müşahede etmemelerine rağmen bu âyet ve mucizelerle kendisini bi´ sinler. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra emri, nehyi vaad ve vaîdi inkâr eden kimse, hikmeti meydana getirmek için hasıl olmamıştır. O, ancak Allah´ın kendisini var etmek ve yok etmek Üzere meydana gelmiştir. Sonra bilinir ki gerçekten her fi´linin akıbeti böyle olan kimse, hikmet sahibi değildir. Öyle ise bu hususlar Al-
Bununla beraber Allah Subhânehû ve Teâlâ, bizatihi ganîdir; fi´lin-
Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz, Allah´tan muvaffakiyet temenni ederek deriz ki; eğer Allah-
Sonra gerçekten mahlûkat, zararlı ve yararlı olmak üzere iki kısım olarak yaratılmıştır. Her cevherin elem ve tad verme karakteri içinde meydana getirilmesinin imkân ve ihtimali vardır. Bunların o şekilde var edilmelerinin muhtemel olması ancak sonuçların hasıl olması içindir ki, Allah-
Ve sonra Allah-
Yine emrin ve nehyin hikmeti olarak şu husus ifade edilir : Gerçekten Allah-
Sonra şu husus bir gerçektir ki, adalet ve doğruluk aklen güzel görülmüş olduğu gibi, zulüm ve yalan da aklen kötü ve çirkin telakki edilmiştir. Birinci grup, insanların kalblerinde taht kurmuş, onlarca hürmet edilmeye ve mükerrem kılınmaya lâyık[169] kılınmıştır. İkinci grup ise : Hakir ve hor ve korkunç birer varlık olarak insanların kalblerinde yer almışlardır. Bunun içindir ki akıl, kendi nimeti ile rizıklanan kimsenin şerefini yükseltecek şeyi yapmasını emreder. Kendisinin bulunduğu kimseyi küçültüp alçaltacak, hor ve hakir kılacak hususlardan da nehyeder. Öyle ise emir ve nehyin, aklın mecburi ve zaruri kılmasiyle de, var olması vacip olur. Sonra keramet ve yollarını benimseyen sözünde durup verdiği sözü yerine getiren kimse için sevap ve mükâfaat, heva ve hevesine uyup onları aklın gösterdiği iyi yollara tercih edene de azap gerekir. Bunun için bizim zikrettiğimiz hususlarda onlara adalet ve doğruluğun neler olduğunu göstermeleri[170] her ikisinin zıttı olan zulüm ve yalanın zararlarını[171] öğretmeleri için peygamberlerin gönderilmesinin gerektiğini ifade edilmesini icabettirir. Durumların icabettirdiği işin hamdü senaya muvafık ve mutabık olması için de mahiyetinin anlaşılması güç olan her şeyi de peygamberler işaret buyurup izah ederler. Tevfik Allah´tandır.
Sonra dünyada hiç bir akıl yoktur ki, nefsini, verdiği sözü yerine getirmeme ve şehevî isteklere dalmak hususunda onu ihmal etmekten razı olsun. Bilakis her akıl, nefsini kendisine zarar vermiyecek ve sonuçları iyi olup öğülmeye lâyık olacak şey üzere yetiştirmeğe çalışır. Bununla beraber kurtulmasını umduğu ve yararına olanı tamah ettiği şeydeki zararım gidermekten cahildir. Bunun içindir ki kendisini, işlerin sonuçlarını bildirip öğreten kimseye muhtaç kılar. Hatta nefsini şehevî isteklerine râm olacak şekilde ihmal etmeksizin peygamberin işaret duyurduklarını kabullenmeğe hazırlar. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra emir ve nehye iman edip tevhidi ikrar ettikten sonra zikrettiğimiz yönlerden, gönderilen peygamberleri ve onların tebliğ ettiği hususları inkâr edenlerle, peygamberlerin gönderilmesine duyulan ihtiyacın yanısıra kendisinde hastalık olmayan ve nefsi sâlih olan kimseye kifayet edecek, emir ve nehyin gerektiğine dair delillerden zikrettiğim hususlarla beraber -
Sonra akıllarda başlangıçta ziraat ile üretilen hususlardaki zararlı ve faydalı yönleri ziraattaki tedbir ve icad edilen şeyi bilmeye bir yol yoktur. Sonra cevherin tamam olup bilinmesinden sonra, onun nasıl kullanılacağını bildiren bir kimsenin bulunması elbette lâzımdır. Tâ ki o maddeler ile beslenme doğru olsun. Bununla beraber beslenmeye sâlih olması meydana getirilen şey de muhteliftir. Sonra haddini muhafaza etmediği vakitte kendisinden faydalanan kimseyi zarara sokacak şeylerden yenecek maddelerde çeşitli ezalar var edilmiştir. Çünkü o, onun sınırını bilen kimseden meydana gelmiştir.
Sonra kendisine zarar verdiği vakitte zararını giderecek kadarıyla devasını öğretti. Sonra tabiatların birbirine uymaması ve öldürücü zehirlerin kullanılması ile tıp ilimlerini var etti ki, zararlı olandan bedende kendisi ile faydalanacak olduğu kadarını bitebilsin. Sonra kendileri ile örtünme, kapanma elde edilen ve sıcak, soğuktan konumlan çeşitli elbiselerin meydana getirilmesi için var olan sanatların meydana getirilmesi; sonra güçlü kuvvetli hayvanlardan kendileri için yaratilanlardaki faydayı onları ehlileştiren kimse hangi yarar için yaratıldıklarını bilmezler. Yani onlar menfaatler için mi yaratılmıştır veyahut gayri için mi yaratılmıştır Onları nasıl hazırlıyacaklarmı bilmezler. Çünkü yaratılan hayvanların yaratılışında kendisi için yaratıldığı şeyden kaçınma vardır. Tâ ki ona alışıp boyun eğsin ve itaatta bulunsun. Sonra din ve dünya hususlarının ancak kendileri ile ikâme edebilecek oldukları çeşitli ticaret sistemlerinin ihdas edilmesi; sonra ihtiyaçlarının memleketlere yayılması kî, onların ne tabiatlarında ve ne de akıllarında kendilerinin muhtaç olduğu §eyi nereden talep edeceklerini açıklıyacak veyahut delâlet edecek bir şey olmadığı gibi onların yolunu bilecek de bir şey bulunmaz. Çünkü akılda bunların bulundukları yerlere delâlet edecek ve yollarını gösterecek bir husus yoktur; sonra insanın dünyada yaşamasını teinin eden ve Ahiret´ini anlamasını sağlayan dinlerin öğrenilmesinde; sonra isimleri öğrenmemizde -
Bununla beraber musibetlerin gelmesindeki insanların bazısının bazısına sızlanıp yalvarmalarının var olmasından bilinen bir iştir ki, bu husus ve onları üzen önemli işlerden[176] kendilerinin reyinden yardım istemeleri, kendilerinin katında âlemde üstün kılman ile[177] müşavere etmelerine yönelmelerinde; sonra edebin fenlerini talimde; sonra her birinin kitapları okumaktan ve filozofları dinlemekten çeşitli ilimden istifade etmeğe kalkmaları delâlet eder ki, gerçekten onlar kendi akıllarını, ihtiyaçlarını yerine getirmek ve yardım talep etmekte kâfi görmüyorlar. Öyle ise aklen bir gerçek, doğru olarak öğüt verene yakarmak gerekmektedir, îşte bunlar da mahlûkatin o kimselere karşı besledikleri zannıdır ki, gerçekten onlara adı geçen kimselerin dilleri ile ilimler ulaşmıştır[178]. îşte o hususlar üzerine din ve dünya işi tesis edilmiştir.
Sihir ilmi de ona göredir. Eşyanın cevherleri, muâlecenin çeşitleriyle itibar olunur[179]. Din, mal ve vatan düşmanları ile savaşma ilmi de zahirde[180] dillerden ve dillerde bulunan hususlardan alınmaktadır. Onların ilk öğrenilmesi de âlim ve hikmet sahibi olan Allah-
Sonra, aklın zaruri kılmasiyle peygamberlerin gönderilmesinin gerektiğini söylemeyi lâzım kılan hususlardan biri de şudur : Gerçekten, in´âm edenin, ve ona şükretmenin güzel olduğu hususu aklen sabit olmuştur. Aynı zamanda onu, yani nimeti veren Allah´ı inkâr ederek küfrân-
Sonra, insan duyu organlarından biri üe bilinip anlaşılan hiç bir şey yoktur ki, duyu organının sapasağlam olması ve onunla her hangi bir şeyi idrak etmesindeki hususta Allah´ın nimetleri bulunmasın. Bu nimetleri ihata edip anlamaktan kul aciz olur.
Bundan sonra, bu hususu ifade etmek İçin iki ibare vardır : Birincisi : kendilerine in´âm ve ihsan edilenlerin şükretmelerini gerektiren hususun birbirinden farklı olması, nimetlerin miktarında bibirinden fazla olması. Bunun sonunu anlamağa ve bilmeğe, o, nimetleri yaradanm ilminden başka hiç bir kimsenin ilmi yetmez. Buna göre de, o nimetleri tam manâsiyle kendisine şükredilecek olan şeyi akıl bildiremez, onu ancak nimeti veren Allah bildirip öğretir. Öyle ise aklen o nimetleri vereni haber verip öğretecek birinin olması gerekir.
İkincisi : Gerçekten o nimetler, duyu organlarına yayılmış ve taksim edilmiştir. Duyu organlarından her bir organa o nimetlerden bir nimet isabet etmiştir. Bunun içindir ki, nimetlerden kendisine verilen için şükretmekte her azanın kullanılması lâzımdır. Bununla beraber, eğer sen, nimetlerin miktarını, anlayıp öğrenmek istersen, azaya bir illet ve âfet isabet etmek suretiyle hastalığa mübtelâ olup o nimetten istifade edenıi-
Yine, Allah-
Sonra, peygamberlerin gönderilmesinin, ve onlara ihtiyaç duyulmasının akim zaruri kılmasiyle vacip olması hususundan, bu mevzuda asıl olarak ele alman bir kaç vecih vardır :
Birincisi: Mahlûkatm, her birinin diğerinden daha haklı, nimetlerin kendisinde bulunması daha doğru ve evlâ olduğunu iddia etmek suretiyle aralarında düşmanlık ve dolayısiyle kavga ve gürültünün bulunması; bunu halledecek ve giderecek, dert dökülecek birinin kendi içlerinde bulunmadığma, kendilerine aralarındaki husumeti giderip birbirlerini sevdirecek, onları bir araya toplayıp yekdiğerine kenetlestirecek olan şeyi gösterecek ve aralarındaki davada âdilâne hükmetmek için kendisine başvurulacak olan birinin içlerinde bulunmadığına ittifak etmeleri. Bilinen bir gerçektir ki, husûmet, kavga etmek, her yok olmanın mukaddimesi ve her türlü fesadın anasıdır. Akîen bunların hepsi de kötü ve çirkindir. Akılların sonu, şu noktaya varmıştır ki, gerçekten bilme ve salahtan, kendilerinin yaratılmış oldukları hususa onları götürmek[182] yer ve vazifelerini tayin etmek için mutlak birinin bulunup onlara bildirmesi lâzım. Bilinir ki, bu hususları daha iyi bilen, kendilerini yoktan var eden, yaratandan başka bir kimse yoktur. îşte bu hususlar, bunları kendisinden öğrendiğimiz Allah-
İkinci olarak diğer bir delil : Malûmdur ki, bilginler, din ve dünya işlerinde, kendi yararlarına olan şeyi anlamakta birbirlerinden üstün olurlar. Kendilerine yararlı olan hususlar birince idrak edilir; fakat di-
Üçüncü vechi tegkil eden başka bir delil : Herhangi bir iş, gafletin kendisine çağırdığı yere rücu etmesinden veyahut aklen ondan daha iyi ve tercihli olan şeyden başkasının kendisine gösterdiği hususu sinelerin bazısına lâzım kılmasından hâlî kalmaz. Eğer hak ve gerçek olan ilki olursa, akılların arasını cemedip bir noktada birleştirmek muhakkak vacip olur. Aklının kendisine gösterdiği şeyle ifade ettiği zaman da, hepsinin görüşlerinde isabet ettiklerini söylemek gerekir. Bu husus, aklına itimat eden her din sahibinin isabet ettiğine şehadet eder. Görüşlerin ve sözlerin birbirine uymayıp tenakuz içinde bulunduklarından bu hususun kabul edilmesi mümkün değildir. Eğer ikinci vecih olursa, onun aklı tıpkı Allah tarafından gelen Peygamber gibi olur. O da, kendi şahsını bize bildirecek bir delile muhtaç olur. Sonra Allah´tan haber verdiği şeyin doğru olduğunu bildirecek delille, akliyle her söylediğinde hakka[184] isabet ettîğini bildirecek delilin arasında hiç bir fark yoktur. Her şeye muvaffak kılan Allah-
Bununla beraber, şu husus da bilinir ki, hakikaten meşguliyet[185] ve meşgalenin yoğunlaşması akılları kaplayıp örter. Gam ve kederler, insanın yaratılmış olduğu haldeki çeşitli durumlar da böyledir. Çeşitli elemler, sayılmayacak kadar her gizli ve açık olan hususlar da hakkı ihata edip anlamadan aklı menedip meşgul eden sebebler de böyledir. Şehevî ve nefsânî isteklerin, galebe çalması, ümit, emel ve izzetlerin çoğalması da yukarıda geçen hususlar gibidir. Bunun içindir ki, onlara gerçekleri açıklayacak hak olan hakkında şüpheye düştüklerinde onları aydınlatacak olan Allah, peygamberinin gelmesi elbette ki lâzımdır. Kuvvet´ancak Allah´tandır.
Biz geçen konularda Allah´a hamd olsun, peygamberlerin[186] gönderilmesine akılların muhtaç olduğunu beyan ettik. Onların hak ve gerçek olduklarını, onların hepsini akılların ihata etmekten aciz olduklarım ifade ettik. Bu hususun aslında iki vechi vardır.
Birincisi, gerçekten Allah-
Bu konu hakkında dördüncü delili teşkil edecek başka bir vecih de şöyledir : Gerçekten Allah-
Sonra asıl olanlar üçtür : Vacip olan, mümteni´, yani mümkün olmayan ve ikisinin ortasında bulunup mümkün olan. Âlemin bütün işi bunlara göre cari olur. Binâenaleyh aklen bir cihetten vacip olan, haberin gayri ile gelmesi caiz olmaz. Mümteni´, yani mümkün olmayan da böyledir. Mümkün olan ise, haberin başkası ile gelmesi caiz olur. Çünkü mümkün olan bir halden başka bir hale, elden ele ve birinin mülkü olmaktan başkasının mülkü olmaya intikal eder. Onda ise aklen bir ciheti ieabettirme olmadığı gibi, bir ciheti de menetme yoktur. Öyle ise peygamberler her hal ve durumda onlardan daha iyi ve evlâ olanını beyan etmek için gelirler[191]. Tevfik Allah´tandır.
Mu´cizelerde zikrolunan hususa gelince; gerçekten onlardan her biri için bilinen bir alâmet ve zahir olan bir işaret vardır. Bununla beraber bu hususa itirazda bulunmak ve kargı gelmek fasid ve batıldır. Zira o, birini, verdiği haberinde tasdik etmek veyahut bir şeyi kesinlikle ikrar etmemekten hâli kalmaz. Eğer bîrinin verdiği haberi tasdik ederse, sorusu tasdik ettiği o şeye vaki olmuş olur. Eğer kesinlikle bir şey ikrar etmiyorsa bu sefer haberi kendisinden düşmüş olur. Bununla beraber müşahede etme yolundan hakikatlerin gayri olarak çıkanlarla karşılaşma söylediğinden daha açık ve seçik olur. Sonra onunla mevcudatı bilmeyi nefyetmek vacip olmaz. Öyle ise zikrolunan hususlar nasıl vacip olur Peygamherlerin asrının gayrinden zikrolunanlar ise, onlar, haberlerin kabul edilmesinde bir sözdür. Kendisi mecbur olduğundan dolayı bir yönden ona lâzım olur. Böylece onun sa´y-
Şu söylediği sözde münazara edilebilir : öğülen ve helâl kılınanlardan akim haranı kıldığı şeyi aklın icabettirdiği şeyden veyahut tabiatın gerektirdiği husustan onun hakkında ilmi olanın kendi nefsinin çirkin gördüğü ve tabiatının nefret ettiği her şeyi menetmesi ve reddetme cihetine gitmesi hakkıdır. Böylece hükümleri, hakikatlerinden değiştirir ve bu hükümlerinin cehaletinden ve akılsızlığından dolayı meydana çıktığını beyan eder. Onun gibisi olanın akim hakikatini bilmesi hakkıdır. Böylece hükmünü iptal etmiş, hevâ ve hevesten dolayı aklı bilmediğinden-
Sonra eğer akıl ondan yani peygamberin gönderilmesinden müstağni olsaydı, peygamberlerin gönderilmesinin Allah´ın bir lûtfu ve ihsanı babından olması da caiz olurdu. Zira Allah-
* Sonra akıl, o hususlardaki ihtiyacı gidermeğe, her türlü yardımlaşmaya Allah-
Sonra gerçekten heva ve hevesin isteklerin hepsi müşahede edilmiştir hissedilmiştir Hakkın amelinin sebeblerinin hepsi de gaiptir, görülmemektedir. Çünkü söylenen sevap, azap, emri, şehevî istekler ve lezzetli hususları terketmeği yadetmekten ibarettir. O ise tabiata ve heva ve hevese güç olan bir iştir. Bunun içindir ki, o hususlarda onları Ahiret âlemini görmeğe davet eden kimsenin görüşü ile ve kendisinde kolaydan güçlüğe dönüşen hususlardan haber verenlerin yardımını istemeğe muhtaç olurlar. O da mahlûkatm hakkı olmuş olur. Böylece tabiata muvafık olan şeyin kolaylığı gibi tabiata kolaylık hasıl olmuş olur. Tevfik Allah´tandır.
Asıl olandan başka bir çeşit vardı ki, o da peygamberlerin beraberlerinde kendilerini inkâr edenlerin hepsine bildirecek husustan olmak üzere delillerin bulunmasıdır ki, onlardan hiç birinin peygamberi yalanlamayı gerçekleştirecek delil veyahut kendisinden inatçılarda bulunan sıfatı giderecek bir şey bulunmaz. Bununla beraber peygamberleri inkâr edenlerin onların delillerine mı^tabelede bulunacak bir çok hileleri vardır. Bazan da peygamberleri sihirbazlık ve diğer yönlerde ta´n etmeleri bulunmaktadır. Sonra peygamberlerin getirmiş oldukları nurları söndürmek hakkında dünyalarında en büyük çabayı harcayıp ellerinden geleni geri komanıalarına rağmen onlar, o nurun parlaması ve galebe çalmasından başka bir gey görmediler. Hatta Allah-
Sonra hiç bir millet yoktur ki, kendilerinin amel edecekleri, yaşantılarım nizâm ve intizama sokacak kanunlara tâbi olmasın; benimsemeleri gereken temel prensipler olmasın. Her millet, idarecileri tarafından konan kanun ve yönetmeliklere uymak zorundadır. Bunun içindir ki, onlar gibileri için kendilerini yarattığı zaman onlara yararlı olan hususları bilen ve meydana getiren bir yaratıcı ve idare edicinin bulunması elbet-
Sonra biz burada Verrâk´m[193] söylediklerinden bir kısmını zikredeceğiz : Peygamberlerin tevhîd akidesini ispat edecek mucizelerden izhar ettikleri husus hakkında şöyle der : Peygamberler, mahlûkatm imtihan oldukları kuvvetlerle imtihana tâbi´ tutulmadılar. Fiiller hakkında kendilerinden yardım taleb edilen âlemin tabiatlarına da vakıf kılınmadılar. Hatta onların ekserisinin ilmi o hususa ulaşmamıştır. Onlarla hilelerin ulaştığı yerleri nasıl bilirler Onların gördükleri taaccüp verecek, insanı hayret içinde bırakacak oyundan başka bir şey midir Sihrin meydana gelmesi de mıknatısın demiri kendisine çekmesinden başka bir şey midir
Kendisine cevap olarak göyle denir : Sen, şu söylediğin sözlerin bir ta´n ve lekelemek olduğunu bilmen için, zikretiğin yere ulagtın mı Peygamberler, her ne söylemişlerse ifade buyurduklarının her biri ilk ortaya attığı bâtıl sözünün cevabını teşkil eder. Kendisine verilecek olan bir cevap da şöyledir : Eğer âlemin cevherinde zikrettiği husus bulunup mıknatıs hakkında söylediği şeyin zahir olması ihtimali bulunmuş olsaydı; zikretiğinin taştan zuhuru mümkün olmazdı. Çünkü mucizeîerdeki uzaklığı, ihtimalin dışında olduğundan özel olan ancak kendi ismi için muhafaza edilir. Onu âlemin cevherine tahsis etmek, gerçekten çok taaccüp edilecek bir husustur. Öyle ise onlar, peygamberleri izhar ettikleri mucizeleri vacip kılar. Hususiyle mucizelerin onlar için"[194] iddia ettiği şeyle cevherlerin dışına çıkmaktan ibaret olan mucize getirilmiş olur.
Bununla beraber, biz geçen konularda açıklamıştık ki, gerçekten Peygamber bir tabiat üzere bulunan kavmin arasında doğup yetişmiştir. Onlar, peygamberin getirip tebliğ ettiği hususu görmüşler, dâvasını te´yîd eden mucizelerin getirilmesi gibi hususların[195] benzeri gibisini birinin cevheri ile meydana gelmesi mümkün olmadığını bilmişlerdir.
Sonra yerin cevherine muttali olmakla onlardan mümkün olmayan şeylerin çeşitlerinden omlak üzere peygamberlerden bir çok mucizeler zuhur etmiştir. Ancak yerin cevherlerini bilen kimse müstesna. İşte zik-
îbni Râvendî ona itiraz ederek der ki : Biri iddia edip dese ki; kendisi öyle bir yaratılıştadır ki, onunla yıldızlarla konuşur, yahut güneşe karşı dikiliverirse güneşin ziyasını giderir, yahut denize elini değdirdiği zaman deniz, içinde bulunanların hepsini dışarı atar, denize ayağım değdirdiği zaman ise deniz hemen buharlaşıp yükselir, göğe doğru çıkıp yağmur yağdıran bulut olur. Bilinen tabiat ve yaratılışlarının dışına çıktıklarını öne sürdüğü şeyin yalanlanması lâzım olduğu gibi ilk sarfettiği sözün de onun gibi olup yalanlanması gerekir. Bununla beraber yalanlayanın yanında hiç bir şey yoktur. Diğerinin yanında ise, zan-
Ebu Mansur (r.a.) diyor ki : Hakikaten o, şâhid olmadığını biliyor. Bilâkis onun ilmine hiç bir şey ulaşmamıştır. îkinci olarak´da o husus hakkındaki delilini mihnet ve musibete talik etmiştir ki, o da muhakkak lâyık olmuştur. Üçüncü olarak ise; denir ki : «Çünkü o, tedbire ulaşmamıştır; Öyle ise onun peygamberlerin söylediği husus olduğu sabit olur.»
İleri sürdüğü felsefî fikir ve görüşüne de şu cevabı vermiştir : Hayvanda bulunan terkip, ölen bir terkiptir. Bir grup insan eğer onu idrâk etmiş olsalardı peygamberleri de idrâk ederlerdi; dedikten sonra siz onun aptallığını düşününüz ki, sonra delil olduğu halde peygamberlerin sözünü inkâr ediyor. İkinci olarak; gerçekten filozofların hepsinin aklı imtihan olunmamıştır. Onlar da hepsinin tabiatlarım anlayıp incelememiştir, tecrübe etmemişlerdir. Üçüncü olarak da der ki : Eğer hayvan terkiple olmuş olsaydı hayatının miktarı ve müddeti muhtelif olmazdı.
Tabiat bakımından diyor ki : Gerçekten nefis onu reddetmeğe tamah etmiyor. Ona galip gelmeği de ummuyor. Onun cevabı da şöyledir : Hakikaten hepsinin tabiatları imtihana tâbi tutulmamıştır. İkincisi, peygamberlerin sözünden istifade etmekle buna ulaşıp yerleşmişlerdir. Üçüncü olarak da denir ki: Peygamberlerin mucizeleri böyledir O, ancak onlar gibisini getirmekle güç olanı tamah eder. Halbuki onlar, tamaha ihtimalleri bakımından var olmuşlardır. Bununla beraber onlarda korkutmak ve azarlamakla birlikte tamah etmeme hususu da vardır. Onlar da ayın yarılması gibi kesinlikle tamah etme ihtimali bulunmıyan-
Sonra kendisine şöyle denir : Sen muhakkak olarak bir şeye inanır mısın Eğer hayır, inanmam, derse; anlaşılır ki o, zikrettiği kimseyi yalanlamaya inanmadığını ve onun da kendisi olmadığını ikrar etmiş olur. O, ne diridir ve ne de ölü. Binaenaleyh ona itiraz etme ve cevap verme teklifinde bulunmak hatadır. Eğer evet, bir şeye kesinlikle inanırım derse; kendisine şöyle denir : Belki sen ona idrâkinin kuvvete ulaşamadığı ve ilminin eşyayı ihata edebilecek bir noktaya varamadığı şeyle inanıyorsun. Çünkü sen inananlardan bir çoğunun itikadının bâtıl ve fâsıd olduğunu gördün. Belki de senin tabiatın sana o fesadı göstermiştir. Tabiatlardan temiz ve pak bir tabiatın, senin inandığın şeyi idrâk etmiş olması ve senin de cehlini ortaya çıkarmış bulunması cazidir. Ne kadar söylediği söz varsa o, onun İnkâr ettiği sözlerin hepsine cevap teşkil etmektedir. Meselenin aslı odur ki; gerçekten her kimse marifetlerin dışına çıkarmayı, o yok idi veyahut belki de yoktu demenin dışında, tabiat-
Sonra bizim katımızda peygamberlerin bildirmeleri hakkında asıl olan iki vecihtir. Birincisi; peygamberlerin halleri öyle bir şekilde zuhur etmiştir ki, akılları kendilerinden[196] şüpheyi reddeden, küçükken olsun, büyükken olsun onlarla birlikte yaşadıkları,[197] kendilerinde nıüşahade ettikleri şeyle onlardan kötü düşünceyi kabullenmekten çekindi de onları[198] milletleri arasındaki hayatlarında´[199] tertemiz, ak -
Bunun için, onu reddeden, bildikten sonra ona kin besleyen, getirdiğini kabul etmemede inatlaşan kimsenin reddetmesi gibi reddeder. Bunu, ya onun hilâfına hareket etmeği âdet edindiği, ünsiyet kesbettiğinden dolayı, yahut hemen şöhrete ulaşmak ve şerefe kavuşmak için veyahut da bir çok tamah ve ümitlerden dolayı yapmıştır. Yoksa, hiç bir kalb yoktur ki, mevkii ve derecesi bunun aşağısında olmayana meyletmesin. Kuvvet ancak Allah´tandır.
İkinci vecih şöyle ifade edilir : Peygamberlerin izhar ettikleri mucizeler, basiretli olan kimselerin onlar gibisine tamah etmelerinin mümkün olmadığı veyahut mucizelerin künhünü anlamaya ulaşamadıkları şeylerden olmaları ile kendilerinin tabiatları dışında vukubulmuştur. Bununla beraber birisinin, öğrenmek ve çalışmakla bu hususlara, yani mucizeleri meydana getirmeye ulaşmasının ihtimali olsaydı, gerçekten peygamberlerin mucizeleri yaratılışlarındaki peygamberlik vasfı ile olurdu, yoksa Öğrenmek ve çalışmaklan değil; onlar, o şekilde terbiye edilip yetiştirilmiştir. Onların mucizelerinden istifade ederek meydana getirdikleri düşünülemez. Hakikatte Allah onlara, mucizeleri ikram etmiştir.[206]Çünkü Allah, onları kendisinin vahyine emin kılmıştır.[207] ST Onlarda Öyle bir mânâlar vardır ki; o mânâlarla kendileri sihirbazların mafevkinde bulunurlar. Gerçekten sihir ilminin aslı gökten gelmedir.. Fakat insanlar onun aslını unuttular ve Öğrenmekle sihri nesilden nesile ulaştırdılar. San´atlar, meslekler ve kazançların hepsi de böyledir. Kim ki, ikram olunmuş, fakat bu ikramın bilinen yoldan olmadığı zahir olmuşsa, o bilir ki gerçekten o ikram yüce olan Allah´ın tahsis etmesidir. Bununla beraber onlarla beraber öyle mânâlar vardır ki, o mânâlarla kendilerinin peygamber olarak gönderildiği bilinir. O mânâlar, öyle hakikatler meydana çıkarır ki, mahlûkat baki kaldığı müddetçe baki kalır. Sihir de gözün alıp, sonradan kaybettiği bir şeyden ibarettir. İkinci´olarak gerçekten peygamberlerin mucizesi, peygamber olmayanın onu iddia etmesini meneder. Eğer bir yönünde sihir olmuş olsaydı, onunla beraber baki kalırdı. Hal bu ise, böyle bir şey yoktur. Üçüncü olarak denir ki : Gerçekten öğrenmekle garip ve acaip olan şeyleri meydana çıkarmakla mükellef olan o kimseler, evet onlar,[208] muhakkak şu hususa meylederler ki, eğer yaptığı sihir hak olmuş olsaydı, o sihir kendisini dünya metâmdan müstağni kılardı. Böylece sihirbazlarla beraber yalana delil bulunur.
Dördüncü olarak da şöyle denir : Gerçekten peygamberler insani nn karakterinde inkâr hususu bulunan şeyi hamilen gelmişlerdir. Onlar da lezzetli ve şehevî isteklerden menetme ve insanların dünyada şeref ve haysiyet, namus ve izzetlerini koruyacak hususlardır. Peygamberler, insanları adı geçen iyi hususlara Allah için imtisal etmelerini ve kötü lükleri de Allah için terketmelerine çağırmışlardır. Beşinci husus ise; peygamberler, insanlardan gelen tehlikelerle çevrilmişlerdir. İnsanlar, peygamberlerin aleyhindeki çabalarını, onların zayıf oldukları ve insanlardan kendilerine az yardımcı bulunduğu vakitte göstermişlerdir. Ve aynı zamanda peygamberlere inanmayanların bu kötü hareketleri peygamberlerin, zalim hükümdarlara karşı çıkıp onların zevkli yaşantılarını bozmak suretiyle onların tedirgin ettikleri vakitte vukubuhnuştur ki, kendileri Allah katından gelen yardımla kuvvetlerini izhar etmişlerdir. Peygamberler, hükümdarların kendilerine muhalif olanlara kötülük edip cezalandırdıklarım ve özellikle muhalefet edenlerden topluluklarını bozacak ve işlerini dağıtacak olan kimseden korktuklarını bilirlerdi. Ve yine peygamberler gerçekten akılların kabul edecekleri hususu beyan ederlerdi. Siyasetleri, milleti ve memleketi idare etmekteki siyasetin en güzeli idî. tnsanlan derleyip toplamak istedikleri husus, insanların din ve dünya menfaatlarmı, refah ve saadetlerini temin edecek en mükemmel hususlar idi. Ve yine peygamberler, hiç bir şeyde ona kendi içtihatlarından davet ettikleriyle kusur etmediler. Onların, kendi dâvalarının hiç bir noktasından rücu ettikleri rivayet edilmemiştir. Ve hatta görülmemiştir. Onların ahlâklarından hiç bir kötü ahlâk bulunduğu bilinmemiştir. [209]Peygamberlerde, insanların kendilerinden uzaklaşmasını doğuracak sebeplerden hiç bir şey bulunmaz. Onlar, cömertlik, cesurluk, üstün ahlâk, mahlûkata rahmet ve şefkatte bulunma, dünyada zühd ve takva sahibi olma, mahlûkatın yararına olan her türlü zahmet verici hususu yüklenme, bunlardan daha başka herkesi kendisine meylettirecek güzel huy ve kendisine hürmet ve tazim ifade edecek makam ve mekân sahibi olma gibi noksan olmayan ve tamam olan hususlarla vasfolunma-
Bunlardan başka peygamberliğini izhar etmeği devam ettirecek âyetler ve mucizeleri vardır. O, «Hâmetü´l -
Sonra, Kur´an´la ihticac olunan Verrâk, birkaç yönden bu hususa taan etmiştir. Birincisi onların belagat ve fesahatte birbirlerine benzememeleri; belki o, içlerinde en fesahat ve belagat sahibi olanın meydana getirdiği eserlerdir. İkincisi; gerçekten peygamberle savaşmaları, Kur´an´m aynısını söylemek ve getirmekten onları meşgul etmiş ve alıkoymuştur. Üçüncüsü; hakikaten onlar, görüş ve bilim, düşünce ve fikir sahibi değillerdi. Görülmüyor mu ki, zaruret erbabınca sebepleri tam mânâsı ile bulunmakla beraber ikrar etmede ve kazanç erbabınca aynı sebeplerin bulunması ile beraber bakma ve düşünme ve bilmeden menediîmişlerdir. Dördüncüsü; bütün millet içinden kendisine o şeyin bulunmasını icabettirmeksizdn birinin güç ve kuvvetle tahsis edilmesi. Meselâ peygamberlik verilmesi gibi. Veyahut onların kudretlerinin fikir ve seçmek ile kâim olması ki, onlar bununla mükellef kılınmadılar. Bu iftira ve ta´nlarına göyle cevap verilir : Birincisi; istenildiği şekilde ça-
İkinci bölüm olarak zikrolunanların muhtemel olmadığı söylenir. Çünkü bununla onlar, mallarını, canlarını harcamaktan müstağni idiler. Ve onlar harplerden önce yirmi seneye yakın bir zamanı ihmal edip boşa geçirmişlerdir. Ve âyet-
Sonra sitem bütün beşer ve cinlere vukubulmuştur. O husus gerçekten yayılmış ve her yerde zuhur etmiştir. Yine onu bu yöne ve getirmiş olduğu hususu yaymaya sevkeden güç, onların arasında yetişmesinden"[217] hasıl olmuştur. Eğer onların arasında neşet etmesiyle[218] beraber kendisinde bir görüş, bir anlayış var idi ise yine o, kendisindeki beşer üstü kabiliyetin bulunmasından dolayı idi. Kuvvet ancak Allah´tandır. Dördüncü sözüne göyle cveap veriliyor : Gerçekten Allah-
Sonra eğer peygamberin kendisine verilen kuvvet üstünlüğü, kendi âmelinden ve çalışmasından olsaydı, onları kendilerine ulaştırmak için elinden bîr şey gelmemiş olurdu. Kuvvet üstünlüğü onlarda yoktur. Çünkü peygamberde olanın benzeri hiç bir şeyde bulunmaz. Bu hususlar delâlet eder ki, Allah-
Biz, inşaallah bu te´villerin tümünü kendi bölümündeki sözü bitirdikten ve bedîhî olarak ifade edilen sözden sonra zikredeceğiz. Onlar gerçekten geciktirildiler. Bununla beraber beşerden, kuvvetin üstünlüğü kendisinden sorulduğu vakitte onu bilen kimsenin olmasının ihtimali yoktur. Onlar, gürler yazmakla, sonra savaşların vukuu ile ve yardımcıları toplamakla, araç ve gereçleri elde etmek için mal ve mülk harcamakla ve kendi yaşıtları ile çatışmakla ve en korkunç bir şekilde birbirleri ile vuruşmakla mükellef idiler. Eğer onlarda bu hususu yerine getirmek için çalışmada bulunma heves ve isteklerinin ihtimali olsaydı, bu iş onlara çok kolay gelirdi. Sonra onlar, üç âyet gibi sûrenin getirilmesi için çağrıldılar. Eğer beşerin gücünün buna yetmesi ihtimali bulunmuş olsaydı, bu hususu yerine getirmek için zamandan bir saat kâfi gelmiş olurdu. [219]
İbni Râvendî´nin[220] Peygamberlik Hakkmdaki Kösleri Ve Sökerinin Fâsiâ Olmasının Açıldanması
Şeyh Ebu Mansur (r..a) diyor ki : îbni Râvendî, peygamberliği ´ispat etmede geçen konulardaki gıda maddeleri ve öldürücü zehirler ile delil getirdi ve sonra şöyle dedi : haber hakkındaki iş, ya kesinlikle sabit olmamak veyahut da tevatürü ve tevatüre mecbur olan hususu kabul etmemizden hâli değildir. Eğer haberin kesinlikle sabit olmadığı kabul edilirse geçen günler ve o günlerde vukubulan hâdiseler ve uzak yerler hakkında malûmat sahibi olmayıp cahil olmak vacip olurdu. Mütevâtir haberi ve ona mecbur olan hususu kabul edersek onunla peygamberlerin haberlerini kabul etmek vacip olur. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Sonra biz onun Kur´an´la deliller getirmeleri yönünden yaptığı taan ve sistemin fasid olduğunu açıklayan hususların cümlesini zikredeceğiz. Çünkü o deliler bir çok yönden ele alınmıştır.
Birincisi : Kur´an´m nazmı ile ki, onda arabm Örfünün ve âdetinin dışına çıkacak hiç bir garabet ve sonradan uydurma yok. idi. Bilâkis Kur´an´in nazmı en güzel nazım ve en tatlı lâfızdır. Arap, bu hususta en güç olan kuvvetlerini harcamaya tahammül etti. Hatta o uğurda helak oldular. Kendilerince şeylerin en sevimlisinin selâmeti, sitem ve tahaddi ile beraber kolay olan işin terkedilmesinin imkân ve ihtimali bulunmaz. Halbuki onlar hayattır, ruhun ve canın tebeddül etmesi ona olan benimsemeleri ile ve tutumlu olmalarına rağmen ancak onların yaradılışı veyahut imtihan olunmaları bakımmdan kendilerinde zuhur eden acizlikten dolayı vukubulmuştur.
İkincisi: Bütün işlerin beyan edilmesi ki, onunla ehl-
Üçüncüsü : Kendisine müyesser olan fütuhat İle verilen haberler; insanların, dinine fevç fevç, bölük bölük girmeleri; dininin düşmanlarının çok olduğu, yardımcılarının az, kendisinin kuvvet bakımından zayıf olduğu bir zamanda diğer dinlerin üstüne bulunması. Bunların hepsi Kur´an-
Dördüncüsü : Gerçekten Allah-
Ve yine Allah-
Bu mevzuda asıl olan şudur ki, gerçekten Resulûllah Sallalahû aleyhi vesellem öyle bir asırda peygamber olarak gönderildi ki, o zaman tevhîd bilinmiyordu. Bilâkis, putlara, ateşlere ve heykellere ibadet edenlerle dolu idi dünya. Binaenaleyh kendisine Kur´an´dan gönderilen husus en başarı sağlanmış hususlardan[226] idi ki, eğer insanlardan geçen kimselerden teşkil eden âlemin muvahhidi toplanmış olsaydı ve delilinin üstünlüğü ebediyyen kendisine bahsedilen kimse olsaydı, bir mucid üzere kadir olmayan o zaman da herşeyi ihata etmek şöyle dursun, onun, onda birine ulaşma ihtimali dahi bulunmazdı. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Peygamberimiz Muhammed Mustafa Sallallahualeyhisevesellem´in peygamberliğini ispat etme babında bizim yahudîler için delil getîrmig olduğumun ve açıkladığımız Allah-
Birincisi : Vaadetmek ki, eğer gerçekten onlar ölümü isteselerdi muhakkak ölürlerdi.
İkincisi : Gerçekten yahudiler ebediyyen ölümü istemezler. Onlara öiümü istemekten daha kolay gelen bir şey yoktur. Hiristiyanlarla lanet-
Verrâk, sözlerine şu hususu da katmıştır : Yahudiler eğer dilleri ile ölümü isteselerdi, muhakkak kendilerine ölümün kalben istenmesi mu-
İkincisinin cevabı ise şöyle ifade edilmektedir : Eğer öyle olmuş olsaydı onlar, Allah-
Fakih Ebu Mansur (r.a.) diyor ki: Eğer zikrolunan hususun var olması Resulullah´m vermiş olduğu haberle olmamış olsaydı onlar, elbetteki ölümü temennî etmezlerdi. Fakat bu verilen haber, onların bu hususu işlemiyeceklerini bilenin haberi ile vukubulmugtur. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Ve yine Verrâk, ta´n ederek der ki : Eğer müneccimlerin sözlerinin hükmü üzere olup onların katında tekerrür etmemiş ve hatta cevap vermekten kaçınmış bir hâl almamış olsalardı, bunun dışında Resulul-
Ve yine Allah-
Sonra o husus ancak onu bilen kimsenin nezdinde ihtilâfı zahir olan kimse ile olur. Malûmdur ki Peygamber onların arasında doğup büyümüştür. Bu hususlardan kendisinde bir şey vukubulduğu bilinmiyor. Eğer bir şey olmuş olsaydı, mukabelede bulunmakta şu kadarı kolay olurdu, ondan âciz kalmazlardı.
Kur´an haberleri hakkında da dil uzatarak der ki; Kur´an´ın haberleri, haber-
îbni Ravendi der ki : Bu cahiller mahfelierde bulunan kimselerdir. Yoksa onun hakkındaki iş öyle yayılmıştır ki, kendisinden.[231]önce geçenlerde bile sirayet etmiştir. Hatta ondan bir şey, yakın olanlardan şöyle dursun uzak kalanlara dahi gizli kalmamışür. Ve yine Yahudilerin ve hiristiyanların bu konuda icma´ edip fikir birliğinde bulundukları yalanı ile dil uzatmıştır. îbni Ravendi, bu hususta şöyle diyor : O, ya haberi mutlaka ve kesinlikle inkâr etmiştir, böylece mani´yi taklid etmekte ve bu sözünü ifade etmekteki tutum ve mezhebi bâtıl olur. Veyahut ta haberin vâki olduğunun caiz olduğunu ifade eder ki, bu takdirde aklî usuller hakkında hak ehlinin icma´ ettiği noktaya rücû etmesi mutlaka gerekir ki, böylece onların icma´ ve haberlerini kabul etmiş olur. Çünkü onlar, bu hususa mütemessikdirler. Biz de Elhamdülillah, onlarız.
Şeyh Ebu Mansur (r.a.) diyor ki : Bu mevzuda asıl olan şudur ki; gerçekten haberlerin aklen kabul olunması lâzımdır. Çünkü onda işitme ve konuşma hikmeti bâtıl olur ve kendisinde dünya ve ahiret ilimleri zeval bulur ve bedenlerin hayatını temin eden besin maddeleri ve ilâçların asılları inkıtaa uğramış olur. Sonra haberlerin kendi büyüklüklerini ifade edecek hususlar kadarmca yayılmaları güç olur. Meselâ; bir padişah, eğer öldürülmüş olursa onun bu hâdisesi zarurî olarak her tarafa kolaylıkla yayılır. Hattâ insanlar onun gibisinin gizli tutulmasını isteseler, ona kadir olamazlar. Mu´tâd olan marifetlerin dışında bulunanlar da böyledir. Tehlikesi az veyahut da mu´tâd olduğu üzere cari olan şeyde ise onun meydana çıkması kolay ohnaz. Belki onun hatırlanmamış olması da ihtimal dahilinde olur. Bu mahlûkatta ve yaradılışlarında bilinen bir husustur. Padişahların veya Sultanların hâkim olmaları, memleketlerin fethedilmesi hususundaki haberleri sür´atle yayılması da buna göre mütalâa edilir. îşte peygamberlerin getirdikleri iş de bunun gibidir. Çünkü onlar, insanlar katında mutad olan işlerin dışında büyük ve önemli işlerle gelmişlerdir.
Bunun için onların haberleri zahir olup dünyanın en uzak ve yakın yerlerine ulaşacak şekilde yayılır. Çünkü o haberler öyle bir vecihle olur ki, işitenlerin onu gizlemesine güçleri yetmez. Çünkü zikrettiğimiz gibi onun gibisini neşretmek insanların gözünden kaçmaz. Bununla beraber zikrettiğim husus gibi kendisinde menfaat olmayan şey de yayılır. Öyle ise insanların ve mahlûkatm hepsine ilgili olarak gelenin yayılmasının anlamı daha haklı ve gerçek olarak görülmektedir. Bir kimseden intişar eden ve yayılan her iş, habere avdet eder. O haber ya hak ve adalet üzere olur veyahut da zulüm üzere olur. Eğer zulüm üzere olursa, onda işlenen şey bilinir ve değiştirilir. Hak üzere olup tasdik edilen de ikrar olunmuş olur. îşte bunun için peygamberlerin haberlerinin kendi hayatlarında intişar etmesi lâzım olur. Eğer onların haberinde bir şey işlendiği zahir olursa onun eseri, ve izi nehyedilmek ve değiştirilmek suretiyle imha edilir. Ve kendisinden gelen hak ve gerçek olarak baki kalır. Bunun delili de Resûlullah Sallallahualeyhivesellem´in emridir. Hattâ, uzak bir yer ve mekâna gelmez ki, orada kendisinin eseri açık seçik olarak bulmasın. Özellikle kendi asrı saadetlerinde. Çünkü uzak diyarlardan gelenler kendisine rücu´ ederlerdi ve haberler kendisine ulaşırdı; ve böylece şah ve şerefi bütün ülkelerde zahir olurdu. Peygamberin haberi bir çok yönlerden böyle olduğuna göre onun peygamberin haberleri âhâd haberlerindendir, demesinin bir mânâsı yoktur. Ve onun zikrettiği yönlerden de değildir. Bilâkis, mühim iş hakkındaki veyahut mu´tâd olan işin dışında vukubulan olay hakkındaki haberi vahid´in daha açık olarak[232] yayılması gerekir. Bu böyle olunca nasıl olur ki, kendisinde bütün dinlerin sahibini çağırma haberi bulunan yayılmasın!´ Bunun gibi etrafa mektuplar gönderilir, her taraftan kendisine kafileler gelir ve çeşitli delillerle peygamberlerin kendileri imtihana tabî tutulur. Melikler ve sultanlar onların getirdikleri Nûr´u söndürmek için peygamberlere doğru yönelirler, onlara kastederler, kendi mülklerinin gitmesi, tahtlarının yıkılması acısı içinde kıvranırlar. Bu haller içinde olanın haberleri nasıl olur da yayılmaz Onlar, vücudları bakımından zayıf, kendi cevherlerinden yardımcılarının az olduğunu biliyorlardı. Bu korku onlarda ancak peygamberlerin Kadir ve Âlim olan Allah tarafından geldiklerini bildikleri için vukubuluyordu. Buna göre tehlikeli işlerden mucizeler yerine çıkan şeyden onun eseri elbetteki kalmaz. Onların da tabî olanları[233] bakî kalmaz. Delilerle itiraz etmek de onun gibidir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Yahudilerin ve hıristiyaniarın toplanmaları ve fikir birliğinde bulunmalarından zikrolunan hususlar ise; onlar ancak öyle bir işlerdir ki kendi görüşlerinin ihtimali dahilinde[234] olduğu kadarınca o iğlerde ihtilâf etmişlerdir ve onlardan her birerlerine tâbi olanlar arasında bu husus yayılmıştır. Bunlar ise ne tehlikeli işler hakkında ve ne de âyet ve mucizeler hakkındadır.
Sonra gerçekten ne zaman haberler Şerîatı değiştirmeye ulaşır ve hatta eserini imha etmeğe ve haberi bozma derecesine yaklaşırsa Allah, fazlu nimetiyle onu ihya eden ve koruyan kimseyi gönderir. Ve peygamberleri bulundukları dini, akıllara hükmedecek âyet ve mucizelerle meydana çıkarır ki, onlar tebdil ve değişikliği bilsinler. Haberin1 yayılması da buna göredir.
Sonra Allah-
Ebul Hüseyin Ravendi diyor ki : Verrâk, bîr yol veyahut iki yoldan varid olmaları bakımından peygamberlerin delillerinin haberlerini ta´n etmiştir. Bu çok ağır ve büyük yalan ve iftiradır. Bilâkis bizim ümmetimiz bu haberler üzerine fikir birliği etmişlerdir. Sonra Allah-
Verrâk, Allah-
Âyet-
Verrâk, Resûlullah Sallallahualeyhivessellenı´in, Bedir Savaşı günü meleklerin hazır bulunduğunu haber vermesini ta´n ederek der ki; melekler, Uhud Savağı günü nerede idiler Birincisinin cevabı : Bedir savağında başlar, (şahıslar) zuhur etmiştir. Onları savaşmazken gördüler. Sayılardan zikrolunanlarm açıklanması ise onlar, bilmedikleri suret ve şekilleri görmüşlerdir.
İkincisinin cevabı ise şöyle ifade edilir : Bedir savaşı nıüslümanla-
İbni Râvendî diyor ki : Verrâk çok acaip ve şaşılacak bir adamdır. Çünkü o, kesin deliller bulunmasına rağmen peygamberlerin haberini inkâr ediyor! Bununla beraber menânılerin fikir ve sözlerini kabul edip insanları da onu kabullenmeğe davet ediyor. Onların aptallıklarım bir zümre benimseyip kabul ederek göklerden şeytanların derilerinin yayıldığını, yeryüzünün içinde bulunan yılan, çıyan, ve akreplerin deprenmesi ile deprendiğini kabul ediyor. Bunların hepsinin de ziya ile karanlığın işi olduğunu ve kendi akıllarında güzel olanları def etmeği de kabul ediyorlar. Tevfîk Allah´tandır.
Şeyh Ebu Mansur (r.a.) diyor ki : Bedir Savaşı işi hakkında bir çok vecihler vardır ki, onlardan en muteber olanı şu biridir : Onların hepsine isabet eden bir avuç toprak işidir. Onda zikrolun ani arın hepsi vardır. Yine o hususta, Ebu Cehil´in «Ey Allah´ım, bize işimizi göster; bizi akrablarımıza ulaştır.» demesindeki ifade, lânetleşmesindeki ifadeye benzemektedir. Ebu Cehil, böyle dedi ve kâfirlerden, başkalarından liderleri bir araya topladı. Tevfîk edici Allah´tır.
Peygamberi inkâr eden kimse şu iddiada bulunuyor : Hüküm ve hikmet sahibi olan, aklın kötü ve çirkin gördüğünü emretmez. Çünkü eğer onun gibisiyle haberin gelmesi cazı olmuş olsaydı, aynı hususun yalan ve zulmün muhal olması hakkında gelmesi de caiz olurdu. Bu, iddia edip öne sürülen fikre şöyle cevap verilir : Hakikaten aklın güzel ve çirkin gördüğü şey, iki nev´idir : Birincisi; kendisine verilen nimete karşı edilen şükrün güzel olması ile sefih olanın kötü ve çirkin olması gibi olan ki, bunlar hiç değişikliğe uğramazlar. İkincisi de şöyle ifade edilir : Akim geçmişte yahut gelecekte veyahut bulunduğu hal içinde güzel gördüğü şey, aklın intikam alma cihetinden azan ve fesada dalan kimseyi...[237] güzel gördüğü gibi olur. Bunun için ger-
O da tıpkı kişinin hallerinin değişmesi, kendisinin intikal etmesi gibi. Hayvanı kesmek de buna göre mütalâa edilir. Çünkü peygamberler, hayvan kesmenin caiz ve mubah olduğunu bildirmişlerdir. Onlar, adaletten başka bir şeyi getirip tebliğ etmezler.
Seneviyeler, maslahat görüldüğü için, ziyanın, karanlığa zarar vermesini caiz görüler. Onun aynısını Verrâk zikretmiştir. Ve demiştir ki : Gerçekten peygamberler, eğer aklî delillere temessük ederek gelmişlerse, onlar bizdendir. Ve eğer aklî delillerin hilâfına olana temessük ederek gelmişlerse, onları delil kılan Allah´tır. Onun başkası olması ancak tağyir ile olur. Bunda kitabın yok olması vardır.
îbni Ravendi; ona, bir başı siyah görüp sonra onu beyaz görmesi ile itiraz etmiş ve demiştir ki : Onun gözü mü değişti; yoksa gözüne gelen şey mi Çünkü gözün gördüğü şey, siyah değildir. Aklın bir iş için adaletli gördüğü şey de onun gibidir. Bu husus, ayakta durmakta, oturmakta ve bütün hallerde böyledir, içmek, yemek ve kan aldırmak da onun gibidir. Bazen bu halZer muhtelif şekilleriyle güzel olur. Bununla aklın değişmesi vacip olmaz. Tâ ki, kendisinde güzel olan şey, başkasında da güzel olsun. Peygamberlerin işi de böyledir. Sonra bazen sonuçların iyi ve güzel olması için ağır yükler yüklenmenin ve güzel olma, selâmet bulma içinde zararlı şeyleri seçmenin caiz olduğu ifade edilir. Tıpkı ticaretlerde, icarlarda, ziraat, ilâçlar ve çeşitli ameliyatlarda olduğu gibi. Bir menfaati, kendisinden daha üstün olan bir fayda için terketmenin ihtiyar edilmesi de böyledir. Şeriatların isi de buna göre carîdir. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Verrâk, bizim beyan ettiğimizi teyîd ediyor. Şöyle ki : Gerçekten akıl, eziyet vermeyen kimseye yapılan kötülüğü zemeder. Her ne kadar kendi nefsi için sevdiğini başkası için sevmezse de. Hayvan kesmeler, bunun dışındadır. Bu böyledir. Çünkü bu, onun illetlerden tek olarak bulunduğunu düşünmesidir. O düşündüğü vakitte sonuçlar ve selâmette olmalar, menfaatlerin ardınca güzel olur. Rahat olmanın üstünlüğü de böyledir. Bu husus hayvan kesmelerde de mevcuttur.
Biz deriz ki : —Tevfîk Allah´tandır— : Gerçekten eşya iki nevidir. Birincisi; kendisi için güzel olan şey, zıddı olan ve her kendisine muhalif olan için çirkin olur. İkincisi; sonuçların iyi olması ve kötü olmasına delâlet eden delilerin bulunması ve ihtiyaca binaen şey ve onun muhalifi olanın da güzel olması. Öyle ise bu hususta hallerin iyi ve kötü olduğunu bilen kimsenin bulunmasını söylemek lâzım gelir. Böylece iş şuna varır ki, kendi aklına itimat edilen kimsenin bulunması mutlaka lâzımdır. Tenakuz teşkil eden ihtilâf ise onun sebebidir. Yahut iş aklın tarafından tahsis edilen şeye rücu´ eder. iste bunda da peygamberlerin gönderilmesinin gerektiğini söylemek lâzımdır. Sonra hayvan kesme işinin, bizatihi çirkin olmasının ihtimali bulunmaz. Çünkü o, intikam yerinde helâl olur ve kendisinde eziyeti ve çirkin görüleni defetme düşünüldüğü zamanda da aklen güzel olur. Veyahut ta sonuçları böyle vukubulur. Öyle ise, kendi nefsi ile onun yani kesmenin, çirkin olması bâtıl olur. Böylece kendisinde terketmek ve izin vermekle mihnet ve musibetin bulunmasının caiz olduğu lâzım gelir, işte onda mubah olma durumu vardır.
Ve yine gerçekten her şey ki, onu akü güzel görür. O, her hangi bir halde çirkin olmaz. Ve böylece aklın her çrkin gördüğü şey, başka bir halde çirkin olmaz. Tabiatın[238] nefret etmesi ile çirkin olan her şey, düşünlen bir cevhere hulul etmesinin düşünülmesi ile olur ki, böylece onun vermiş olduğu eza ve elemden dolayı o cevherin tabiatı ondan kaçınır. Sonra bu, bazan alışkanlıklarla o hususun gitmesi caiz olur. Tıpkı kasaplar ve savaşmayı itiyat edinmiş olanlar gibi. Öyle ise o husustan nehyin aklî değü, tabiî olduğu sabit olur. Onun âdetten değişikliğe uğraması zail oîur. O da hayvanın cevherleri gibi ki, onun tabiatı vahşi olmaktır. Ağır yük taşıyanlardan bütün insanların tabiatları da ona göredir. Sonra çabşmak, ekzersiz yapmak, başkasını alıştırmakla ona göre yaratılmış gibi olur. Hayvanın igi de buna göredir. Ve her diri, muhakkak kendisi ölür. Sonra ona hiç bir kimse katılmaz ki onu zemmetsin. Bu husus, kendisi için olandan izin geldiği vakitte durum onun gibi olur.
Seneviyelerin görüşünü ve "sözünü kabul eden kimse, bir kaç yönden daha haklı görülmektedir :
Birincisi; onların ziya ile karanlığın birbirine zıd ve uzak olmalarını, sonra bağdaşmalarını ve sonra yine birbirine zıd ve uzak olma haline girmelerini caiz görmeleri ki, bunda her birine yakın olanların arasını ayırma ve her birbirine imtizaç edenin arasım seçme vardır. îşte hayvan kesmenin mânâsı da budur.
ikincisi; gerçekten elem, ya ziyanın cevherine girer; böylece ziya ezâ vermeye muhtemel olur ki, o de serdir. Eğer öyle olmasaydı kesmekten nehyolunmazdı. Çünkü o, kesmekten ibarettir. Sonra elem, ziyanın cevherine hulul etmekten veyahut karanlığın cevherine girmekten hâli kalmaz. Ziyanın cevherine hulul ettiğinde şer işlemiş olur. Karanlığın cevherine girdiği vakitte de onu nehyetmenin ve inkâr etmenin hiç bir mânâsı yoktur, kendisi için. Çünkü o, tabiatinde nehyi ve inkârı kabul etmemeye muhtemel olan kişinin i§ini inkâr etmek olur. Tıpkı bu, kanadı olmayana uçma emrini vermek gibidir. Veyahut da elemin karanlık cevherine girmiş olması olur ki, bu da onların katında hak olandır. Sonra ya elem ona ziya cevheri ile girmiş olur ki, o da kendisine zem olunmayı icabettirecek hususu işlemiş olur. Veyahut da karanlık cevheriyle girmiş olur ki, böylece karanlığa elem verme[239] bakımından gok güzel ve iyi etmiş olur. Çünkü o, adalettir. Tevfîk Allah´tandır. Ve yine gerçekten kesmekte safî olan ruhun, pis olan karanlıktan çıkarılması vardır. Hak olan budur ve her şeyin âkibeti de böyledir. [240]
Peygamberlerin Nübüvvetlerinin Îsbâtı
(Özellikle Muhammet! Sa!Liillulmiüeyhivesellem´in Peygamberiiğinin İsbata)
Peygamberlerin nübüvvetinin ispatı, özellikle Muhammed Sallallahu-
Mahlûkatm helak olup yok olması bulunan hususa duyduğu hüznü dikkata şayandır. Nitekim, Aîlah-
Sonra hissî olan mucizeler : Ay´ın yarılması, ağacın Peygamberin ardından inlemesi, taşın kendisine teslim olması, açık seçik olan mucizelerdir ki, onların hepsini bilmiş ve görmüşlerdir. Sonra az olan bir sudan, insanlardan bir çok kimsenin içip kanmaları, sonra beddua etmesiyle düşmanlarının kıtlık ve darlık içine girme belâsına maruz kalmaları, sonra peygamberin hürmetine kurtulmalarını istediklerinde kurtulmaları, az bir yemekle insanlardan bir çoğunun doyması, sonra Beyt-
Hasreti Ali´ye, kendisini dâvadan İnhiraf etmek[251] suretiyle büyük bir fitne çıkaranlar[252] tarafından gehid edileceğini bildirmesi ki, böyle olmuştur. Ve Ammar´a «Seni azgın ve hadden çıkan bir cemaat şehid edecektir» diye buyurması; ve müminlere dünyayı fethedeceklerini vaadetnıesi; ve daha başka sayılamayacak kadar çok olan hususlardan ki, ümmetinin âlim ve güzide olanları bunu saymaya kalksalardı, kalemleri kifayet etmezdi. Sonra bunların çoğu kendi düşmanları nezdinde de zahir olan hususlardandır. Bununla beraber gönderilen semavi kitaplarda onun peygamber olarak gönderileceği´[253] yazılmış idi. Bütün peygamberlerin dilleri ile o, müjdelenmiştir ve onun hakkında bütün peygamberlerden söz alınmıştır[254]. Kuvvet ancak Allah´tandır.
Aklî delillere gelince; şunlardan ibarettir : Cenab-
Resûl-
Birincisi : ResûluIIah´m (s.a.v.) peygamberliği taaccüp edilecek bir şey değildir. Bilakis geçen milletlerde aynısının bulunması âdet üzere devam edip gelirdi. Bunun içindir ki, onu kabul etmeyip reddetmek, ilk anda dahi batıl olur. Allah-
İkincisi : Peygamber Aleyhisselâm´m, peygamber olarak gelmesinin kendisine ihtiyaç duyulduğu bir zamana, rastlaması; zira Allah-
Üçüncüsü : İnsanlarda ilim tahsil edilecek sebeblerin bulunmamalından, kendilerine peygamber olarak gönderilen kimselerin, peygambere çok muhtaç bir durumda bulunmaları. Bu husus Allah-
Dördüncüsü : Peygamber Aleyhisselâmm mahlûkat için en açık ve belirli memleketlerden birinde bulunması. Çünkü dünya ve etrafındaki memlekteler halkının gayeye ulaşabilmeleri için en belirli bir yerdi orası. Allah-
Beşincisi: İnsanlar, onun gelmesini §iddetle arzuluyor, rağbetlerini açıkça ifade ediyorlardı. İnsanlardan birinin kendisinde bulunan hastalığı veyahut her hangi bir musibeti gidermesi için Rabbisine duada bulunduğu zaman onun, hastalığının giderilmesi için yaptığı bu dua ve niyaza taaccüp edilmezdi. Cenab-
1-
«(Ey Resulüm), işte bunlar gayb haberlerindendir. Sana bunları vahy ile bildiriyoruz.»[266]
2 -
3 -
4 -
5 -
kendisinden razı olduğunu, Ahıret nimetlerinin en alâsını kendisine ihsan buyurduğunu bildirdiği için o, dünya metamdan hiç bir şeye meyletmezdi, Allah-
6-
7-
Birincisi : Şiir sanatının en parlak bir şekilde yazılması ve en hoş bir tarzda sunulması.
İkincisi : Olan şeyler hakkında söylenen sözlerden, birine ait olanını arapçanm en kuvvetli raanâlarıyla ifade etmek suretiyle kehanet sanatının şöhret bulması. Sonra Kur´ân-
«(Ey Resulüm, de ki yemin olsun, eğer insanlar ve dinler bu Kur´ân´ın benzerini getirmek üzere toplansalar, birbirine yardımcı da olsalar, yine onun benzerini getiremezler.)»[280]. «O, bir şair sözü değüdir. Siz pek az inamp tasvip ediyorsunuz.»[281]. «Kâfirler dediler ki, Rabb´inden bir mucize getirse ya. Onlara evvelki kitaplarda olan apaçık delil gelmedi mi »[282]. «Sana indirdiğimiz bu Kur´ân, hayır ve bereketi çok bir kitaptır...»[283]. «(Ey Resulüm onlara) de ki : Eğer doğru söyleyen kimselerseniz bu ikisinden (Musa´ya indirilen Tevrat´tan ve bana indirilen Kur´ân´dan) daha doğru bir kitap getirin Allah tarafından da ben ona uyayım.»[284]
8-
Sonra Cenab-
Peygamber Aleyhisselâm´m kuvveti, akrabası tarafından da gelmiş değildi. Bilâkis, onlar Peygamber aleyhisselâm´a diğer insanlardan daha fazla düşmanlık edip güçlük çıkaranlar ve getirmiş olduğu islâm nurunu söndürmek için en çok çalışanlar idi. Hatta onun aralarından tek basma çıkıp gitmesini zorladılar. Sonra bununla beraber, nefsin hoşuna gidecek şeylerden biri istemesin ki, onu kendisine vermesinler. Nefsin hoşuna giden her istediğini kendisine verirlerdi, fakat bu hususta onlara meyi bile etmedi. Bilâkis her türlü eza ve cefaya sabretti, her güç ve zor olan işi üzerine aldı. Onlardan ancak hak olanda kendisine icabet etmelerine razı oldu. Bu babta Cenab-
9-
Bu mevzuda asıl olan şudur : Gerçekten kâhinliğin ekserisi, yalan-
Sonra Allah-
Kavimlere has olarak gelen âyetler vardır ki, gerçekten onların iman etmiyeceklerini ve Cehennem ehlinden olacaklarını ve sonra küfür üzerine öleceklerini beyan eder. Bunlardan başka fani olan haberlerden varid olan her haber, düşünüldüğünde bilinir ki, onu Allah-
Bizim, Nebiyy-
Sonra bütün peygamberleri kabul edip tasdik edenle bazılarını tasdik edip bazılarını inkâr edenler arasındaki hususa atfı nazar edip onlara kabul edip tasdik ettikleri şeyin manâsını veyahut ta seleflerinin tasdik ettikleri şeyin manâsını kendilerine sorarız. Eğer verdikleri cevapta peygamberliği gerçekleştiren husus bulunuyorsa o manâlar, peygamberliği icabettiren manâlardandır. Böyle olursa aynı manânın Peygamberimiz Sallallahualeyhivesellem´de de bulunduğu için Peygamberimizin nübüvveti hakkında da aynı hususu ifafle etmelerini kendilerine ilzam ederiz. Her ne kadar âyet ve mucize, kendi zatı itibariyle muhtelif ise de. Çünkü peygamberlere mucize verecek olan hususun manâsı muhtelif değildir. Eğer mucizelerin zahirine bağlanırlarsa hiç bir peygamberde Peygamberimiz Muhammed Aleyhisseâlm´daki üstünlük ve taaccübü ifade edecek hususları bulamazlar. Veyahut da her ikisini bir iş üzere çıkarırlar. Her ne kadar bizim onlara muvafakatte bulunduğumuzu iddia etseler de. Çünkü bunun cevabı bir kaç veeihten meydana gelir :
Birincisi : Bizim varlığımızdan ve muvafakatimizin meydana çıkmasından önce onların tasdik etmelerinin sebeb ve illeti kendilerinden sorulur.
İkincisi : Bizde sabit olan hususla kabul ederiz ki; bize geçen peygamberleri haber veren kişi peygamberimizdir. Halbuki siz, onu inkâr ediyorsunuz. Böylece deliliniz düşer. Başka ne deliliniz vardır
Üçüncüsü : Onlara iddia ettikleri şey ve kabul etmedikleri fark ile mukabele edilir.
Dördüncüsü : Şöyle denir : Gerçekten biz, Peygamberimizin nübüvvetini ikrar edip kabul eden kimseleri kabul ederiz. O kimse, onların peygamberliğini iddia ettiği kimsenin kendisi ise, peygamberimizin nübüvveti sabit olur. Hayır, eğer iddia ettiklerinin kendisi değilse, kendisinin peygamber olduğunu iddia ettiğiniz kimselerden[305] peygamberimizin nübüvvetine delâlet eden şey nedir ki, sizin murad ettiğiniz husus size teslim olsun Yardım Allah´tandır. [306]
(Hıristiyanların Îsâ Aleyhisselâm Hakkındaki Görüşleri Ve O Görüşlerin Reddedilmesi) :
Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: Hıristiyanlar îsâ aleyhissolâm hakkındaki görüşlerinde ihtilâfa düşüp gruplara ayrıldılar. Onlardan bazıları Isâ aleyhisseîâm´ı iki ruha sahip kıldılar ve şöyle izah ettiler bu görüşlerini : îsâ aleyhisselâm´da bulunan ruhdan biri nâsûtî (maddi) ruhtur ki, sonradan var olmuştur; insanların ruhlarına benzer. İkincisi ise, lahutî, (maddi olmayan) ruhtur. Bu ruh kadîm olup Allah´tan bir parçadır. O bedende öylece var olur. Onlar, Allah´ın, baba, oğul ve mukaddes ruhdan başka bir şey değildir dediler.
Hıristiyanlardan başka bîr grup da, Îsâ Aleyhisselâm´daki ruhu, Allah yaptılar ve Allah, İsa´nın ruhunun kendisidir, yoksa Allah bir cüz´ olarak değildir dediler. Fakat hıristiyanlardan bir zümre o´nu bir şeyin bir geyde olması gibi bir bedende olduğunu ileri sürdüler. Diğer bir zümre ise iki bedende1 olduğunu kabul etti; fakat bedenin onunla ihata edilmesiyle değil. Hıristiyanların içinde, Allah´tan kendisine bir cüz´ ulaşır. Sonra başka bir cüz ulaşır diyenler vardır. îbni gebîb diyor ki : Hıristiyanlardan İsa, Allah´ın oğludur diyenlerden şöyle işittim : İsa aleyhisselâm, Allah´ın oğludur. Anıma Allah onu doğurmamıştır, o´nu evlât edinmiştir. [307]Tıpkı Muhammed aleyhisselâmm temiz zevceleri mü´minlerin anneleri olduğunu işittiğim; ve bir adamın başkasına «Ey oğlum dediği» gibi.
Şeyh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Hıristiyanlara bu görüşlerinin batıl olduğunu ifade etmek için şöyle denir : îsa aleyhisselâmda bulunan ruh, kadîm olduğu zaman o, ruh aynı zamanda cüzdür. Nasıl olur da kendisi Allah´ın oğlu olur da diğerleri ise Allah´ın oğulları olmaz Eğer, «Çünkü diğer cüzleri daha küçüktür» denirse, o zaman âlemin cüzlerinin hepsinin büyük olan cüzlerin çocukları olduğunu söylemesi gerekir. Ve sonra baki kalan cüzlerden hepsini böyle kılması lâzım gelir ki, onun hepsi ile oğullar meydana gelmiş olur. Sonra şu husus malumdur ki; çocuk, babadan daha küçük olur. Öyle ise her ikisi beraberce nasıl kadîm olurlar Eğer hepsinin tohumda[308] olduğunu üeri sürerse, kendisine «ondan hangisi çocuktur » denir. Eğer hepsi çocuktur, derse, tümünü, hem baba ve hem de çocuk yapmış plur. Bu tarz ifadede ise babayı kendisinin oğlu yapma bulunur.
Eğer o kendisinde bulunan bir cüzdür, bu tıpkı lâmbanın ışığından alman bir cüz gibi; asıl olan külde hiç bir noksanlık olmaksızın olur, denirse; bu görüşe lâmbanın ışığından alman cüz´ün hadis olduğu gibi, bu cüz dahi hadis olur, diye itiraz edilir. Böylece Allah´ın oğludur, dedikleri ruhun kadîm olması batıl olur. Eğer iddia edip, o tıpkı lâmbadan alman ışık gibi, Allah´tan nakledilmiştir derse, kendisine geçen hususların tatbik edilmesi helâl olur[309].
Sonra, lâmbanın ışığından almanın bozulmayacağım, ona bildiren nedir Eğer bizim, onu müşahede etmemiz böyledir denirse, kendisine göyle cevap verilir : Belki de Allah (c.c.) onu var etmiştir. Veyahut, taşta bulunan ve ondan çıkan ateş gibi olur. Her ikisinden hangisi olursa olsun o, sonradan var olma, hadistir. Hadis olan da mahlûktur. O´nun Allah´ın oğlu olması niçin caiz olur Bu soruya cevaben, Allah-
Sonra Isâ aleyhisselâm ile Mûsâ aleyhisselâm, Beyt-